Bu Blogda Ara

25 Ağustos 2011 Perşembe

'Dört örgüt yazmışsınız da, hangisine üyeyim?'

“Merhaba,

Sizlere bu mektubu Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevinden yazıyorum. Uzun tutukluluk süreleri, tutukluluğun cezaya dönüşmesi gibi konular; gazeteciler, komutanlar veya milletvekilleri olunca sık sık tartışılıyor ama sayımız sürekli arttığından olsa gerek, üniversite öğrencilerinin seslerini duyurması pek kolay olmuyor. Böyle bir durumda benim, bizim haberimizi yaptığınız için öncelikle sizlere teşekkür ederim.

23 Ocak günü tutuklandım. Yani bu mektup sizlerin eline geçtiğinde benim tutukluluk sürem 7 ayı geçmiş olacak. Hatırlarsınız, aralık ve ocak ayı üniversite öğrencilerinin sık sık eylem yaptığı bir dönemdi. Özellikle 15 Aralık ve 5 Ocak'ta ODTÜ'de yaşananlar hatırlanacaktır. Tam da böyle bir dönemde 5 üniversite öğrencisinin Ankara'da tutuklanması 'ilginç bir tesadüftü'.

Biz tutuklandıktan dört gün sonra ana haber bültenlerine 'son dakika haberi' olarak düştük. Özetle, 'Üniversiteleri kana bulayacak kaos timi yakalandı!' deniyordu. Bizlere ne savcılıkta ne de tutuklanma talebiyle çıkarıldığımız nöbetçi mahkemede herhangi bir silahla ilgili soru dahi sorulmamasına, böyle bir şeyin lafının bile edilmemesine rağmen; sanki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mühimmat deposunda yakalanmışçasına, bir orduya yetecek sayıda silah görüntüleri ve 'kapı kırma' sahneleri eşliğinde verildi haberimiz ve elbette olmazsa olmaz 'eli kanlı teröristler' ifadesiyle.

Ne de olsa parkta yürürken bir anda çok sayıda sivil polisin etraflarını sarmasıyla gözaltına alınan, daha sonra gecenin bir yarısı kaldığı eve, yurda örneğin, benim ailemle birlikte yaşadığım eve, kapıyı çalarak girilmesi oldukça sıradan olurdu ve haber değeri taşımazdı; hele bir de ortada bahsi geçen bir 'kaos timi' ise. Ama 'Ankara Emniyeti'nin Büyük Operasyonu' olarak haberlere çıkan 'operasyon' yalnızca bu kadardı. Tabi burada şunu sormak gerekiyor: Madem haberlere bu şekilde çıkartılacak kadar delil var ortada, 7 aydır iddianame nasıl hazırlanmaz? Neden bize her ay 'delillerin toplanmamış olması, kaçma şüphesinin olması' gibi sebeplerle tutukluluğun devam kararı alındığı bildirilir? Eğer hala 'delil' arıyorlarsa, bu haberler nasıl yapıldı?

Yaşayarak gördüm ki, eğer bir kere eviniz arandıysa; bundan sonra her şey delildir. Örneğin, hakkında hiçbir toplatma kararı olmayan, birçok kitapçıda bulunabilecek yasal dergiler, sokakta, şehir merkezlerinin en işlek yerlerinde dağıtılan bildirilerden sizin evinizde çıktıysa, bunlar 'yasadışı silahlı terör örgütü üyeliği' için delildir. Peki, tamamen yasal bir şey, nasıl 'yasadışı örgüt üyeliği' için delil olabilir? Sadece bu da değil; örneğin bir kâğıtta isimler ve telefon numaraları yazmışsanız bu bile delil olabilir.

Üst üste gazetecilerin tutuklanması gerçekleştiğinde, gazeteciler 'Not defterimize not almaya korkar olduk' diyorlardı; anlaşılan artık tanıdığımız herkesin telefon numarasını da ezberlemek zorunda kalacağız. Aslında bu konuda öyle ilginç şeyler ortaya çıktı ki; karikatürleştirip kitap haline getirilse kimse gerçek olduğuna inanmaz.

