Bu Blogda Ara

18 Eylül 2014 Perşembe

SINIRDA GEÇEN 3 YIL

Bundan 2 yıl önceydi…
5 yıllık fakülteyi 8 yılda bitireli henüz üç ay olmuştu. “Henüz üç ay” deyip de küçümsemeyeyim. Sanki ömrümün en uzun günleriydi.
Çevremde “ başarısız ve beş parasız” olarak biliniyordum. Tam bir ayrık otuydum. Nerde bir hak ihlali görsem oraya koşuyor avazımın çıktığı kadar bağırıyordum. Zaman zaman derste kapitalizm anlatan hocalarıma kafa tutuyor, zaman zaman meslek odalarında mücadele eden hocalarımın derslerine girip “insanca yaşam nedir” diye soruyor ve hoca ile yürüttüğümüz uzun tartışmalar sonucunda sınıf arkadaşlarımın tabiri ile dersi kaynatıyordum. En çok da o zaman seviliyordum.
Üniversiteyi bitirdiğimde bir mesleğim olmayacağını daha hazırlıkta iken anlamıştım. Öyle ya da böyle bu okul bitecek ve bende çoğu üniversite mezunu arkadaşım gibi işsizler ordusuna girecektim. “Bu düzeni belki değiştiririm” deyip yola koyulduğumda hazırlık sınıfını yeni bitirmiştim.
O dönemler Çukurova Üniversitesinde “solcu öğrenciler” ne de güzel işler yapıyordu. R-1 dersliklerinin kantini buram buram sosyalizm kokuyordu. Yan yana dizilmiş masalarda günlük gazeteler, çeşitli devrimci kurumların yayın organları, duvarlarda Che, Mahir, Deniz posterleri, diğer bütün kantinlerden daha ucuz tost ve çay imkânı…
Bağlama, gitar, yan flüt, bendir eşliğinde verilen müzik dinletileri. Satranç masaları…
İnsan bir girdi mi çıkası gelmiyordu.
Uzun uzun sohbetler ediliyordu. Ve bu uzun sohbetler sonrası daha çok daha çok okuyası geliyordu insanın. Kapitalizmden aşka, sosyalizmden varoluşçuluğa, sanattan felsefeye, ne çok konuşurduk. Bir birimizi ikna etme çabaları her birimizi daha çok öğrenmeye zorluyordu. Öyle de oldu. Şimdi bakıyorum da ne öğrenmişsem hayata dair o uzun sohbetlerden öğrenmişim.
Sonra bir gün büyü bozuldu. Böyle bir komün yaşam deneyimine önce rektörlük sonra da devlet tahammül edemedi. Bir sene okullar açıldığı vakit, baktık ki kantinimiz kapatılmış yerine derslik yapılmış… Biz inatçı çocuklardık. Burası olmazsa başka yerler olurdu. Bir anda her yere dağıldık. Ama gardını iyi almıştı rakibimiz. Ardı ardına gelen soruşturmalar, uzaklaştırmalar, atılmalar, ceza evleri.
Rakip oyuncu taktik değiştirmişti. Nasıl yapsaydık ne yapsaydık da onları yenebilecek bir taktik geliştirseydik. Tamda burada dağılmaya başladık. Bireysel çözümler araştırması her birimizin tercihi oldu.
O dönem ben derslerime gidip gelmeye başladım. Hiç istemediğim bu bölüm ilgimi çekmeye başladı. Zaman zaman bir araya gelip tartışıyorduk. Böylesi daha iyi oldu deyip kendimizi avutuyorduk. Oysa çok iyi biliyorduk ki ancak “örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemezdi”. Ama artık öğrenci hareketi içinde olmazdı. Başka bir alanda mücadele etmeliydi.
Okulu bitirmeye karar verdim. Akademisyen olacaktım. Bazı hocalarım da sürekli teşvik ediyordu beni “AKP üniversitelerde kadrolaşıyor, bırakmayın bu alanları” diye. Nihayetinde bitti okul. Sudan çıkmış balık gibiydim. Akademisyen olmak için belli şartları yerine getirmek gerekirdi. En basitinden yabancı dil sınavına girmek ve yeterli puanı almak gerekiyordu. İngilizce hazırlık okusam da bir faydası olmamıştı. Kendimi ifade etmekten başka bir şey öğrenmemiştim. Bir dil kursuna kayıt yaptırmam gerekiyordu ama param yoktu.
Okulu bitirdiğim gün iş aramaya başladım. Birkaç firma ön görüşmeye çağırdı. Kendimi yeterince “pazarlayamadığım” için işe alınmadım. İş arama çabalarım üç ay sürdü.
