Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Birliği’nin (ICIJ) araştırmasına göre, bugün dünya üzerinde, 6 kıtadaki 110 ülkede faaliyet gösteren, 90 tane kâr amaçlı paralı asker şirketi bulunuyor...
Dünya üzerinde paralı asker sağlayan şirketlerin toplam kârının yıllık 100 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. (Jim Swanso, The Bush League of Nations)
“...Tel Aviv borsası, Lübnan’la korkunç savaşın yaşandığı 2006’nın ağustos ayında yükseldi. Aynı yılın son çeyreğinde, Hamas’ın hükümete gelmesini izleyen, Gazze ve Batı Şeria’ya yapılan saldırılar sırasında da İsrail’in ekonomisi inanılmaz bir biçimde, yüzde 8 büyüme gösterdi.” (Naomi Klein, The Shock Doctrine)
“Seni aptal, mesele para! Parayı takip et!”
İran’da Ayetullah Ali Hamaney bütün Müslümanları Gazze’yi savunmaya çağırıyor. İranlı gençler, dünyanın efendilerine ve halkların sessizliğine hınçla, kalplerini yumrukları gibi sıka sıka adlarını listelere yazdırıyorlar şimdi.
Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal, Şam’dan bağırıyor:
“3. İntifada başlasın! Tek yol intihar saldırıları!”
Filistinli gençler, onları her kapıda soyup duran İsraillilere inat kapanıyorlar durmadan, maskeleniyorlar ve adlarını yazdırıyorlar listelere.
Gazze’deki doktorların ellerinde çocuklar ölüyor. Dünyanın vicdanı bir kez daha naylon, her çocuğun her son nefesinde. Çocukların adları yazılıyor listelere.
Savaş sektörü
Başka bir yerde de başka listeler yapılıyor. Kaç füze başlığı, kaç gözetleme kamerası, ‘kötü adamları’ ayırt edecek kaç bilgisayar programı, özel güvenlikçi adı altında kaç işkenceci ve kaç paralı asker, özelleştirilmiş ve off-shore’laştırılmış savaş için ne kadar paramiliter kuvvet...
İsrail Gazze’yi neden vurdu sorusu yanıtlanıp duruyor. Obama’nın kucağına bir sorun koymak için, İsrail’in iç politika hesapları için, Hamas’ı iktidarı terk etmeye zorlamak için, Gazze’yi nihayet işgal etme hazırlığı için... Hepsi doğru ve hiçbiri. Esas neden başka.
Irak işgaliyle tavan yapan özelleştirilmiş savaş sektöründe İsrail her bakımdan bir numara. Hatta 11 Eylül’den sonra İsrail’in kendi korkularını sınırları ötesine ihraç etmeye başladığını, ABD ve Avrupa’yı tıpkı İsrail gibi güvenlik çılgınlığına sürüklediğini ve bu işten epey para kazandığını söyleyebiliriz.
Başta ABD olmak üzere tüm dünyaya yaptıkları ‘güvenlik’(!) ihracatının mallarını ise (sorgu yöntemlerinden akıllı kimlik kartlarına, akıllı kameralardan yalan makinelerine kadar) öncelikle Filistinliler üzerinde deniyorlar.
Bu bir sır da değil. Örneğin onlarca İsrail güvenlik şirketinden biri olan Suspect Detention Systems’ın sitesine girip bakın. ABD havalimanlarına 11 Eylül’den sonra sattıkları ‘iyi adamı kötü adamdan ayırma’ aygıtlarını Batı Şeria’da denediklerini, meşhur ‘check-pointlerde’ test sürüşü yapıldığını anlatıyorlar açık açık.
Diğer şirketler gibi bu şirketin de yönetiminde gururla gösterilen isimler arasında İsrail istihbarat örgütünün isimleri var.
‘Hamasistan’
Peki savaş bu kadar kârlı ve sürekli bir iş haline gelmişse, normal olarak(!) kâr etmeye ayarlı olan bu sektörün savaşı dört gözle beklemesi, çıkmayınca huzursuzlanması ve ‘ekmeğini taştan çıkarması’ gerekmez mi? Nihayetinde, en temelde olup biten budur. Gazze’de ya da Felluce’de, Bağdat’ta ya da Kâbil’de savaş ve güvenlik sektörünü hareketlendiren korku sürmelidir.
İsrailli politikacılar, saldırının Gazze’ye değil Hamas’a yönelik olduğunu söylüyor. Tıpkı Beyrut’u bombalayıp Hizbullah’a nişan aldıklarını söylemeleri gibi. Ama biliyor musunuz ki nicedir İsrailli politikacılar Gazze’ye ‘Hamasistan’ diyor. Yani Gazze’yi çoluk çocuk, genç yaşlı bir siyasi örgütten ibaret hale getiriyor.
Bu ‘tanıtım kampanyasına’ İsrail merkezli çokuluslu savaş şirketlerinden pay ve reklam alan çokuluslu haber kanalları ve Batılı ana-akım medya da katılıyor. Yani hep birlikte önce düşman, sonra korku ve en sonunda da sadece özelleştirilmiş savaş sektörünün kazanacağı o kan gölü yaratılıyor.
