Bu Blogda Ara

21 Ekim 2007 Pazar

ANARŞİST TANGO

ANARŞİST TANGO

Kapısında dikildim
Gözüm gözüne nazır
25 sene olmuş
Buranın takvimiyle
Hala beklemekteyim

Onun üç başı var
Benim iki elim
Onları da birine verdim eylülün köründe
Hem zaten
Bu Cerberus dediğin
Ne kemikten anlar itoğlu
Ne uykudan
Ne düşten

Yok yok
Ezerdim 3 başını birden
Daha gençken ayaklarım
Velakin o zaman
İpini koparan gelirdi
Oysa bir ben yakışıyorum cehenneme
Bir de hayalim

Hayalim..
O çoktan geçti kapıdan
Kimbilir kaç vapurla
Ben hala
Beklemekteyim..

underconstruction

14 Ekim 2007 Pazar

protesto


"Tutunmak imkansız
Bıktım yamalı sevdalardan"
ilk duydugumda içimde ne kadar hissettiysem bu dizeleri şimdilerde o kadar içimi anlatır oldu.
Ve belkide bu yüzden....
Önce hayatı protesto ediyorum fazlaca hoyrat davrandığı için aciz bedenlerimize. Sonra daha bu ne deyip içimizden ömrümüzü çalanları.Konuştugumuzu duyupta sessiz kalanları.İçimizde boğulan çocuk kimliğimizi, daha kabuklaşmamış yaralarımızı, sığdıramadığımız gözyaşlarımızı,cümleleşmemiş çığlıklarımızı, beni işte...
en çok da bunları yaşamama sebep düzeni;kapitalizmi,emperyalizmi,neoliberalizmi"protesto ediyorum"
Yaman bir soru beliriyor aklımda?
Ve bir de dudağımda solmaya yüz tutmuş gülüşümü işte onuda protesto ediyorum.

EKİNYAS

tükettiklerim için bir daha

Söylenecek o kadar çok şey var ki hayata dair...
Derin soluk alışlarım hayat verişlerimden öteye gitti yaşamak. Avuçlarımdaki çizgilerdi beni anlatan şimdilerde tanımsız işaretlerden öteye gitmiyorlar. Yabancılaşmak bunun adı. Önce kendine yabancılaşmak sonra ne varsa... Koca bir zamansızlık hayatın gerisinde kalmak.
Yaşamak nefes almaktan öteye gitmiyor neye dair o zaman bu savaş? Hangi bilinmezligin dönemeci? Tüm savunmasız düşüncelerimin savrulduğu bir anda neye dairdi bu öfke? Yitirdiklerim, yaşananlar, belirsizlikte kalanlar hangisinindi suç? çatışmalara adadım tüm kararlarımı. Geçen gün batımlarının şerefine ve her an biraz daha tükettigim ömrümün şerefine...
Tüm yenmişliğime ragmen bir yenilgi daha hayattan, bir nefes daha tükettim yarından bir daha bir daha...

13 Ekim 2007 Cumartesi

TANGO


Tango

Bazı danslar bazı yaşları bekler.
'Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!'

Eskiden ağzının üzerine siyah bir martı konmuş gibi duran bıyıkları olan, sonra herkesi endişelendiren maceralarını yaşamak için, martıları kesip çok uzaklara giden bir adam bir gece böyle demişti. Ardından da eklemişti:

"Ayaklarıma bakma; tuzağa düşersin. Göğsümü izle! Göğsüm kuracağım tuzağı ele verecektir. Tangoda ayaklar bir ayrıntıdır! Bu, tuzakların dansıdır."

Sonra bir gece bütün kadınlarla dans edip, her birini tuzaklara düşürüp... Bununla yetinmeyip Tom Waits çalarken bir adamla gitgide daha çok erkekleşerek, sanki sonu ölümle bitecekmiş gibi tango yapıp... Martıları alıp sonra, yine çok uzaklara gitmişti.