Sonra bir gün çantamı alıp sırtıma Hatay da ki arkadaşlarımın yanına gittim. Biraz gırgır biraz şamata ederiz ve üzerimde ki ölü toprağını atarım diye. Tabi ki öyle olmadı.
Suriye iç savaşı birinci yılını doldurmamıştı. Kentte tuhaf tipler kol geziyordu. Hatay’a geldiğim önceki yıllarda sokaklarda gördüğüm kadın sayısı oldukça azalmıştı. Akşamları şehrin merkezinde bulunan saray caddesinde saatlerce oturan Hataylılar yerini bıyıksız ve uzun sakallı, şalvarlı yabancı insanlara bırakmıştı. Arkadaşlarımın o güzel sohbeti ise yalnız “savaş” olmuştu. Bir sanat merkezinde üretim yapan bu arkadaşlarım şehri bile terk etmeyi düşünüyorlardı. Nitekim bir ay sonra göç ettiler.
Kafamda ki “Özgürlükler şehri Hatay” nasıl olmuştu da bir anda bu kadar tersine dönmüştü.
Bu kez, üniversitede yaptığım hatayı yapmayacaktım. Bireysel çözümlerin peşine düşmeyecek, bu kentin insanlarıyla omuz omuza verip “barış için savaşacaktım .”
Buraya yerleşmeye karar verdim. Önce şehirde bulunan üniversitenin yüksek lisans koşullarına baktım. Şansım yanımdaydı. Dil sınavından geçerli puanı almak gerekmiyordu. Hemen Adana’ya dönüp evraklarımı toparladım ve başvurumu yaptım. Programa kabul edildim. Ve asla yaşayacağımı tahmin edemediğim bir sürecin ilk adımını attım…
Savaşın bu kadar çok konuşulduğu bir şehirde, kendi iç hesaplaşmalarım nedeniyle de sık sık kafam karışıyordu.
Suriye savaşı kimin savaşıydı?
Esad diktatör müydü?
Hatay da savaşa karşı sokağa çıkan insanlar Esad’cı mıydı?
Sokaklarda ki bu yabancılar savaş mağduru muydu, yoksa savaşçı mı?
Cihat için savaşmak ne demekti?
Suriye’den Hatay’ a gelip burada yaşamaya çalışanlara ev kiralanmalı mıydı?
……….
Sokaklarda o kadar çok Suriyeli vardı ki. Mutlaka ortak arkadaşlarınız çıkıyordu. Kendine barış aktivistiyim ya da savaş muhabiriyim diyen çok sayıda insan da Hatay’daydı o dönemler.
İstanbul da yaşayan bir arkadaşımda “barış aktivisti” olan bir arkadaşı ile sınıra gitmek üzere Hatay’a geldi. İşte onun aracılığı ile de birkaç Suriye vatandaşı ile tanıştım. Beraber Reyhanlı’ya, Cilvegözü’ne hatta Cilvegözü sınırında bulunan Türkiye Suriye tampon bölgesine dahi gittik.
Suriye uyruklu bu arkadaşlarımız bizi her gün bir yere götürüyordu. Savaşı ve mağduriyetlerini öyle içten anlatıyorlardı ki kendimizi o savaşın içinde hissediyorduk. Bizi Reyhanlı’da bulunan bazı pansiyonlara götürüyorlardı. Pansiyonların duvarlarında Arapça yazılar yazıyordu. Yerlerde minderler vardı. Bazı fizyoterapi aletleri vardı. Ve bütün odalarda kolu ya da bacağı olmayan ya da tekerlekli sandalyede oturmuş insanlar bulunuyordu. Bu insanlar bize saatlerce Esad’ın zulmünü anlatıyor ve Suriye ordusunun attığı bombalar sonucu yaralandıklarını söylüyorlardı.
Yine bir Reyhanlı ziyaretimizde tanıştığımız ve bu pansiyonlarda “gönüllü olarak çalışan” birkaç kişi ile bir kafede yaptığımız görüşme sırasında içlerinden birisi bizi Cilvegözü sınırında bulunan tampon bölgeye götürebileceğini söyledi.