İlk hatırladığım Hopa olaylarında tutuklananların delilinin çizgi film olması ya da benim şu an birlikte kaldığım arkadaşımın dosyasında yer alan üyesi olduğu sanat derneğine ait su faturası. 'Su faturası' nasıl olur da 'yasadışı örgüt üyeliği' için delil olur? Benim karşıma çıkanların en ilginç olanı ise, hatırladığım kadarıyla (çünkü dosyada gizlilik kararı var, bu yüzden 7 ay önce savcılıkta ifade verilirken bana gösterilenler kadarını biliyorum, onların da hatırlayabildiğim kadarını) 'Kapitalizm ve Kriz' üzerine bir sayfaya yazılmış notlardı. Bunu ilginç yapan detay benim Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat öğrencisi olmam. Bu da delil olabiliyorsa, sanırım evimde arama yapan polislere ders kitaplarımı almadıkları için teşekkür etmem gerek; görülen o ki onlar da delil olabilirmiş.

Bize yönelik iddialar ise öyle 'ilginç' ki. Her şey bir yana, bir insan aynı anda dört ayrı örgütün üyesi olabilir mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Ama bizim dosyamızda tam olarak bu var. Gözaltındayken ifadem için küçük bir odaya avukatımla birlikte alındığımda, bilgisayar ekranında iddia kısmında dört ayrı örgüt ismi yazılıp, 'Bunlara üye olmak' diye görünce şaşırdım, görevli polis memuruna sordum; 'Dört tane örgüt yazmışsınız da, ben hangisine üyeymişim?' diye. Aldığım cevabı hiç unutmuyorum, 'İşte, bunlardan biri' demişti bana.

Sanki sayısal loto oynamışlar ya da belki de Nasreddin Hoca misali 'Biz yazalım, ya tutarsa?' demişlerdir. O anda, o cevabı duyduğumda gülmüştüm, 3 günlük gözaltı ve ev araması gerginliğinin üstüne iyi bile gelmişti ama o zaman nereden bilebilirdim ki bunun 7 ay ve daha fazlası bir tutukluluğa sebep olabileceğini?

Bir de F Tipi'nde yaşadıklarım var elbette. Mektupların kaybolması, çok sayıda mektup yasağı cezası ki artık bunlar açık görüş cezası da oluyor, gibi sıradan uygulamalar... Benim asıl anlatmak istediğim, Mayıs ayında üniversiteden iki arkadaşım tutuklanınca, biliyorsunuzdur F Tipi hücreleri 3 kişilik, onların yanına geçmek istedim. Ben bunun için uğraşmaya başladığımda cezaevi idaresi görüşlerden sonra arkadaşlarımın aileleriyle görüşüp; 'Sizin çocuklarınızın yanına teröristler geçmeye çalışıyor, bir dilekçe yazın yanlarına kimseyi geçirmeyelim' demeleri oldu.

Cezaevi idaresi bunu hangi yetkiyle neye dayanarak yapıyor, bilemiyorum. Nasıl olur da onların ailelerini de korkutmaya çalışır onu da anlayamıyorum; sadece bir tek soru sormak istiyorum; bu yaşananlardan sonra aslında benim hakkımda verilecek kararın çoktan verildiğini mi anlamam gerek?

İşte son 7 ayda yaşadıklarım bunlar. Sizlerle de paylaşmak istedim. Hoşçakalın.

Yusufcan Yıldırım
1 Nolu F Tipi Cezaevi
Sincan/ANKARA”

19 Ağustos 2011 Cuma

yolculuk

Simurg, bir masal kuşudur.