Zaman geçti. Birbirlerini ayaklarına bakarak, etamin işler gibi tango yapanları gördüm. Tuzak kurmayı beceremeyen adamlar, kurulamayan tuzaklarla cebelleşen kadınlar gördüm. Evli çiftlerin ehlileştirilmiş tango dersleri için birbirlerini hırpaladığını, çoktan ele geçirilmiş, teslim olmuş kadınların, kurulmaktan çoktan vazgeçilmiş tuzaklaradüşmemeye çalışıyormuş gibi yaptığını gördüm. Bu "pis" dansı, "temizlemeye" çalıştıklarını seyrettim. Bütün bu ehlileştirme çabalarına rağmen her tango dersinin tekinsiz hikayelerle son bulduğunu duydum hep. Tangonun "bir -ki üç" diye öğrenilse, "temizlense" bile tekinsiz bir şey olduğunu...
Oysa bazı danslar, bazı yaşları bekler. Birine, hiç yüzüne bakmadan bir şey diyebilmek için biraz ihtiyarlamalıdır insan. Tuzaklar oyununu sürdürme sabrı için biraz yaş almalıdır. Ayaklar, birbirine dolanmadan bir sabır oyununu devam ettirmek için kimi yollardan geçmiş olmalıdır. Bu kadar efendice kederlenmek, bir keder dansı yapmak için çalçene acılardan geçilmiş olmalıdır. Bir şeyi çok isteyip de yapmamayı bilmek gerekir tangonun "olması" için. Tango istemek ve istediğini belli etmemek dansıdır biraz. İstemek ve istediğine yaklaşmamakla ilgili.

Denizcilerin Arjantin meyhanelerinde "kötü" kadınlarla beraber yarattıkları bu dansın asıl hikayesi, gidecek olanı istemektir. Tango kalıcı olanların değil, hep gidecek olanlaryn dansıdır. Ele geçirilemeyenler arasında sessiz bir kavga... Beraber bir tuzağın koynuna düşmeyi çok isteyen ve bunu ilk kimin söyleyeceğini yoklayan bir kadınla bir adamın dansı... Çok korkan belli etmeyen iki kişinin birbirine meydan okuyuu... "Sevdim de vermediler" ağlaşması değil, "Ben seni hiç sevmedim" yalanı. Kim önce dökülecek, kim önce teslim olacak sınanması... Astor Piazzola çalıyor... Aklıma, giden denizcilerin tuzaklarına fena düşmüş, ama hiç düşmemiş gibi yapmış, iki memesinin arasından kan sızarken dönüp giden adama bir kere bile bakmamış kadınlar geliyor.

Zor. Tango yapmak için biraz daha büyümek gerekiyor.

Gündüz Yarasaları



GÜNDÜZ YARASALARI
I

Neyiz ki biz?
İlk ışınları görünüce güneşin, Kaparız tepenin gözkapaklarını-
Çam değiliz ki kollarımız açık,
Ürpererek karşılayalım donuk ışığı.
Gölgeler kısalınca çıkarız ortaya,
Açıklıktır, aydınlıktır aradıüımız,
Parlaklıkta bulur gücünü görşümüz.
Tanımayız alacakaranlığı delen,
Tepelerin arasından seçen bakışı.
Kör olmuş ışıktan gözlerimiz.
Gündüz yarasalarıyız biz

II

Geceyi düşleriz gündüzken,
Geceyken de gündüzü
Yitirebileceklerimiz yitiktir
Onlardan uzaktayken ama
Özleriz döneriz yeniden
Yitirmeden
Yitirebileceklerimizi
Yitiremediklerimize.
Yitirebilirdik, deriz;
Ama yalnızca bir fiil çekimi bu-
tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
Gündüz yarasalarıyız biz.

III

Sağlamdır düşünce temellerimiz,
Ama altlarında kist vardır, sonra kum-
Dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
Taştan duvarlarımızla dimdik
Ayakta; ama biraz su, biraz sızıntı
Kaydırır temellerimizi hemen.
Duyarız yerçekimini hemen,
Titreriz. Sımsıkı, gergin
Bağlar vardır
Düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
Ya temelsizse temeli
Bütün bu bağları
Bağlayan
Bağın
Bağlantısızca bağlarız bağlarımızı

ORUÇ ARUOBA

SİL BAŞTAN!


gücün var mı sevgilim
derin sularda inci tanesi aramaya
cesaretin kaldıysa
hala benle aşktan konuşmaya
söyle canım sevgilim
hayat bize oyun oynuyor olabilir mi
yorgun gibi bir halin var
duyguların karışık olabilir mi
sil baştan başlamak gerek bazen
hayatı sıfırlamak
sil baştan sevmek gerek bazen
herşeyi unutmak
sanki bugün son günmüş gibi
dolu dolu yaşamak istiyorum ben
her ne çıkarsa yoluma
selam verip yürümek istiyorum ben
sil baştan sevmek gerek bazen
hayatı sıfırlamak
sil baştan sevmek gerek bazen
herşeyi unutmak...

sözlerini yazıyor ve susuyorum.şarkı kendini anlatıyor zaten


GÖKHAN

12 Ekim 2007 Cuma

TANIR MISIN?


