Bu Blogda Ara

29 Ağustos 2010 Pazar

BİZİM OYLARIMIZLA ŞİRKETLERE YASALAR


Tarımsal ürünlerin tarladan sofraya kadar olan süreci yani tedarik zinciri küresel kapitalist ekonominin gerekliliğine koşut yeniden düzenleniyor. Eski süreçte tedarik zinciri ülke ekonomisinin tercihlerine ve çiftçiler ile tüketicilerin ihtiyaçlarına göre düzenleniyordu.

Tedarik zinciri ulusal ekonominin ihtiyaçlarına göre belirlendiği dönemlerde tarımsal alanda kurulmuş olan kooperatifler önemli görevler görüyorlardı. Kooperatifler üreticinin ürünlerini piyasaya göre yüksek fiyata alıyor, tüketiciye de piyasadan daha düşük fiyata satıyordu. Üstelik bu koşullarda kooperatiflerin sunduğu gıdalar piyasadaki diğer gıdalara göre daha güvenli ve sağlıklıydı. Böylece tüketici düşük fiyat sayesinde kooperatiflerin sunduğu güvenilir ve sağlıklı gıdaya erişebiliyordu. Tüketici harcamalarının önemli bölümü de yurt içinde kalıyordu.

Çiftçi ürününü üyesi olduğu kooperatifine satıyor, üretim girdilerini de bağlı olduğu kooperatiflerinden piyasaya oranla daha düşük fiyata sağlıyordu. Böylece çiftçiler piyasadaki sağlayıcı şirketlere ve çiftçinin zayıf anını kollayıp yapışan keneleri olan tefecilere muhtaç kalmıyordu.

Bütün bu önemli ve yararlı yanlarına karşın kooperatiflerin aksayan yanları yok değildi, vardı. Kooperatif üyeliği tapu sahibi olma koşuluna bağlanıyordu. Kooperatiflere aidatlar ödeniyordu ancak kooperatiften çiftçiler ayrıldığında birikmiş aidatları aktüerya faizi üzerinden hesaplanarak geri verilmiyordu; birikmiş aidatları kesildiği zamandaki miktarı üzerinden faizsiz olarak iade ediliyordu. Kooperatif üyesi olan çiftçi taahhüt ettiği ürün miktarını bir sefer karşılayamadığında kooperatif hizmetlerinden yararlanamıyor, seçim zamanı oy kullanamıyordu.

Kooperatiflerin yukarıda sıralanan antidemokratik mevzuatlarının yanında yönetimleri de demokratik olarak belirlenemiyor ve yönetilemiyordu. Kooperatiflerin yönetimini belirleyen üyeleri oluyor fakat üyelerin seçimle belirledikleri yönetimlerin üzerine Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından atanan bir Genel Müdürle devlet bu birlikleri fiilen yönetiyordu.

Devlet atadığı genel müdür kanalıyla ne kadar ürün alacağına, alınan ürünün fiyatının ne olacağına, alınan ürününün ne kadarının işleneceğine, işlenen ürünün kaça satılacağına kararı veriyor, çiftçilere yasal hakları olan kârdan pay (risturn payı) genellikle vermiyordu ama zora düşen şirket ve sanayicilere birlikler ortak edilerek kurtarılıyordu. Örneğin, Yeni Çeltek Kömür Madeni İşletmesi tarımsal birliklerin ortak edildiği alanlardan sadece birisi…

Kısacası tarımsal üretimden elde edilen ürünün satışından elde edilen kazanç ile işlendikten sonra satılan gıdalardan elde edilen artı değer üretici olan çiftçiye ve tarım sektörüne geri döndürülmüyor, devlet eliyle (hükümetlerin kararlarıyla) Yeni Çeltek Kömür işletmesi örneğinde olduğu gibi sanayi ve şirketlere kaynak olarak aktarılıyordu. Eğer tarımdan elde edilen kazanç tarıma geri döndürülebilseydi yani tarımın gelişmesi için kullanılıyor olsaydı bugün köyler böyle yoksul olmayacaktı, sosyal düzeyi daha gelişmiş olacaktı. Başka bir deyişle bugün köylüyü devletin sırtında kambur olarak gören kimi “ekonomist-aydın”, sanayi ve tüccarın ülkemizin eriştiği gelişmişlik düzeyinin temelinde yoğun bir köylü sömürüsünün olduğunu herkesten çok onlar bilmektedir. Ancak bunu bilmelerine karşın taraf oldukları sermaye sınıfından yana görünmek ve onlara yaranmak adına köylüyü devletin sırtında kambur olarak anlatırlar öyle algılanması için çabalarlar. Erişilen düzeye sadece işçileri sömürerek erişilmediğini çiftçilerin alınterine el koyma suretiyle varıldığını yine en iyi onlar bildikleri halde bilim insanlığının kendilerine sağladığı prestiji yanılsama yaratmakta kullandılar, hala da kullanmaya devam ediyorlar.

Çiftçiler o gün de bu gün de alınterlerine böylesine “hayasızca el konulmasına” karşı çıkıyor, eleştiriyor. Kooperatifler ve birliklerini kendileri yönetmek, yönetimlerini ve genel müdürlerini de demokratik olarak kendilerinin belirlemelerini istiyorlar. Çiftçiler bu isteklerini her fırsatta ve platformda dile getirdiler, getirmeye devam ediyor ve savunuyorlar.

