Bundan 2 yıl
önceydi…
5 yıllık
fakülteyi 8 yılda bitireli henüz üç ay olmuştu. “Henüz üç ay” deyip de
küçümsemeyeyim. Sanki ömrümün en uzun günleriydi.
Çevremde “
başarısız ve beş parasız” olarak biliniyordum. Tam bir ayrık otuydum. Nerde bir
hak ihlali görsem oraya koşuyor avazımın çıktığı kadar bağırıyordum. Zaman
zaman derste kapitalizm anlatan hocalarıma kafa tutuyor, zaman zaman meslek
odalarında mücadele eden hocalarımın derslerine girip “insanca yaşam nedir”
diye soruyor ve hoca ile yürüttüğümüz uzun tartışmalar sonucunda sınıf
arkadaşlarımın tabiri ile dersi kaynatıyordum. En çok da o zaman seviliyordum.
Üniversiteyi
bitirdiğimde bir mesleğim olmayacağını daha hazırlıkta iken anlamıştım. Öyle ya
da böyle bu okul bitecek ve bende çoğu üniversite mezunu arkadaşım gibi
işsizler ordusuna girecektim. “Bu düzeni belki değiştiririm” deyip yola
koyulduğumda hazırlık sınıfını yeni bitirmiştim.
O dönemler
Çukurova Üniversitesinde “solcu öğrenciler” ne de güzel işler yapıyordu. R-1
dersliklerinin kantini buram buram sosyalizm kokuyordu. Yan yana dizilmiş
masalarda günlük gazeteler, çeşitli devrimci kurumların yayın organları,
duvarlarda Che, Mahir, Deniz posterleri, diğer bütün kantinlerden daha ucuz
tost ve çay imkânı…
Bağlama,
gitar, yan flüt, bendir eşliğinde verilen müzik dinletileri. Satranç masaları…
İnsan bir
girdi mi çıkası gelmiyordu.
Uzun uzun
sohbetler ediliyordu. Ve bu uzun sohbetler sonrası daha çok daha çok okuyası
geliyordu insanın. Kapitalizmden aşka, sosyalizmden varoluşçuluğa, sanattan
felsefeye, ne çok konuşurduk. Bir birimizi ikna etme çabaları her birimizi daha
çok öğrenmeye zorluyordu. Öyle de oldu. Şimdi bakıyorum da ne öğrenmişsem
hayata dair o uzun sohbetlerden öğrenmişim.
Sonra bir gün
büyü bozuldu. Böyle bir komün yaşam deneyimine önce rektörlük sonra da devlet
tahammül edemedi. Bir sene okullar açıldığı vakit, baktık ki kantinimiz
kapatılmış yerine derslik yapılmış… Biz inatçı çocuklardık. Burası olmazsa
başka yerler olurdu. Bir anda her yere dağıldık. Ama gardını iyi almıştı
rakibimiz. Ardı ardına gelen soruşturmalar, uzaklaştırmalar, atılmalar, ceza
evleri.
Rakip oyuncu
taktik değiştirmişti. Nasıl yapsaydık ne yapsaydık da onları yenebilecek bir
taktik geliştirseydik. Tamda burada dağılmaya başladık. Bireysel çözümler
araştırması her birimizin tercihi oldu.
O dönem ben
derslerime gidip gelmeye başladım. Hiç istemediğim bu bölüm ilgimi çekmeye
başladı. Zaman zaman bir araya gelip tartışıyorduk. Böylesi daha iyi oldu deyip
kendimizi avutuyorduk. Oysa çok iyi biliyorduk ki ancak “örgütlü bir halkı
hiçbir kuvvet yenemezdi”. Ama artık öğrenci hareketi içinde olmazdı. Başka bir
alanda mücadele etmeliydi.
Okulu
bitirmeye karar verdim. Akademisyen olacaktım. Bazı hocalarım da sürekli teşvik
ediyordu beni “AKP üniversitelerde kadrolaşıyor, bırakmayın bu alanları” diye.
Nihayetinde bitti okul. Sudan çıkmış balık gibiydim. Akademisyen olmak için
belli şartları yerine getirmek gerekirdi. En basitinden yabancı dil sınavına
girmek ve yeterli puanı almak gerekiyordu. İngilizce hazırlık okusam da bir
faydası olmamıştı. Kendimi ifade etmekten başka bir şey öğrenmemiştim. Bir dil
kursuna kayıt yaptırmam gerekiyordu ama param yoktu.