TİK TAK...
RAP RAP...
TIKIR TIKIR...
ÇIT ÇIT...

YÜZÜM AVUÇLARIMIN ARASINDA KAYBOLDUĞUNDA
ANLATAMAM Kİ ŞİMDİ NE HİSSETTİĞİMİ..

GEÇ KALIRIM SONRA,
DAYAK YERİM,KIRILIRIM,KARARIR BEDENİM,
KAPIMI ARALARIM,KAN AKAR...

KORK...korkun
İNANCIMI HİÇ YİTİRMEDİM Kİ.
KORK...korkum
gözlerini geçemiyorum ki..

"yetişmiyor sana sesim, bekliyorum gelmiyorsun."
"çok hızlı gidiyoruz,ruhlarımız kalıyor geride"
TIK TIK...
ÇIT ÇIT...

açar kapısını tozlu bir yıldız...

ELLERİM ÇENEMDE NE ANLATAYIM Kİ BEN SİZE
BOŞLUKLAR ÖYLE ÇABUK DOLDURULUYOR Kİ...


EKİNYAS

6 Ekim 2007 Cumartesi

DRAMATİK YAZARLIK...

OYUN YAZMAK
Haluk Işık



Sunuş

Yirmi yıl öncesinden konuşuyordu, çok gençti ve oyun yazarlığını yaşamının odağına yerleştirmeye kararlıydı.

O günlerden bir "ilk oyun" getirmiş, paylaşmak istemişti. Bakışlarında, bu işi sürdürme isteğini gördüm. Oturduk, günler süren bir söyleşi yaptık.

Oyun yazmaya soyunanlara bu söyleşi, kendince ışıklar tutabilirdi. Konuyla ilgili belli başlı kaynakların yanında, bu söyleşiden de ipuçları çıkartırlarsa, harcadığımız zamanın ve emeğin boşa gitmeyeceğini, bunun ikimizi de mutlu edeceğini düşündüm.

Bu yazı dizisinde, bildiklerini ve deneyimlerini aktaran "ben"le, bilmediklerini öğrenmeye, öğrendiklerini sorgulamaya çalışan, yirmi yıl öncesindeki "ben" arasında, belki de hiç bitmeyecek bir arayışın ve düellonun ipuçlarını okuyacaksınız.

Unutmadan belirtmeliyim ki, bu söyleşiye dair önerileriniz, düşünceleriniz ve olası sorularınız; bana ve bu yazı dizisinden yararlanmak isteyeceklere, yadsınamaz bir katkı anlamına gelecektir. Düşüncelerinizi tartışır, yanıtları birlikte ararız.

İyi okumalar,izlemeler ve arayışlar dilerim. Çünkü,oyun yazmanın ve oyun yazarlığını sürdürmenin de ilk adımı bunlardır...

BİRİNCİ GÜN

"Oyunumu okudunuz mu?"

Okudum.

"Nasıl, güzel mi?"

Bakın, öncelikle bir konuda anlaşalım. Ben oyununuza güzel ya da çirkin gibi, herkese göre değişecek değer yargılarıyla değil, dramatik yazarlığın "olmazsa olmazları" açısından yaklaştım. İyi, kötü, çirkin, güzel tanımlamalarının, böyle bir yaklaşımda yeri yoktur.

"Dramatik yazarlığın olmazsa olmazları nedir?"

Yazdığınızın "oynanabilir, sahnelenebilir, izlenebilir" nitelikte olup olmadığını belirleyen etmenlerdir. Birincisi, oyuncu tarafından "taklit edilebilirliğini"; ikincisi, "tiyatral oluşuma uygunluğunu"; üçüncüsü de, "izleyicinin bu oluşumda yer alabilirliğini" değerlendirmemize yarar. Bir oyun metni, yazarın tiyatral oluşum için sunduğu ve bir bütünlüğü tanımlayan öngörüler toplamından başka bir şey değildir. Bu üç niteliğe de hizmet etmiyorsa, yazdıklarınız boşa gitmiş demektir.