Ancak hükümetler tarımsal ürünlerin tarladan sofraya kadar olan sürecini çiftçilerin lehine düzenlemek yerine tedarik zinciri küresel ekonominin baş aktörleri olan büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerinin çıkarına yeniden düzenlendiler. Mecliste bu düzenlemelerin yapıldığı süreçte çiftçiler isteklerini Mecliste grubu olan partilere taşıdılar. Ancak onlar üretici çiftçileri değil, Dünya Bankasını dolayısıyla büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerini dinlediler ve onların çıkarına yasal düzenlemeler yaptılar.

Dünya Bankası’nın isteğiyle DSP-MHP ANAP Koalisyonu 4572 Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri’ne ilişkin bir yasa çıkardı.
Çıkarılan Yasa ile;
• Yeniden Yapılandırma kurulları oluşturuldu. Kurullar Birlik yönetimlerin üzerinde üst bir yetkiyle donatıldı. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerinin şirketlere dönüştürülmesinde Yeniden Yapılandırma Kurulları belirleyici hale getirildi.
• Kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörüldü. Böylece Birlik fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı.
• Birliklerin devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından herhangi bir mali destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu.
• Birliklere banka kurma yasağı getirildi.
Böylece bırakın kooperatiflerimizin demokratik yapılara kavuşturulmasını üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle yetersiz olan bağını çıkarılan bu söz konusu yasa ile tümden kopardılar. Çiftçilerin örgütleri olan kooperatif ve birlikleri birer piyasa aktörü haline getirdiler.
Kısacası bugüne değin hükümet olan siyasal partiler oyları bizden alarak kanun yapma gücüne eriştiler ancak bizlerin çıkarlarını korumadılar. Büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerini tarım ve gıdada egemen kılmak için 4572 Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri benzeri yasalar çıkardılar.

Abdullah AYSU

21 Ağustos 2010 Cumartesi

“ENDÜSTRİYEL ORGANİK TARIM” DA NE?


Bu başlık da ne oluyor, demeyin. Hem “organik” hem de “endüstriyel tarım” bir arada, size yelkenli denizaltı gibi saçma gelebilir. Ancak ne yazık ki böyle bir durum bütün dünyada var. Organik tarımı tek ürün (monokültür ) sistemi ile, büyük işletmeler halinde, endüstrinin ürettiği organik ilaçlar ve organik gübrelerle (uzak mesafelerden geliyor) ve yerel çeşitlerle değil de şirket tohumlarını, fidanlarını kullanarak yapıyorsanız ve ürünler çoğunlukla ihraç ediliyor ve süpermarketlerde satılıyorsa bu tarım sistemi ne çevreye ne de insana saygılı olamıyor. Örneğin 200 dekar kiraz veya domates üretiyorsunuz, bu nasıl ekolojik olabilir? Büyük ilaç şirketleri artık hızla organik üreticiler için ilaçlar üretiyorlar. Çiftçinin tarım ilaçlarını yerel olarak üretmesi çoğu zaman engelleniyor. Araştırmacılar çoğunlukla patentlenecek ilaçlar, gübreler peşinde koşuyorlar. Böylelikle yeni bir hegemonya başlatılıyor.

Bu sorunları ifade edebilmek için bir terim aradığımızda İstanbul’daki bir sempozyumda bir İspanyol araştırmacısı ve ekolojik ürün üreticisinden bu “endüstriyel organik tarım” terimini duyduğumda bütün bu eleştirilerimize karşılık gelen bir terim olduğunu anladım.

Ülkemizde organik tarım Avrupalı organik tarım şirketlerinin desteği ile ihracata yönelik olarak başlamış idi. Dolayısıyla bu iş baştan itibaren sadece bir ticaret gözüyle bakılmıştır. Hala da pek bir şey değişmedi. İzmir’de yapılan “organik tarım arama toplantısında” yerel tohumların tohum yasası ile baskılandığını, bunların çiftçilerce satılmasının yasaklandığını söyleyerek katılımcılardan destek istediğimde çay aralarında birkaç kişi dışında bir olumlu cevap alamamıştım. Çoğunluğun böyle bir derdi yoktu. Onlara göre organik tarımın yerel çeşitlerle yapılması için çok bir ihtiyaç yoktu. Hatta çoğu endüstriyel tarım olmaz ise dünyanın aç kalacağını da düşünüyorlardı. Hatta toplantıda Tarım Bakanlığından bazı bürokratlar açıkça tohum yasasını desteklediler.

Yerel tohumların hem hastalık ve zararlılara daha dayanıklı hem de besin içerikleri bakımından daha zengin olduğu biliniyor. O zaman gerçek bir organik hareketin yerel tohumlara destek çıkması ve en kısa zamanda organik üretimi yerel tohumlar temelinde yönlendirmesi gerekmez miydi? Ne gezer, organik tarımı sadece bir ticaret olarak görenler endüstriyel tarımla kol kola bir tavır içindeler. Dahası yerel tohum sorununa kayıtsızlar. Bu gidiş varsa varsa yeni bir hegemonyaya varır.
Gerçekten hem çevreye hem de başta çiftçiler insana saygılı bir ekolojik tarım hareketine ihtiyaç var.

Tayfun ÖZKAYA

6 Ağustos 2010 Cuma

ALTI AĞUSTOS

öyle zamanlar kaldı ki geride;
kırmızı ve mavi!

kaç baharı bıraktık ardımızda;
neler yaptığımızı hatırlayamadığımız.

üstümüze basa basa geçenlerin ardından geliyor,
yeni bir bahar şimdi...

yeni renkleriyle!