Uzun boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzer kocaman bir kuş…
Kuşların sultanıdır.
Kaf dağının ardında yaşar.
Efsaneye göre, kuşlar, sultanlarını bulmak üzere toplanıp yola çıkarlar bir gün…
Yol uzun, yolculuk zorludur.
Aşk denizinden geçerler önce…
Ayrılık vadisinden uçarlar… Hırs ovasını aşıp, kıskançlık gölüne saparlar…
Kuşların kimi aşk denizine dalar, kimi ayrılık vadisinde kopar sürüden…
Kimi hırslanıp düşer ovaya, kimi kıskanıp batar göle…
Yolculuk bittiğinde, Kaf dağının ardına sadece 30 kuş varabilmiştir.
Sultanları Simurg’u bulamazlar orada…
Sonunda sırrı, sözcükler çözer:
Farsça “si”, “otuz” demektir.
…”murg” ise “kuş”…
“otuz kuş” anlar ki, aradıkları sultan kendileridir.
Ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Mihri Belli'den bize kalan: Devrimin güncelliği

“Lenin’in düşüncesinin özü ve onu Marx’a bağlayan belirleyici halka devrimin güncelliğidir,” der George Lukacs, 1924’te yazdığı Lenin değerlendirmesinde. 1960’ların ikinci yarısında Mihri Belli’ye çağdaşları arasında özgün bir konum sağlayan ve onu “devrimci gençlik” hareketinin kutup yıldızı kılan da aynı şeydi: Devrimin güncelliği.
1960’ların hummalı “devrim stratejisi” tartışmaları içinde Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim”ini “devrimci militan”ın gözünde anlamlı kılan, onun teorik olarak tutarlı bir bütün oluşturup oluşturmadığı değil, devrimi güncel bir süreç olarak kavramamıza yardımcı olan kurgusuydu… O yıllarda devrimin bilgisi henüz “devrimci militan”ın kendi pratiğinin ürünü değildi. Bunun için kendi devrimci eyleminin sonuçlarıyla yüzleşeceği sonraki kırk yılın yaşanması, devrimcilerin kendilerini bekleyen darağaçları, makineli tüfek mermileri, zindanlar, işkence merkezleri, prangalar, demirden döşekler, taştan sedirlerle; dostların gülleriyle, zalimin zulmüyle tanışmaları gerekecekti.
Mihri Belli’nin ve onun kuşağından olanların -eşi Sevim Belli (Tarı), Şevki Akşit, İlhan Erdost, Sevinç Özgüner…-benim kuşağım için asıl anlamı işte burada, hayatta tutulacak bir yol, kendini feda edeceği bir dava peşinde koşan genç aydına verdikleri esindeydi: Bütün insanlığın ezme ve ezilme ilişkilerinden özgürleşmesi, bir total kurtuluş pratiği, komünizme giden bir devrim, mümkün ve günceldir.
Haklarını yemeyelim, tek parti devrinin hapishane ve işkenceli sorgu merkezlerinden çıkıp gelen; sosyalizmin bilgisini yasaklara rağmen sonraki devrimci kuşaklara, devrimin öznesi emekçiye taşımak için teksir makinelerinde, el ile çalışan matbaalarda çoğaltan, bunun bedelini hayatlarıyla ödeyen, aynı taze devrimci mesajı bugün de bize ileten marşları ve şarkıları yaratan bütün sosyalistlerin 1960’ların ikinci yarısındaki büyük uyanışta payı vardı.