"Oyunumda söylediklerinizi yapabilmiş miyim?"

Hayır. Oyununuz, olması gerekenleri sağlayamamış.

"Öyle mi?"

Üzüldünüz. Bu duyguyu iyi bilirim. Ama sizinle oyun yazarlığı üstüne konuşmayı, bu konuşmayı dostluğa ve üretime dönüştürmeyi kabul etmişsem ve şimdi buluşup konuşuyorsak, bir noktada anlaşmamız gerekiyor. Bu nokta, içtenlik ve bilimselliktir. Siz, yazmaya kalkışmanın bile medeni cesaret istediği bir coğrafyada, oyun yazarlığı gibi çok güç bir işe soyundunuz. Bir oyun yazdınız, okumamı ve düşüncelerimi söylememi istediniz. Okudum ve emeğinize saygım nedeniyle, sizinle görüşmeyi kabul ettim. Birinci adım sizden, ikinci adım benden. Bundan sonrasını birlikte yürüyeceksek, birbirimize yardımcı olmalıyız.

"İçtenlikle?"

Evet. Ama içtenlik tek başına yetmez. Çünkü içtenlik, hele yazarlıkta, çabuk zedelenen ve gerekli donanımdan yoksun bırakıldığında, kof kabuklara dönüşüverecek bir tavırdır. Biz içtenliği, bilimsel ölçütler ve gerekçelerle donatmalıyız ki, duygusal tuhaflıklarda yitip gitmeyelim. Her yazar, yazdığına -acemiliğin hastalıklı özgüvenine ya da deneyimliliğin üçkağıdına sığınmamışsa- içtenlikle yaklaşır ve yazar. Hiç sevmediğim oyun yazarları, yazdığıyla kendisi arasında "jinekolojik bağ" kuranlardır. Bunların içinde, adını sıklıkla duyduğunuz oyun yazarları da vardır ve yazdıklarından "benim çocuğum, onu ben doğurdum, vb.." diye söz ederler. Böylelikle, oyun yazarak kendilerini, yaşamlarını sürdürmek için çaba gösteren herkesin üstünde sayıp, özel "muamele" görmek isterler. Bu acınası bir durumdur. Çünkü inancıma göre, hiçbir uğraş, yaşamın içindeki öteki uğraşlara göre daha "mühim" ya da "saygıdeğer" değildir. Bu sözlerimle emeğe saygısızlık ettiğimi düşünürseniz, söylediklerimi anlamadığınızı düşünürüm. Benimle, oyun yazarlığı üstüne konuşmayı hala istiyor musunuz?

"Elbette. Oyun yazmayı öğrenmek için buradayım. Ama merak ediyorum, onca işiniz arasında bana niye zaman ayıracaksınız?"

Sevgili dostum, öğretmek çok iddialı bir belirleme, bana ağır bir yükleme yapıyorsunuz. Ben sizinle, bana öğretilenleri ve 20 yıllık "hasbelkader" yazarlık deneyimlerimden çıkardıklarımı paylaşmak amacındayım. Üstelik, bütün bu çıkarımlar, her oyun yazmaya oturduğumda, bana düşünemeyeceğiniz kadar eksik geliyor. Ama sizinle paylaşmak istiyorum.

"Neden?"

Çünkü ben, bildiğini paylaşmanın erdemini bilen, bunun için emek ve ömür harcamaktan hiç çekinmeyen öğretmenler tarafından eğitildim. Bildiklerimi paylaşmak, aynı zamanda öğretmenlerime teşekkür anlamına geliyor.

"Merak ediyorum, oyun yazarlığı öğretilir mi?"

Kendi adıma konuşmak zorundayım, bana öğretmeye çalıştılar. Bilimsel anlamda öğretilebilir olduğu kanıtlandığı için, bugün "dramatik yazarlık" özel bir bölüm olarak, ilgili fakültelerin eğitim programındadır. Varolan eğitim sisteminin gereği olarak, genel üniversite sınavlarında belli bir puanı tutturur ve özel yetenek sınavlarını başarırsanız, öğrencisi olabilirsiniz. Asıl soru bence şu; öğretilenleri ürüne dönüştürebiliyor muyum? Bu soru, bütün eğitim alanlar için, sözcüğün tam anlamıyla "Demokles'in Kılıcı"dır. Sizin için de böyle olacak. Elbette ürün derken...