İşte Gazze’de kalbimiz bu yüzden 370 kez dövülüyor.
Uzun Zaman Önce... Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi. Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse ve Suları Kürekle Yarmazdı. Kıyı Dünyanın Sonuydu. Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı! Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın, Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar... Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?
Bu Blogda Ara
2 Ocak 2009 Cuma
No Future!

1980’lerde, Punk hareketi, “No Future!” (gelecek yok) sloganıyla vurmuştu isyanını açığa. Neydi bu sloganın anlamı? Modernist üretimci ana akım (ki bu ana akıma sosyalistler, komünistler ve hatta kısmen bir muhalif kanat olarak anarşistler de dahildi) insan mutluluğunu devamlı olarak geleceğe ertelemiş ve toplumu bu gelecek vaadiyle üretime sürmüştü. İşte Punklar “No Future” diyerek bu aldatmacaya isyan etmişti.
Son derece ironiktir ki, kapitalizm, içine girdiğimiz (ve galiba sonuna yaklaştığımız) yeni dönemde, punkların bu keskin, acı ve alaycı sloganını fiiliyatta gerçeğe dönüştürdü. Üretime ve tüketime sürülen ve atomize edilen kapitalist toplumlarda artık, özellikle yeni yetişen gençlik için gelecek diye bir şey yok. Kapitalizm, aşırı uzmanlaşmaya dayanan üretim teknikleriyle iş alanında istihdamı asgariye indiriyor, tamamen paranın hâkimiyetine dayanan üst derecede uzman yetiştirmeye yönelik bir eğitimi devreye sokuyor, böylece gençliği, hatta yüksek öğretim gören gençliği hiçbir geleceği olmayan, atomize olmuş potansiyel işsizler ordusuna dönüştürüyor.
Kapitalizmin bu geleceksiz işsiz yığınlarına bulduğu tek çare sosyal devlet. Sosyal devlet, kapitalizmin atomize ettiği, gelecekten yoksun bıraktığı bu potansiyel işsizler ordusunun tehlikeli bir sosyal patlama unsuruna dönüşmesini önlemek üzere devreye giriyor, bu kitleyi sosyal yardımlarla kıt kanaat yaşatarak tehlikenin önünde bir baraj oluşturuyor.
Evet ama kriz gelip kapıya dayandı ve sosyal devlet, yine kapitalizmin ihtiyaçlarına paralel olarak kırpılıp durmaktadır. Öte yandan, sosyal devletin kapatamadığı gedikler şimdiden net bir şekilde görülmektedir: işte üç yıl önceki Fransa, işte bugünkü Yunanistan.
Fransa, kapitalizmin bilinen atomizasyonuna ve gençliği geleceksiz bırakmasına ek olarak, bir de kendi eski sömürge nüfusundan gelen gençleri ve göçmenleri, bırakın gelecekten yoksun bırakmayı, bugünkü yaşam olanaklarından bile yoksun bırakan bir gettolaştırma veya gettolara hapsetme siyaseti izlemişti. Bu gettolardaki gençler, hem gelecekten, hem de topluma ilişkin her şeyden, kültürden de yoksun bir şekilde bu gettolarda yaşamaya (buna yaşamak denirse) mahkûm edilmişti. Dışlanan ve sürülen bu gençler, kendi aralarında bir alt kültür oluşturup ayaklandı, ne var ki, ayaklanmaları umudun değil, umutsuzluğun ürünüydü. Yanan arabaların alevleri bu gençlerin her türlü yaşam umudunu da yakıp kül ediyordu sanki.
Bugün ayaklanmanın Avrupa’nın diğer kapitalist ülkelerinde değil de Yunanistan’da başlamasının nedeni, Yunanistan’ın sosyal devletinin Avrupa’daki en zayıf sosyal devleti olmasıdır kanımca. Kapitalizm bu ülkede de diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi insanları atomize edip geleceksiz bırakmış, ancak bu noktada devreye giren sosyal devlet, diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, sosyal uyuşturma görevini yapamayacak ölçüde zayıf kalmıştır.
Öte yandan, Yunanistan’daki ayaklanma Fransa’dan önemli farklılıklar içermektedir. Buradaki ayaklanma, henüz yeni bir toplum oluşturma deneylerine dönüşmüş olmasa da, umutsuzluğun değil, umudun parladığı, hatta tüm dünyaya da taze umut aşılayan bir ayaklanmadır. Çünkü burada ayaklananlar umutsuz ve geleceksiz getto gençleri değil, geleceksizliğin bilincinde ve bu yüzden de kendi geleceğini tayin etme umudu olan her sınıf ve katmandan gençlerdir. Hatta bu ayaklanma gençlerle de kısıtlı değildir. Toplumun bütün sınıflarını sardığı ölçüde toplumsal bir umut olma potansiyeli taşıyan bir sosyal patlamadır.