Okulu
bitirdiğim gün iş aramaya başladım. Birkaç firma ön görüşmeye çağırdı. Kendimi
yeterince “pazarlayamadığım” için işe alınmadım. İş arama çabalarım üç ay
sürdü.
Sonra bir gün
çantamı alıp sırtıma Hatay da ki arkadaşlarımın yanına gittim. Biraz gırgır
biraz şamata ederiz ve üzerimde ki ölü toprağını atarım diye. Tabi ki öyle
olmadı.
Suriye iç savaşı
birinci yılını doldurmamıştı. Kentte tuhaf tipler kol geziyordu. Hatay’a
geldiğim önceki yıllarda sokaklarda gördüğüm kadın sayısı oldukça azalmıştı.
Akşamları şehrin merkezinde bulunan saray caddesinde saatlerce oturan
Hataylılar yerini bıyıksız ve uzun sakallı, şalvarlı yabancı insanlara
bırakmıştı. Arkadaşlarımın o güzel sohbeti ise yalnız “savaş” olmuştu. Bir
sanat merkezinde üretim yapan bu arkadaşlarım şehri bile terk etmeyi
düşünüyorlardı. Nitekim bir ay sonra göç ettiler.
Kafamda ki
“Özgürlükler şehri Hatay” nasıl olmuştu da bir anda bu kadar tersine dönmüştü.
Bu kez,
üniversitede yaptığım hatayı yapmayacaktım. Bireysel çözümlerin peşine
düşmeyecek, bu kentin insanlarıyla omuz omuza verip “barış için savaşacaktım .”
Buraya
yerleşmeye karar verdim. Önce şehirde bulunan üniversitenin yüksek lisans
koşullarına baktım. Şansım yanımdaydı. Dil sınavından geçerli puanı almak
gerekmiyordu. Hemen Adana’ya dönüp evraklarımı toparladım ve başvurumu yaptım.
Programa kabul edildim. Ve asla yaşayacağımı tahmin edemediğim bir sürecin ilk
adımını attım…
Savaşın bu
kadar çok konuşulduğu bir şehirde, kendi iç hesaplaşmalarım nedeniyle de sık
sık kafam karışıyordu.
Suriye savaşı
kimin savaşıydı?
Esad diktatör
müydü?
Hatay da
savaşa karşı sokağa çıkan insanlar Esad’cı mıydı?
Sokaklarda ki
bu yabancılar savaş mağduru muydu, yoksa savaşçı mı?
Cihat için
savaşmak ne demekti?
Suriye’den
Hatay’ a gelip burada yaşamaya çalışanlara ev kiralanmalı mıydı?
……….
Sokaklarda o
kadar çok Suriyeli vardı ki. Mutlaka ortak arkadaşlarınız çıkıyordu. Kendine
barış aktivistiyim ya da savaş muhabiriyim diyen çok sayıda insan da
Hatay’daydı o dönemler.
İstanbul da
yaşayan bir arkadaşımda “barış aktivisti” olan bir arkadaşı ile sınıra gitmek
üzere Hatay’a geldi. İşte onun aracılığı ile de birkaç Suriye vatandaşı ile
tanıştım. Beraber Reyhanlı’ya, Cilvegözü’ne hatta Cilvegözü sınırında bulunan
Türkiye Suriye tampon bölgesine dahi gittik.
Suriye uyruklu
bu arkadaşlarımız bizi her gün bir yere götürüyordu. Savaşı ve mağduriyetlerini
öyle içten anlatıyorlardı ki kendimizi o savaşın içinde hissediyorduk. Bizi
Reyhanlı’da bulunan bazı pansiyonlara götürüyorlardı. Pansiyonların
duvarlarında Arapça yazılar yazıyordu. Yerlerde minderler vardı. Bazı
fizyoterapi aletleri vardı. Ve bütün odalarda kolu ya da bacağı olmayan ya da
tekerlekli sandalyede oturmuş insanlar bulunuyordu. Bu insanlar bize saatlerce
Esad’ın zulmünü anlatıyor ve Suriye ordusunun attığı bombalar sonucu
yaralandıklarını söylüyorlardı.