"Oynanabilir, sahnelenebilir, izlenebilir olanı kastediyorsunuz."

Evet, kesinlikle. Ama yineleyeyim, size bir şey öğretmek değil, oyun yazarlığı adına birkaç kapı açmak için buradayım.

"Her oyun yazarı, mutlaka dramatik yazarlık eğitimi almak zorunda mı? Örneğin William Shakespeare'in yaşamını okudum, oyun yazarlığı eğitimi almamış..."

Doğru. Ötesi, yazdığı her oyun, bir eğitim gereci olarak okutulur ve incelenir. Shakespeare başta olmak üzere, böyle bir eğitim almamış yüzlerce oyun yazarı vardır ve dünya tiyatrosunun oyun dağarını ezici bir üstünlükle onlar belirler. "Dünya Tiyatrosu Tarihi", "Tiyatro Kuramları", "Oyun İncelemesi", "Dramaturgi", "Oyunculuk", "Sahne ve Giysi Tasarımı" gibi, çağdaş ve bilimsel tiyatro eğitiminin ana dersleri, o yazarların oyunlarındaki öngörülerden hareketle işlenir. Tiyatro akımları ve yönelişleri, genellikle o yazarların tuttuğu ışıklarla kendini tanımlar. Şimdilik konuyu dağıtmayalım. Elbette oyun yazmak için, ille de eğitim almak gerekmez. Bir topluluğa oyun gönderdiğinizde, onlar için önemli olan, aldığınız ya da almadığınız oyun yazarlığı eğitimi değil, yazdığınızın "oyun" olup olmadığıdır. Eğitim sonunda alacağınız herhangi bir belge, "Oyun Yazarı" olduğunuzun, sizin nitelikli oyunlar yazacağınızın, yazdıklarınızın mutlaka sahneleneceğinin garanti belgesi değildir. Bugün dramatik yazarlık eğitimi veren okullardan, her yıl onlarca öğrenci mezun oluyor. Eğer eğitim her şeye yetseydi, bugün Türk Tiyatrosunda, oyunları sahnelenen yüzlerce "diplomalı oyun yazarı" olurdu, değil mi? Oyun yazmak, yazınsal-düşünsel-estetik bir mühendislik işlemini göze almak ve bir öngörüler toplamı olarak, yazdığınızı tiyatroya ya da oyuna dönüştüreceklere sunabilmektir. Oyun Yazarlığı eğitimini, "dramatik yapı mühendislik eğitimi" olarak tanımlayabiliriz. Bu eğitim, oyun yazmak gibi çetrefilli bir serüvende, yolunuzu kısaltır. Akademik bir eğitim almadan da oyun yazabilirsiniz, ama bir iki denemeden sonra, kendinizi bir biçimde eğitme zorunluluğunu hissedersiniz. Usta yazarların yapıtlarını, "bu insan ne yazmış, nasıl yazmış?" diyerek incelemek bile, bu gereksinimin doğal ve olması gereken sonucudur. Yapacağınız inceleme, bilimsel bir yönteme sahipse yararlı olabilir. Tiyatro sonuç olarak elbette sanattır. Bunun böyle olmadığını kim savunabilir? Ama tiyatro, eğitim, yaratma koşulları/zorunlulukları, tiyatral oluşum sürecindeki uygulama ölçütleri ve ürünün tüm sonuçlarıyla irdelenmesinde kullanılan yöntemler açısından, aynı zamanda bilimdir. Tiyatro eğitiminin, akademik anlamda, "sanatbilimi" dallarından biri olarak tanımlanmasının gerekçesi de budur.

"Bana biraz karışık ya da yoğun bir tanım gibi geldi söyledikleriniz. Örneğin "tiyatroya ya da oyuna dönüştürmek" ne demek?"