Bu bulunmaz nimeti kaçırır mıydık? Hemen kabul ettik ve ertesi gün yola koyulduk. 4 kişiydik ve yalnızca benim pasaportum yoktu. Sorun olur mu dedim. Güldüler. Sınır kapısına geldik. Kapının hemen yanında bulunan tel örgüler yırtılmıştı. Ve bu tel örgüler arasından çoluk çocuk genç yaşlı birçok insan giriş çıkış yapıyordu. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya karşıya geçtik. Kapıda polis yoktu. Yalnızca gümrük memurları vardı. Bir de kenarda bir yerde bir asker elinde silahıyla nöbet tutuyordu. Kapıya giden yol boyunca IHH tırları duruyordu. Tampon bölgeye ulaştığımızda bir adam karşıladı bizi. Arkadaşlarım adamla yarı Arapça yarı İngilizce konuşmaya çalışırken etrafıma bakındım. Bir Pazar yeri gibiydi. Döner, çay, kahve sigara satan tezgâhtarlar vardı. Türkiye’ye geçmek üzere bekleyen yığınla kadın erkek çocuk genç vardı.  Baştan aşağıya siyah üniforma giyinmiş elinde silahıyla nöbet tutan birkaç “asker” vardı. Ve IHH yelekleriyle harıl harıl çalışan kişiler.
Bizi karşılayan adam eşliğinde plakası olmayan bir transite bindik ve Suriye kapısına kadar ilerledik. Yanımızdan arkası açık pikap arabalar geçiyordu. Üzerinde silahlı kişiler vardı ve sürekli video çekiyorlardı.
Bir an kendimi bir filmin içinde gibi hissettim. Resmen bir savaş vardı ve biz de bu savaşın tam göbeğindeydik… Gözlerim doldu. Bu kadar duygu yoğunluğu fazlaydı. Bıraktım kendimi ve ağlamaya başladım.
Bizim Cilvegözü ziyaretimizden on gün sonra tamda o tampon bölgede bir patlama gerçekleşti. Ve o gün karşılaştığımız tezgâhtarların çoğu o patlamada yaşamını kaybetti.
Kafa karışıklığım ile sorduğum sorulara hala bir cevap bulamamıştım.
İstanbul’dan gelen arkadaşlarım Cilvegözü’ne gittiğimiz günden sonra şehirlerine döndüler. Biz ise Suriyeli arkadaşlarımızla görüşmeye devam ettik. Hatta ilişkimiz o kadar ilerledi ki akşamları evimizde kalıyorlardı ve uzun uzun Suriye iç savaşı üzerine konuşuyorduk. Arkadaşlarımızın bileklerinde üç yıldızlı Suriye bayrağı vardı. Genellikle taktıkları atkılarda da aynı simge yer alıyordu. Savaşın mağdurlarını o kadar sıcak hissediyorduk ki bu simgeleri hiç sorgulamadık.
Bağlı olduğumuz kurumlarda savaşa karşı “mücadele” etmeye devam ediyorduk. Geceler boyu süren tartışmalarımızda kimin cihatçı militan kimin gerçek savaş mağduru olduğu anlamaya çalışıyor, nasıl bir politik hat buluruz da bu soruna doğru yerden müdahale ederiz diye bir birimizi yiyorduk.
Belde belde geziyor ve halk toplantıları yapıyorduk. Gittiğimiz mahallelerde insanlar savaşı neden istemediğini anlatırken bizlerde “savaşın gerçek” yüzünü görmeye başladık. Suriye savaşından kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Hatay da ev kiralayan çoğu kişinin evinde bomba düzenekleri hazırladığı, geceleri dışarıya çıkan bu kişilerin sırtında silah olduğu vs. gibi birçok örnekle karşı karşıya kalan mahallelilerin anlattıklarıyla beraber, ciddi bir tehdit altında olduğumuzu hissettirmeğe başlamıştık.
Ve sonra bir Cumartesi günü saat 13.45 de Reyhanlı da bir bomba patladı. Hissettiklerimizi hangi kelimeyi kullansam anlatamam. Ardı ardına ölüm haberleri geliyordu. Hastaneler dolup taşıyordu. Oralarda yaşayan arkadaşlarımıza ulaşmaya çalışıyorduk ama telefonlar çekmiyordu.   
İlk refleks olarak akşam saatlerine, kentte bulunan demokratik kitle örgütleri ile beraber bir basın açıklaması yaptık. Ertesi gün 5 bin, sonra ki gün 10 bini bulan yürüyüşler yapıldı. Ve Hatay da gezinin etkisiyle de aylar süren sokak eylemleri başlamış oldu.
Reyhanlı patlamasının ardından Suriyeli arkadaşlarımızla iletişimimiz koptu. Çünkü onlarda Suriye de cihat için savaşan her militan gibi kayıplara karıştı!!!
Kafamız artık daha netleşmişti. Cihatçı katilleri kentimizden kovacaktık. Şehrimizi savaşın üssü olarak kullandırmayacaktık. Suriyeli savaş mağdurlarının kayıt altına alınmasını ve bunlara mülteci kimliğinin verilmesini haklarının korunmasını talep ediyorduk. Hükümet cihatçı katillere verdiği desteği kesmeliydi, açık sınır politikasından vazgeçmeliydi. Sınırda bulunan cihatçı kampları kapatılmalı, katiller yargılanmalıydı.