Mihri Belli’nin özgünlüğü ise her günkü mücadeleye devrimci bir bağlam kazandırabileceğiniz bir genel çerçeveyi kurmaya talip olmasında ve elbette en az bunun kadar arkasında sürüklediği pelerininde, özgeçmişindeydi… Mihri Belli 1980 sonrasında İsveç’e sürgüne gidinceye kadar, kendi yaşamı ve deneyimini, öznesi birinci tekil şahıs olan cümlelerle hiç anlatmamıştı kamusal alanda. O kuşak sözüne “ben” diye başlamayı “ayıp”, kendi erdeminden söz etmeyi ise “çok ayıp” sayardı. Kötü ünlü “1951 tevkifatı”nda, Sansaryan Han’daki hücresinde bir yıl boyunca her gün işkence gördüğü halde Mihri Belli’nin “konuşmadı”ğını, aynı tevkifatta mahkemeyle işbirliği yapan Aclan Sayılgan’ın kitaplarından öğrenecektik. Çenesindeki yara izinin Yunanistan iç savaşındaki gerilla mücadelesinden kalma olduğu ise bir söylence olmaya devam edecekti!.. Mihri Belli hapisten çıkmış ve işte bir başka devrime yardımcı olmak için eşiyle birlikte Cezayir’e gitmişti ve şimdi yurduna dönmüştü… Bir başka devrim için. “Devrimin güncelliği”nin bir kişide somutlaşmasının 20’lerindeki militanlar için bundan daha açık ve daha etkileyici bir ifadesi olabilir miydi? Bu somutluğun içinden savunulan bir tezin karşısında durmak çok zordu, herkes için.
96 yılın üstesinden gelmek
Ama gün gelecek Mihri Belli birinci şahsın gözünden Çin Devrimi’nden manzaralar aktarmak zorunda kalacaktı devrimci militanlara. 1970 yazı gelmiş, 15-16 Haziran işçi ayaklanması “devrimin güncelliği” tartışmasını “Milli Demokratik Devrim” karargahının kapılarına dayamıştı. Şimdi “devrimin güncelliği” algısıyla bir “devrim yapma”ya kalkışacak devrimci militanları uyarması gerekiyordu Mihri Belli’nin; bir devrim için “devrimci durum”un olgunlaşmış olması gerekirdi. Mihri Belli yaz tatili günlerinde olunmasına karşın hınca hınç dolu Ankara SBF büyük anfisinde anlatıyordu: “Edgar Snow’un eşiyle aynı gemideyiz, Şanghay limanına vardık. Günde bir tas pirinç için insanlar birbirini yiyor. On iki yaşında kız çocukları fahişelik yapıyor… İşte Çin Devrimi bu arka planda olgunlaştı…” Heyhat, uyarı mesajı onu can kulağıyla dinleyen militanın zihnindeki Mihri Belli imgesinin daha da renklenmesinden başka bir şeye yaramayacaktı: “Mihri Abi, Çin Devrimi’nde de yer almış!”
12 Mart 1971 yarı-askeri darbesiyle devrimci hareketin pratik karşı karşıya gelişi Türkiye sosyalist hareketinin ve Türkiye siyasi topoğrafyasının tamamını değişime uğratırken, Mihri Belli de sosyalist mücadelenin merkezi politik önderliği rolünü kendi okulundan yetişmiş gençlere bırakmaksızın edemezdi.
Ama, hiç değişmeyen mutlak hakikatler de var: Marx ve Lenin’in “devrimin güncelliği”ni vazeden yapıtlarını, Marksizmin devrimci geleneğini Türkiye toprağına taşıyan Mihri Belli ve onun dava arkadaşlarıydı; devrimci mücadelenin yüksek ahlaki standartlarını sonraki kuşaklara aktaranlar da onlardı. 96 yıl yaşamak bir devrimci için çok riskli olabilirdi. Ama Mihri Belli bunun da üstesinden geldi, 96 yıl boyunca davasına sadık kalmayı başardı. Hep Lenin’i Marx’a bağlayan halkaya bağladı kendisini: Devrimin güncelliği!
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ




14 Ağustos 2011 Pazar

Sareri Hovin Mernem

Zehra'nın türküsü: "Sareri Hovin Mernem"

Bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacında, pür dikkat Zehra'nın yanık sesini dinliyoruz. Zehra gözlerini kapatmış, " Turnam gidersen Mardin'e/ Turnam yare selam söyle" diyor. Öyle yanık ki sesi, öyle içten söylüyor ki hasretini...

Bir gün, bir trafik kazasında ölüm susturuyor Zehra'nın sesini, nefesini...