Size kağıdın başına oturmaktan, yazdığınızın izleyiciye sunulmasına dek yaşananları bir süreç toplamı olarak özetlemeye çalıştım. Şimdi karışık gelebilir, ama bunları ayrıntılı olarak konuşacağız. "Tiyatro ya da oyun" derken, gündelik konuşmada sıklıkla birbirinin yerine kullanılan iki kavramı andım. "Oyun" yazılı metin ve o metnin sahnelenmiş ya da ete kemiğe bürünmüş halidir. Günümüzde bunun için yazılan ürüne "oyun", "oyun metni", "tekst" adı veriliyor. Kimileri "senaryo" dese de, bu adlandırmanın daha çok sinema ya da televizyon için yazılan ürünlerde geçerli olduğunu bilmek zorundayız. Ben kısaca "oyun" denmesini öneriyor ve tiyatro için yazılan metinleri, bundan sonra bu adlandırmayla anacağımı bilmenizi istiyorum. "Tiyatro" ise, oyunun izleyiciye ulaşma ortamıdır. Şimdilik bu genellemelerle yetinelim, ayrıntılarını sonra irdeleyeceğiz nasılsa. Şimdi bana söyleyin sevgili dostum, neden oyun yazıyorsunuz ya da yazmak istiyorsunuz?

"Yazmak hoşuma gidiyor."

Fena bir başlangıç değil. İnsanın hoşuna gitmeyen bir şeyi yapması, söz konusu olamaz. Zorlama ile yapıyorsa, vahim sonuç şimdiden bellidir: başarısızlık. Başka?

"Kendimi yazarak "tarif etmek" istiyorum desem?"

Sorulara soru ile yanıt vermekten kaçının derim. Çünkü bu tür yanıtlar, genellikle sorunun içeriğine dair bir hazırlıksızlığın ya da kararsızlığın belirtisidir. Unutmayın, siz bir oyun yazarak, rahatlıkla "tanrısal" olarak nitelenebilecek iradenizle, bir dünya yaratacak ve o dünyanın içinde yer alacak insanların yazgısını belirleyeceksiniz. Böyle bir işe neden kalkışacaksınız ki?

"Çünkü anlatacak çok şeyim olduğuna inanıyorum."

Tanrısallık dedim, bu noktadan sürdüreyim o zaman. Sizce tanrı, kendini anlatmak için mi dünyayı ve insanları yarattı? Hatta yaratmakla kalmayıp, değiştirilemez yazgılarla onları donatması, onların buna "rağmen" davranmaları, tanrının anlatmak istediği çok şeyi olduğunu mu kanıtlıyor? Durun, yanıt vermekte acele etmeyin. Burada elbette teolojik bir tartışma çıkarma peşinde değilim. Söylemek istediğimi biraz açayım. Siz milyonlarca yıldır varolan ve üstünde yaşayanlarla birlikte daha ne kadar varolacağı kestirilemeyen dünyada "ömür" dediğimiz süreci, belirli bir zaman diliminde yaşayacak ve ölecek bir insansınız. Sizden önce birçok şey yaşandı, sizin tanıklığınızda birçok şey yaşanıyor ve kim bilir sizden sonra neler yaşanacak.. Sizden önce yaşananlar, sizi ilgilendiriyor mu?

"Hem de nasıl! Öğrenmek için elimden geleni yapıyor, okuyor, araştırıyorum."

Geçmişe dair merak. Bu iyi. Merak, yazarlığın en önemli ateşleyicisidir, bu duygunuzu hiç yitirmemelisiniz sevgili dostum. Peki bugün yaşadıklarınız, dünyanın bugünkü hali?

"Dünyanın hali beni ilgilendirmez mi hiç?"

Yine soruya soruyla yanıt veriyorsunuz.

"Nereye varmak istediğinizi tam olarak anlamadığımdan olsa gerek..."

Oraya birlikte varacağız. Dünyanın bugünkü haliyle niye ilgileniyorsunuz? Sizi zorladığımı biliyorum. Bu bir sınav değil, içinizden geleni söyleyin. Çünkü içinizden gelen, içtenliğin ve size ait olanın yansımasıdır. Alıntılara, kaynaklara gerek duymadan konuşun. Onlar genellikle, içimizden gelen değil, içimizde yer almasını ve bizi, bizim yerimize anlatmasını istediklerimizdir. İçselleştirilmedikleri zaman, insanı sıkıcı bir ukalaya, işlevsiz bir bilgi yığınına dönüştürüverir. Benim istediğim, en azından şimdilik, kendinizi neden "tarif" etmek istediğinizi öğrenmek. Haydi söyleyin, dünya sizi niye ilgilendiriyor?

"Çünkü ben bu dünyada yaşıyorum. Yaşadıklarım, tanıklıklarım, öğrendiklerim beni ilgilendiriyor. Beni etkiliyorlar, biçimlendiriyorlar, yaşamımı belirliyorlar."

Siz de bunları yazmak istiyorsunuz?

