Dolmuşa bindi, kendini kaybediyor gibiydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Halsizliğini "kemiklerim kırılıyor" diye ifade edebilirdi. Ama "anlamadım neren?" diyecek kimse yoktu ki neden desindi. Yalnızlık bi insana bu kadar neden koyuyordu. Kimse yalnız değil miydi? Herkes yalnızdı bu sistemde hani! Kİmse yalnız gibi görünmüyordu. Nedense "ben daha yalnızım" hissi vardı içinde. Tutuna tutuna bir yere oturdu nihayet. Güneş özellikle bi insana bu kadar vurabilirdi. Bir hüzme içinde geliyordu ışınlar. İki gözünü kaynak almış gibi kırpıştırıp kıstı. Bu koltuğun neden boş kaldığını anladı. Ücret olayına gelmişti sıra. İçinde lap top olduğu düşünülsün diye lap top çantası taşıyordu. Ama içinde lap top yoktu. Üç beş gereksiz şey bir de bitmeyen kitabının dışında. Açıp kapadı çantayı bozuk para aradı. Ama çantaya para koymadığını hatırladı. Cüzdanın bozukluklar için ayrılmış tek elle açması da kapaması da müthiş zor olan bölümünü yine zor açtı. İçinden iki lira çıkardı. Uzattı kimse almayabilirdi de ama birisi almıştı.
Şöförün yanında oturan şöför kankası dediğimiz adam iki el değiştiren parayı aldı. Şöförden daha uslanmaz bi tipti bu. Çirkinlikse allahı bu adamdaydı. Bu adam da yalnız değil miydi yani kim öpüyor bu adamın dudaklarını diye içinden geçirdi, kendine kızacak bir şey bulmuştu yine. Kahramanımız bu sırada kız almaya gitmiş de kahvesini bekliyormuş gibi bacaklar omuz hizasında bir çinliyi andıracak kadar gözlerini kısmış bi halde oturuyordu. Parayı eline alan bu beş parasız adam parayı alır almaz şöföre dönüp "bitirmiş pezevenk" dedi. Ne yani okulu bitiridiğini bu adam nasıl anlamıştı ki? Dolmuşlarda öğrenci ya da tam diye bi şey yoktu mesafe usulü ücretlendirme vardı. Şöför: Hadi yaa vay puşt dedi. Göbekli biri gibi dolu dolu ve distorşın bi sesle gülerek kankasına destek vermişti.
Kahramanımız yine gerilmişti işte. Acaba kızarıyor muydu. Bembeyaz suratının her yerde böyle olup "benim, benim evet ben bitirdim" diye bağırması mı gerekiyordu. Halbuki kimbilir kim bitirmişti. Ama artık kesindi kendisinin bitirdiğini burada da herkes biliyordu. Başarısız ve beş parasız olduğunu sağır sultanın duyması ise en az kafaya taktığı şeydi artık. İnmeliydi bu dolmuştan. İnecek var dedi. Bu titrek sesi çıkaran adamı herkes görmek ister gibiydi sanki. Baktığı herkesle bir kez göz teması kuruyordu. Daha fazla etrafına bakmayı kesti "müsait bi yer" dedi. Şöförün daha dikkatli bakma nedeni ise bu adam harbi harbi indi bindi yapıyordu galiba...(Şöföre göre indi bindi, tarifede yazan, teorik, gerçekliği olmayan bi şeydi.) Trafik hiç de müsait değildi. Tam da durmadı zaten.
Atlamasını bekliyordu. Üstüne olmayan takım elbisesi ve lap top çantasıyla hiç de atlayacak birine benzemiyordu "kahraman". İner inmez derin bi nefes aldı. Güneş dolmuştaki gibi yakıcı değildi. Rüzgar kravatını omzundan sırtına doğru yapıştırmıştı. Düzeltti. Dolmuşun içindekiler klip çekiyormuş gibi camdan dışarı buğulu ve halsizce bakmaya devam etti.
Şöför "kaça aldın köpeği" dedi. Çirkin kral "almadık ya bizim oğlanın bi arkadaşı bakamamış vermiş" dedi. Abi iti doyuramıyoruz dedi ne verdiysek bitirmiş...
Uzun Zaman Önce... Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi. Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse ve Suları Kürekle Yarmazdı. Kıyı Dünyanın Sonuydu. Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı! Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın, Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar... Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?
Bu Blogda Ara
12 Eylül 2009 Cumartesi
11 Eylül 2009 Cuma
Sanat Çıkmazı Etkinlik Günlüğü
9 Eylül 2009 Çarşamba
Umutlar kiralamıyoruz artık,kullanılmış umutlar da karşılamıyor siparişlerimizi ilkeler rehin, değerler eksiğine bozdurulmuş Büyük Pazarda,
Operadaki Hayalet yer gösteriyor ölen bir kültürün üyelerine, beşerî günahlarımıza makbuz kesiliyor, vergi yerine hayat iadesi topluyor Kent İdareleri,
Kolluk Kuvvetleri kuruşuz düzenleri dağıtıyor görüldüğü her yerde, eski plâk kapaklarını okşuyoruz yalnızlıktan, eski bir sıcaklığı arıyoruz magmalaşmış fotoğraflarda, kantatıyla dindirilmiş kelimeler akıp gidiyor konuşamadıklarımızın üzerinden,
takma yüreklerle sürüdüğümüz alışkanlıklar geri tepiyor, çekimine girdiğimiz her
yeni imkânın aydınlığında, tekrarlana tekrarlana içi boşalan gizlen pazarlıyoruz hayatına manşet arayanlara, naylon tadında maceralar, kalp para değerinde gecelik aşklar kırk kupona,
hayatı birbirinden kopya çeken çocuklara slogan ve cıngıl üretiyor, ödüller veriyoruz düşü dar, yüreği ensiz gündüz yıldızlarına buzlu ve hüzünlü rakılarla çınlattığımız içimizin kırılgan korunağı, iyi paketlenmiş vahşet sürüyor
piyasaya.
murathan mungan
Operadaki Hayalet yer gösteriyor ölen bir kültürün üyelerine, beşerî günahlarımıza makbuz kesiliyor, vergi yerine hayat iadesi topluyor Kent İdareleri,
Kolluk Kuvvetleri kuruşuz düzenleri dağıtıyor görüldüğü her yerde, eski plâk kapaklarını okşuyoruz yalnızlıktan, eski bir sıcaklığı arıyoruz magmalaşmış fotoğraflarda, kantatıyla dindirilmiş kelimeler akıp gidiyor konuşamadıklarımızın üzerinden,
takma yüreklerle sürüdüğümüz alışkanlıklar geri tepiyor, çekimine girdiğimiz her
yeni imkânın aydınlığında, tekrarlana tekrarlana içi boşalan gizlen pazarlıyoruz hayatına manşet arayanlara, naylon tadında maceralar, kalp para değerinde gecelik aşklar kırk kupona,
hayatı birbirinden kopya çeken çocuklara slogan ve cıngıl üretiyor, ödüller veriyoruz düşü dar, yüreği ensiz gündüz yıldızlarına buzlu ve hüzünlü rakılarla çınlattığımız içimizin kırılgan korunağı, iyi paketlenmiş vahşet sürüyor
piyasaya.
murathan mungan
4 Eylül 2009 Cuma
uzaklardan gelen...

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun… İstemek de güzel.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
