Gurbete kaçacağım
O lacivert ülkeye
O üzünç denizine
Uzayan iskeleye
Ansızın zamansızın
Neler kalır geriye
Gurbete kaçacağım
O kimsesiz ülkeye
O geri donülmeze
Bağlanan ilk koprüye
Umarsız durmaksızın
Acılar tüketmeye
Gurbete çıkacağım
O duvaksız tepeye
O yolunda gözyaşı
Çeşmesi kuru köye
Kopup yalnizlığımdan
Kopup sonsuzluğumdan
Gurbete kaçacağım
Gurbete tükenmeye
im atölyesi dergisi "yolcu" sayısı çıktı!
Küflenmiş dağıtım ağından, reklam olgusundan, insanı araçlaştıran tüketim mekanizmalarından kaçınmaya çalışan dergimiz, gittikçe genişleyen aşağıdaki adreslerin gönüllü destekleriyle dağıtımını sürdürebilmektedir. Dergimizi bu adreslerden temin edebilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe-Kültür Merkezi (Reşatbey)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Baraj Yolu)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evia
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
İmge Kitabevi (Kızılay)
Ardıç Kitap ve Sanat Evi (Kızılay)
Tan Kitabevi (Kızılay)
İskenderun
Ferda Kitabevi
Doğan Sahaf
Çelik Sahaf
Konya
Nüve Kültür Merkezi
Mozaik Kafe
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Prometheus Sahaf
Martı Kitabevi
şimdi daha çok olmalı sokakta...
bak:
tomurcuklar patlayıp yaprak olmaya,
dillerde sevda türküleri dolanmaya,
ve papatyalar beyaza boyamaya başladı sokakları...
şimdi
en gerçek olan yerde...
en tehlikesiz, en mahsum yerde
şimdi daha çok sokaklarda...
Sahi nedir ki yeni?
Değil mi ki yeni olan kirlenmemiş, saf ve duru…
Değil mi ki onu, istediğin gibi işleyebilirsin
ve yine değil mi ki oda bir gün eskiyecek…
sahi nedir ki eski?ekinyas
bir gün çok uzaklarda,
dupduru akan bir pınarın yanı başında,
yemyeşil bir ağacın altında,
baharın kokusunu getiren,
o yörenin çalgılarından yapılmış,
yepyeni bir ezgi duyabilmek için…
im atölyesi
"yolcu" sayısı
çıktı!
Ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Göz kapaklarım, kafamın ve gözlerimin üzerinde “rahatsız” edici bir şekilde, ağırlaştı iyice. Kollarım olsaydı eğer sökerdim kendimi yerimden, atardım kendimi yere, kırardım kabuğumu ve oyardım gözlerimi.
Dünya yuvarlaklığındaki kafamın tam orta yerinde, bencil ve merkezcil olmama sebep, duran bu küçük delikten öyle sıkıldım artık. Sıkıldım artık, sonsuza dek sessizce bakmaktan devinimlere! Nasıl izlenir nesnelerin dönüşümleri daima hareketsiz, hareketsiz öylece!
Şu karşımda duran kapı. Biliyorum ölesiye istiyor yerimde olmayı. Yerimde olup ta, olup bitenleri, olmaya devam edenleri izlemeyi.
Kim var etti beni bilmiyorum. Bilsem karşılaşsam bir yerlerde esir olmanın hesabını sorardım ondan!
-nasıl sorardım, bir tek gözümle nasıl sorardım?-
Bugünün farkı var mı geçen günlerden? Yine kolunu okşadı patron kapının. Kapı sevindi, ruhunun okşanması hoşuna gitti. Dili çözülüverdi. Gövdesini sürükledi geriye doğru ve onun geçişine izin verdi. "teşekkür" bekledi... Gelmeyince sinirlendi çarptı kendini duvara, kapandı tekrar içine. Patron oturdu masasına, önünde duran o teknoloji harikası dediği bilgisayardan açtı beynimin içini. Direndim önce. Dişi olan canlıların çektiği doğum sancısıydı sanki içimdeki.
Beynimdeki verilere bir bir tıkladı.-bir başkasının kontrolünde yaşamak ne acı-gözümün algıladığı sonra onları hiç bir elemeye tabi tutmadan kaydettiği kareleri izledi uzun uzun.
Gördü; kapının dışında bir canlı doğum yapıyordu. Gülümsedi. Oysa ben nasılda acı çekerek izlemiştim onu. İzlemek ve tepkisiz kaydetmek zorunda kalmıştım. Üç küçük yavru köpek gördü sonra. Yoldan geçen, bir kız bir oğlanın onları aldığını ve yüzlerinde ki tebessümü de. Sokak lambalarının gözlerini kırpmadan güneşi beklediğini, büyük camekânlı komşu mağazalarının şehvetli ışıklarını, küçücük bir çocuğun çöpten ekmek aldığını, birkaç kadının bazı arabaları durdurup küfür ettiğini ya da binip gittiğini de…
Kapattı sonra tek tuşla ekranı. Çıktı yorulmuş zihnimden.