"Evet. Demiştim, kendimi tarif etmek istiyorum."

Kendinizi " tarif" etmeniz, başkalarını niye ilgilendirsin? Yalnızca kendinizi "tarif" etmenizin, başkalarını ya da dünyayı ilgilendirecek kadar derin-yüksek-geniş olacağını nereden biliyorsunuz?

"Ama ben bu dünyadayım, olup biten her şey ve herkes beni ne kadar ilgilendiriyorsa, ben de herkesi o kadar ilgilendirmeliyim. İşte o yüzden yazmak istiyorum."

İlgilenilmesi gereken neyiniz var?

"Umudumu kırmak ister gibisiniz.."

Hiç olur mu? Ben yalnızca, kendini "yazmayı seviyorum" biçiminde tanımlayan ve sıklıkla karşılaşılan bir yazar tavrının ötesine geçmeye çalışıyorum. Oyun yazmak gibi, sizi bekleyen bir çok sorundan mürekkep bir sürece hazır olup olmadığınızı, öncelikle kendinize sormanızı istiyorum.

"Oyun yazarı olmak için ne gerekir?"

Oyun yazmak. Yazmıyorsanız, oyun yazarı değilsiniz. Oyun yazmak ise, öncelikle düşüncede başlayan bir eylem olarak, sizin buna hazır olup olmamanıza bağlıdır. Yazdığınız ya da yazacağınız oyunun, tiyatro olarak belli bir kitleye seslenecek olması, bunu kaçınılmaz biçimde size dayatır. Hep kendinizi anlatarak oyun yazamazsınız. Hep siz konuşarak, sayfaları ve zamanı dolduramazsınız. Hep kendi dünyanız içinde kalarak, başka dünyaları tanıyamaz, anlayamaz ve anlatamazsınız. Soruları sürekli kendi pencerenizden soramaz, yanıtlarını kendi yararınıza denk düştüğü biçimde veremezsiniz. Buna benzer birçok olumsuzluğu sayabilirim. Bütün bunlardan söz etmemin nedenini merak ediyor musunuz?

"Ediyorum. Her sözünüz başka soruları merak ettiriyor bana. Bu soruları ilerledikçe soracağım."

Ben de, bildiğimce yanıtlamaya, açıklamaya çalışacağım. Size şunu söylemeye çalışıyorum sevgili dostum; birçok oyun yazarı adayı, aklına geleni, aklına gelen ilk anlatım biçimiyle yazmaya kalkışır. Yeryüzünde böyle başlanıp da, üç sayfa sonra lastiği patlayıp yarı yolda kalmış kim bilir ne çok oyun metni vardır. Bunun bana göre ilk ve kaçınılmaz nedeni, yazar adayımızdaki yaşama ve sanata karşı tavır eksikliği ile işin mühendisliğine dair bilgi yoksunluğudur. Tavır eksikse, mühendislik yetkinliği işe yaramaz. Mühendislik açıdan eksikseniz, tavrınız ne kadar saygın ve inandırıcı olursa olsun, sonuç yine aynıdır: işe yaramaz.

"Tavır eksikliği derken, ne söylemek istiyorsunuz?"

Tavır, düşünsel donanımın ve yaşamsal deneyimlerin belirlediği, düşünme yöntemi-tutum alma kararlılığı ve davranma gücüyle beslenen, bu gücü sürdürülebilir kılacak soluğu ve niteliği tanımlayan bir kavramdır. Bir başka deyişle, yaşamın içindeki tüm tutum ve davranışlarımızın niteliği, bizim düşünsel zenginliğimizle, kişiliğimizle ve tercihlerimizle doğru orantılıdır. Bir olay, olgu ve kavram, işte bu nedenle her insanda farklı tavırlara yol açar. Sanatsal seçimler, üretimler ve tüketimler de, bu açıdan birer "tavır" göstergesidir.

"Sanatçı duruşu!"