Elimizden geldiğince Hatay da gelişen olayların haberi yapıyor burada ki durumu Türkiye ile paylaşıyorduk. Sokakta verdiğimiz meşru ve militan mücadele sonucunda belli kazanımlarda elde etmiştik. Örneğin ağırlıklı olarak Sünni vatandaşların yaşadığı Reyhanlı da yapılan katliamın ardından alevi nüfusunun yoğun olduğu Antakya’nın günlerce sokakları tek etmemesi sonucunda şehirde yaratılmaya çalışılan Alevi Sünni çatışmasının önüne geçmiş ve halkların kardeşliği örneğini sunmuştuk…
Suriye savaşı üç yılını geride bıraktı. Bizlerde bazen şaşkın bazen kararlı savaş karşıtı verdiğimiz mücadele içinde üç yıl yaşadık.
Ortadoğu’nun dengeleri şimdilerde oldukça değişti. Hatay da ise durum daha da karmaşık hale geldi. Sayısı bir milyonu bulun Suriyeli sığınmacıların büyük kısmı Hatay da yaşıyor. Kılık değiştiren cihatçı katilleri de üzerine eklediğimizde kimin ne olduğunu anlamakta eskiden daha çok zorlanıyoruz.
Kentimizde taciz, tecavüz, hırsızlık, gasp olayları artıyor. Hatay halkı sosyal medya üzerinden sürekli olarak canları ile tehdit ediliyor. Kadınların şehri Antakya da artık rahatça dolaşmak bilincimizin gerisine bıraktığımız bir anı olarak kalıyor. Kadınlar çocuklarını yalnız sokağa çıkarmıyor…
Her gece rüya görmüyorum. Ama her gördüğüm rüyada bir cihatçının kafamı kestiğini ya da bir arkadaşımı öldürdüğünü vs. görüyorum. İşime gitmek üzere evden çıktığımda sürekli gerime bakıyorum. Her an ensemde hissettiğim, bir cihatçının bana saldıracağı korkusuyla hızlı adımlar atıyorum.
İş yerimde Suriyeli kadın işçiler var. Türkiyeli işçilerin aldığı paranın yarısını alıyorlar. Ve onlardan ağır koşullarda çalışıyorlar. Çalıştırılmaları yasak olduğundan iş kazası yaşadıklarında hastaneye götüremiyoruz. Çoğu 14-15 yaşında kız çocukları. İçlerinden biri geçtiğimiz günlerde ailesi ile beraber Suriye’ye dönmek zorunda kaldı. Çünkü Reyhanlı da oturdukları evin sahibi olan adam onu üçüncü eş olarak “almak” istedi. Karşılığında da ailesine “sizde evde kira vermeden oturursunuz” demiş. Babası kızının evlenmesini istemeyince adam evden çıkarmış. Ve lanet edip ülkelerine geri dönmüşler! Şuan belki de hayatta değiller…
Söyleyeceğim o ki; üstümüze bombalar yağmasa da bizler üç yılı aşkın bir süredir savaşın içinde yaşıyoruz. Çoğu kez şans eseri hayatta kalıyorum diye hissediyorum. (oldukça masum, mağdur olduğunu düşündüğün Suriyeli arkadaşlarım cihatçı olabiliyor. Cilvegözü patlaması orada bulunduğum gün olsaydı? Reyhanlı patlaması olduğu gün o saatte Reyhanlı’ da bir röportaja gidecektim, son dakika program değişti… falan filan)
Dostlarımda yaptığım kahve sohbetlerinde güzel şeylerden bahsetmek istiyorum. Olmuyor, konu dönüp dolaşıp savaşa geliyor.
İnternete her girdiğimde önce Hatay valiliğinin sonra genelkurmay başkanlığının sayfasını açıyor ve sınır olaylarına bakıyorum. “komik videolar” izleyemiyorum, elim hep cihatçı katillerin katliam ya da propaganda videolarına gidiyor.
Evimin önünde ki yoldan; Harbiye’den Yayladağı sınırına doğru giden her askeri konvoyda elimde telefonum tedirginlikle bekliyorum. Ya bir saldırı varsa diye! Hele aynı yöne giden ambulans da varsa ve sirenlerini açmışsa…
Bazen yanıma sevdiğim bir arkadaşımı alıp, şehri yukarıdan görebileceğim bir tepeye çıkıyorum.  Saatlerce seyredip gözlerimi bu güzellikle dolduruyorum. Ve önce ki sorularımdan daha gerçek olan bir soruyu soruyorum;
Ya bu kentin üzerinden bir gün dumanlar yükselirse?
Özge SAPMAZ

5.9.2014/ANTAKYA