Devam ettim ben kaydetmeye. Gün öğleye çevirdiğinde yüzünü bir kaç müşteri geldi mağazaya. Bazıları fark etti beni. Bir gözün onları izlemesinden, sürekli peşlerinde olmasından rahatsız olup çıktı mağazadan. Bazıları el salladı beynimde uçuşan düşünceleri bilmeden, yorgunluğumu görmeden.
Hayat diyor canlılar adına. Akışına müdahale edemedikleri bir hayat. Karanlığını ve aydınlığını, yabancılığını, özgürlüğünü, yalnızlığını ve kalabalıklığını sürdükleri bir hayat.
Ve “kamera “ diyorlar benim adıma. Her şeyi görebilen bir varlık.
Düşünebilen canlılar her şeyi bilmekten, görmekten haz alıyorlar… Onlarda istiyor yerimde olmayı.
Varlığımın gereklerini yerine getirmek istemiyorum artık. Yapmam gerekenler yapabileceklerimin önünde engel olmaya devam ediyor… İçimdeki güneşle meydan okuyamıyorum beni var edene…
Oluşumlara, dönüşümlere, değişimlere eylemsiz kalıyorum yine.
EKİNYAS

Bir pazar sabahının aydınlığında vuruyoruz kendimizi yollara. Uzun bir yürüyüşün sonunda bir yudum çay için oturuyoruz denize nazır bir kafede.
Elindeki çiçek sepetiyle yaklaşıyor yanımıza, teninde Çukurova toprağının kuraklığını, kıpkırmızı rengini taşıyan, orta yaşlı bir kadın. “Bir tek sigara” istiyor annemden. Konuşmaya başlıyorlar…
Gözlerim günü karşılamanın heyecanındayken bütünleşiyorum denize vuran güneşin ışıltılarıyla.
“baktığım da aynalara bu ben değilim, demek istiyorum” diyor kadın. Şaşırıyorum. Ona dönüyorum. Farkımda olmadan devam ediyor konuşmasına:
“Beni onlar yarattılar, kadın olarak yaşayabilirim sadece. Ne de kolay onlarca”
Onlar…
Kolay mı gerçekten üzerine yapıştırılmış bir cinsel kimlikle yaşamak?
Rahat rahat koşup oynarken, mahalledeki kızlı erkekli oyunlara katılırken, ağaca tırmanırken, bahçelerden meyve toplarken çocuktuk. Sonra ilk kan geldi bizden. “genç kız oldun sen” dedi annemiz. “bundan sonra dikkatli oturup kalkmalısın, erkeklerle arana mesafe koymalısın!”
Meme uçlarımızda beliriverdi mi ne fena! Artık kaburga kemiklerimizin üstünde bir bez parçasıyla hayat bizi bekler.
Birden bire yeni bir kimliğin egemenliğine gireriz böylece. Birden bire henüz olmadığımız bir şeye dönüştürülürüz.
Baktığımızda aynalara “bu ben değilim” demek istesekte, aynadaki suretimizi “kendimiz” olarak kabul etmeye çoktan alışmışızdır. Her gün, dilimize oturmuş namus kavramıyla çıkarız evimizden. Tutarız yüreğimizi sokaklarda, mantığımızdan aykırı işler yapmasın diye. Dudaklarımızı kırmızıya boyar, tenimize yapışan kıyafetler giyer, yüksek topuklu ayakkabıların üstünde bir “yaşam” ararız kendimize…
Ben düşünürken gülüyor kadın. Son bir nefesi sert çekiyor, basıyor sigarayı tabağın içine. Sonra yükseltiyor sesini; annemin, benim, yan masada oturan adamların, ona bakan herkesin bakışlarını, düşüncelerini bastırmak istercesine:
“ötekileştirildim habersiz” !
Kapıdan çıkmadan dönüyor ardına, korkan yüzlerimize bir tebessüm ediyor ve dışarıya atıyor kendini…
Ötekileştirilen ama bundan hiç bu kadar rahatsız olmayan biz, kaçıyoruz yüreğimizdeki isyan sesinden, denize uzatıyoruz bakışlarımızı, “onlar”sa yarattıkları bu yüzün çaresizliğine bakarak, zevkle yudumluyor çayını.
Güneşin yakıcılığı, “yaratılan” ın sorgusuna bırakıyor kendini.
EKİNYAS