Sanatçılığı da içinde barındıran, "insan" tavrı! "İnsan olmak", yaşamda da sanatta da, en iyi tavırdır sevgili dostum. Söylediğiniz gibi, "duruş" da diyebiliriz. Ama günümüzde, pek çok kavram gibi, bunu da eskittiler, içini boşalttılar, haydi söyleyeyim popüler saçmalıklara kurban ettiler. İşe en vahim yerden başlayıp, sanatı medya malzemesine dönüştürdüler ve bizi buna inandırmak için "teşkilatlandılar". Sözgelimi, günümüz medyasına baktığımızda, bu durumun önlenemez denilecek kadar çılgınlaştığını, "pop kültürün" "popo kültürü" ile yer değiştirdiğini görmekteyiz. Acıdır ki, bu saçmalık ateşine odun taşıyanlar, popüler olmayan ortamlarda "anlamlı" konuşmayı bizden daha iyi becerip, hem nalına hem mıhına yaşayan sanat ve yaşam rantiyeleri ile onların alkışçılarıdır. Ekranda gördüklerimizi, gazeteye resimleri basılanları söylemiyorum. Benim kastettiklerim, televizyonların, gazetelerin, ajansların yönetim odalarında oturanlarla, onların pastasından bir lokma almak için salta durup kalem oynatanlardır.. Birden çok dil bilirler, hepsi sırası geldiği zaman kişisel tarihlerinin onurlu sayfaları ile övünürler ve onları ne zaman eleştirseniz, insan olmanın erdemleriyle alay etme zavallılığına sığınarak saldırırlar. Siz bu kadar "teşkilatlı bir yozluğun" kolaylıkla mı yerleştiğini düşünüyorsunuz? Elbette hayır. Çünkü, bir düşünürümüzün söylediği gibi, " bu kadar cehalet, ancak bu kadar tahsille mümkün olabilir". Siz cehalet yerine "ihanet"i de kullanabilirsiniz. Vicdanlarını yitirmiş, çek defteri suratlı birer insanlık erozyonudurlar. Hiçbir ölçütleri yoktur. Neyse. Ben bunları, şimdilik bir kenara koymak istiyorum. Yoksa şikayetimiz, amacımızın önüne geçecek. Biz oyun yazarının tavrına geri dönelim..

"Peki sizin tavrınız ne?"

Tavır, insanın eylem alanına yönelik tutumunda kimlik kazanır ve ürünleriyle anlamlı hale gelir. Bana sorarsanız, şuna inanıyorum; sanat, yaşama müdahale etmektir. Siz sanatınızla, varolandan etkilenerek, olumlasanız da olumlamasanız da, yaşama dair bir şeyler söyleyeceksiniz, söylemelisiniz. Bunun olmazsa olmazı ise, yaşarken olup bitenin içinde kalmak, yazarken yaşamdan kopmamaktır. Bunlar çok iddialı ve yazdığınız her sözcüğü ipotek altına sokacak belirlemelerdir. Cesur, çevik ve ahlaklı bir yaşamı ve yazma eylemini dayatır. Sağlıklı bir dünya görüşünü, yürek ve beyin olarak "insandan yana" olmayı, müdahale aracı olarak seçilen sanat dalına dair donanımı ve üretimi anlatır. Bunları söylediğiniz an, yaşamınızı ve yazdıklarınızı, yapılacak eleştiriler karşısında çırılçıplak bıraktığınızı bilmelisiniz... Sevgili dostum, dilerseniz konuşmamıza, bir sonraki buluşmaya kadar virgül koyalım.

"Bir sonraki konuşmaya kadar ne yapacağım?"

Bugün, oyun yazmanın felsefesi üstüne bir pencere açmaya çalıştık. Bunu yapmadan oyun yazmaya başlanamayacağına inanıyorum. Siz, bir dahaki buluşmaya kadar, pencerenizi sonuna dek açmaya çalışın. İnanın, kendinizi sorgulayacak ve yazmaya hazır olup olmadığınıza karar vermeye başlayacaksınız. Düşünce kanallarınızı yoklamayı, sürekli olarak okumanızı ve şimdilik aklınıza gelen her şeyi yazmanızı, aklınıza gelen hiçbir şey yoksa, yazdıklarınızı temize çekmenizi öneririm. Yazmanın ilk adımlarından biri, harflerle sevişmeyi göze almaktır. Bunu göze alamayacaksanız gelmeyin. Tersi olursa, çok yorucu bir sürecin sizi beklediğini ise hiç unutmayın.

"Geleceğim."

Biliyorum, geleceksiniz...Sizi sevdiğim bir sözle uğurlayayım: En önemli sanat, yaşama sanatıdır. Bir oyun yazarının görevi de, buna katkı koymaktan başka bir şey değildir.

Haluk IŞIK

Oyun Yazarı/Dramaturg

haluk_isik@hotmail.com