Bazı arkadaşlar, Türkiye’de polis o kadar insan öldürüyor, bizde neden olmuyor böyle bir tepki diye soruyor. Polis baskısının kanıksanmış olması, 12 Eylül’ün etkisi gibi etkenleri bir yana bırakırsak, bana kalırsa, Türkiye’nin henüz bir Yunanistan’a dönüşememesinin nedeni, geleneksel cemaat yapılarının ve aile dayanışmasının kapitalizm tarafından henüz yeterince çözülmemiş olmasıdır. Evet kapitalizm, Türkiye’de de insanları atomize ediyor, insanları işsiz, gençleri geleceksiz bırakıyor, üstelik Türkiye’de, Yunanistan’daki kadar bile bir sosyal devlet yok. Evet ama Türkiye’de cemaat, köy ve aile dayanışması, Yunanistan’daki kadar çözülmüş ve ortadan kalkmış değil. Kapitalizmin yarattığı atomizasyona karşı insanların hâlâ sığınacakları bir aileleri, bir köyleri, bir cemaatleri, akrabaları var. Eğer bu olmasaydı, Türkiye’deki sosyal patlama, Yunanistan’dan bile çok daha şiddetli olabilirdi. Sorunu insanların korkaklığı ya da gevşekliği vb. gibi karakter özellikleriyle açıklamak sosyolojik bir çözüm olarak pek o kadar açıklayıcı değil.
Peki, ne olacak Yunanistan’da? Daha doğrusu ne olmasını bekliyoruz? Tabii herkesin beklentisi farklı olabilir. Ama devrimci bir bakış açısından, Galya Horozu’nun Yunanistan’da ötmeye başladığını, o tatlı ötüşün kulaklarımıza güzel bir şarkı gibi ulaştığını söyleyebiliriz. Evet ama bu kadarı yeter mi? Şimdi, gazeteler kızıl kara bayraklı anarşistlerden söz ediyor, öyle ki, Türk medyasında, bugüne kadar görmezden geldikleri anarşistlerle röportaj yarışı bile başlamış durumda. Anarşistlerin bu ayaklanmada önemli bir rol oynadığı bir gerçek. Ayaklanma kültürünü canlı tutan bugüne kadar anarşistler oldu. Stalinist gelenekten gelen Yunan Komünist Partisi ise, “provakatörler” diye ferlyadı basıyor her zamanki gibi.
Evet ama iş ayaklanma kültürüyle bitmiyor. Bakunin’in ünlü, “yıkma güdüsü aynı zamanda yapıcı bir güdüdür” sözü bugüne kadar daha çok, “yıkarsan yaparsın da” biçiminde anlaşıldı. Bu o kadar yanlış değil ama eksik. İşin bir de şu yanı var. Yapma umudu varsa yıkmak da kolaylaşır. Bugün görüldüğü kadarıyla hareketin yıkma gücü var ama yapma yönü zayıf.
Bunu biraz daha açayım. Nedir yıkılması gereken? Üretim toplumu, tüketim toplumu, kâr toplumu, silah ve şiddet toplumu. İşte bunların yıkılması, yerine şunların konması gerekiyor: asgari üretim, asgari tüketim, asgari çalışma (kapitalizmin kâr sistemi olmasa günde iki saatlik bir çalışmayla bu dünya cennet olur aslında), kâr yerine dayanışma ve işbirliği, karşılıklı yardımlaşma, tüm silâhların ve şiddet araçlarının imha edildiği bir toplum. Evet ama bütün bunların yapılabilmesi insan unsuruna bağlı. İnsan unsurunun değişimi de devasa bir kültürel devrimi gerektiriyor. İşte 68’in büyüklüğü buradan geliyor. 68, “Never work” (asla çalışma) sloganını atarak iki yüz yıldır aynı yönde akan toplumların önüne yeni bir yol çağrısıyla çıktı. İşte böyle büyük bir değişim gerekiyor. 1968’de de anarşistlerin büyük rolü vardı ama böylesine çağ değiştiren bir sloganı anarşistler icat edemedi de, anarşizmden esinlenen sitüatiyonistler ortaya attı. Anarşizm, çeşitli ayaklanmalarda en önde yıkıcı bayraklarını yükseltirken yeni topluma ilişkin önerilerinde ne yazık ki yeterince başarılı olamadı. Bunda, anarşist “ata”lardan örneğin Proudhon veya Kropotkin’in de “üretimci” olmalarının rolü olabilir mi?
Her neyse, Yunanistan’daki ayaklanmanın ne yönde seyredeceğini göreceğiz. Belki de ayaklanma ve öfke bir süreliğine yatışacak. Ama bu, ayaklanmanın durduğu anlamına gelmez. Bu toplumun, bu devleti ve bu sistemi kaldırmadığı ortaya çıktı. Bütün sorun, bu toplumun kendi yeni toplumun öğelerini adım adım örneklerle ortaya koymaya, yeni bir kültürel atılımın ve devrimin başlangıç adımlarını atmaya başlamasında.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)