Her türkü, yaratıcısının yüklediği anlamını veya anılar zincirini, varsa hikayesini yazar. Bir de bizim için ayrı bir hikaye oluşturur. Çok sevdiğimiz eski bir arkadaşımızın büyülü sesini fısıldar kulaklarımıza, her duyduğumuzda içimize oturur. O an neredeysek her şey değişir ve biz bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacına gider, gözümüzün önünde Zehra, onun yanık sesini dinleriz.

Bir başkasının hafızasında alçak bir katliamın izlerini taşır bazen bir türkü. Ninelerin ağıtları ve çocukların şaşkın bakışlarıyla uğurlanır ölüler. Şehrin taş evlerine çarpar, yankılanır çığlıklar. Bir daha dönmeyeceğini bilmenin çaresizliği yakar yürekleri " Hem kavime hem kardaşa/ Turnam yare selam söyle..."

Ya da bir yıldır görmemiştir sevdalısını bir Ermeni genci ve onun uğruna ölümü bile hiçe sayar, onu gören gözlere hayatını adar. Nasıl bir sevdadır ki bu canından vazgeçirebilir insanı. " Dağların rüzgarına öleyim/ Yarimin boyuna öleyim/ Bir yıldır ki görmemişim/ Görenin gözüne öleyim/ Durmuşum gelemiyorum/ Dolmuşum ağlayamıyorum/ Bir yıldır ki görmemişim/ Görenin gözüne öleyim. "



Bir türkü iki kardeş dilde

Zehra'nın söylediği bu türkünün bir Ermeni türküsü olduğunu öğrendiğimde türkünün anlamı bir kat daha artacaktı benim için. Ne de güzel olacaktı, bir türkü iki kardeş dilde ve tek bir ezgide birleşecekti artık.

Ermeni asıllı İranlı müzisyen Hovannes Badalyan, türküyü saklı bir hazineyken gün ışığına çıkarmış, notaya almış ve halk arasında çokça söylenir hale gelmesini sağlamış.Türküye başka dillerde de söz yazılmış ve hangi millete ait olduğu sıkça tartışılmış.

Bizim olmayana onursuzca sahip çıkmak çirkin bir tutum elbette. Örneğin, Kürt, Ermeni ve Azeri ezgilerinin üzerine söz yazıp TRT arşivlerine geçirilmesi gibi örnekler belleğimizdeki yerini koruyor. Ama şimdilik olaya burdan bakmak yerine, başka bir açıdan bakalım.

Pakrat Estukyanın dediği gibi " Hindistan'dan gelmedi ya bu türkü! " Her iki dilde de hasreti, aşkı anlatmıyor mu? Bunlar kardeş iki halk değil mi? Elbette ki etkileşim yaşayacaklar, elbette ki türküleri iç içe geçecek, karışacak, hatta bazen kime ait olduğu bile belli olmayacak. Bunlar çok normal, tersi bir durum anormal olmaz mıydı? Neden her iki dilde de dinlediğim bu türküden ayrı ayrı haz aldığımda yaşadığım güzelliği yabana atayım? Neden haz almak yerine kavgaya düşeyim? Birilerinin kurnazlıklarının ağına takılarak yaşayacağım güzellikleri görmezden geleyim.

Türküler kimsenin değil ki!

Onlara sahip çıkmak, koruyup kollamak başka, onları hoyratça sahiplenip, üzerinde hak iddia etmek başka.

Türküler kimsenin değil ki!

Onlar bazen deli bir genç kızın rüzgarda sallanan saçlarında, bazen fırtınada mavi beyaz köpüklü dalgaların kıvrımlarında.

Onları tutmak, zincire vurup " sen benim esirimsin! " demek ne mümkün.

Şimdi gözlerimi kapatıyorum.Şu an herşey değişiyor ve ben bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacına gidiyorum. Gözümün önünde Zehra, onun yanık sesini dinliyorum.

Turnam gidersen Mardin'e

Turnam yare selam söyle...

dilek ersoy