Yine bir
Reyhanlı ziyaretimizde tanıştığımız ve bu pansiyonlarda “gönüllü olarak
çalışan” birkaç kişi ile bir kafede yaptığımız görüşme sırasında içlerinden
birisi bizi Cilvegözü sınırında bulunan tampon bölgeye götürebileceğini
söyledi.
Bu bulunmaz
nimeti kaçırır mıydık? Hemen kabul ettik ve ertesi gün yola koyulduk. 4
kişiydik ve yalnızca benim pasaportum yoktu. Sorun olur mu dedim. Güldüler.
Sınır kapısına geldik. Kapının hemen yanında bulunan tel örgüler yırtılmıştı.
Ve bu tel örgüler arasından çoluk çocuk genç yaşlı birçok insan giriş çıkış
yapıyordu. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya karşıya geçtik. Kapıda polis yoktu.
Yalnızca gümrük memurları vardı. Bir de kenarda bir yerde bir asker elinde
silahıyla nöbet tutuyordu. Kapıya giden yol boyunca IHH tırları duruyordu.
Tampon bölgeye ulaştığımızda bir adam karşıladı bizi. Arkadaşlarım adamla yarı
Arapça yarı İngilizce konuşmaya çalışırken etrafıma bakındım. Bir Pazar yeri
gibiydi. Döner, çay, kahve sigara satan tezgâhtarlar vardı. Türkiye’ye geçmek
üzere bekleyen yığınla kadın erkek çocuk genç vardı. Baştan aşağıya siyah üniforma giyinmiş elinde
silahıyla nöbet tutan birkaç “asker” vardı. Ve IHH yelekleriyle harıl harıl
çalışan kişiler.
Bizi
karşılayan adam eşliğinde plakası olmayan bir transite bindik ve Suriye
kapısına kadar ilerledik. Yanımızdan arkası açık pikap arabalar geçiyordu.
Üzerinde silahlı kişiler vardı ve sürekli video çekiyorlardı.
Bir an kendimi
bir filmin içinde gibi hissettim. Resmen bir savaş vardı ve biz de bu savaşın
tam göbeğindeydik… Gözlerim doldu. Bu kadar duygu yoğunluğu fazlaydı. Bıraktım
kendimi ve ağlamaya başladım.
Bizim
Cilvegözü ziyaretimizden on gün sonra tamda o tampon bölgede bir patlama
gerçekleşti. Ve o gün karşılaştığımız tezgâhtarların çoğu o patlamada yaşamını
kaybetti.
Kafa
karışıklığım ile sorduğum sorulara hala bir cevap bulamamıştım.
İstanbul’dan gelen
arkadaşlarım Cilvegözü’ne gittiğimiz günden sonra şehirlerine döndüler. Biz ise
Suriyeli arkadaşlarımızla görüşmeye devam ettik. Hatta ilişkimiz o kadar
ilerledi ki akşamları evimizde kalıyorlardı ve uzun uzun Suriye iç savaşı
üzerine konuşuyorduk. Arkadaşlarımızın bileklerinde üç yıldızlı Suriye bayrağı
vardı. Genellikle taktıkları atkılarda da aynı simge yer alıyordu. Savaşın
mağdurlarını o kadar sıcak hissediyorduk ki bu simgeleri hiç sorgulamadık.
Bağlı
olduğumuz kurumlarda savaşa karşı “mücadele” etmeye devam ediyorduk. Geceler
boyu süren tartışmalarımızda kimin cihatçı militan kimin gerçek savaş mağduru
olduğu anlamaya çalışıyor, nasıl bir politik hat buluruz da bu soruna doğru
yerden müdahale ederiz diye bir birimizi yiyorduk.
Belde belde
geziyor ve halk toplantıları yapıyorduk. Gittiğimiz mahallelerde insanlar
savaşı neden istemediğini anlatırken bizlerde “savaşın gerçek” yüzünü görmeye
başladık. Suriye savaşından kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Hatay da ev kiralayan
çoğu kişinin evinde bomba düzenekleri hazırladığı, geceleri dışarıya çıkan bu
kişilerin sırtında silah olduğu vs. gibi birçok örnekle karşı karşıya kalan
mahallelilerin anlattıklarıyla beraber, ciddi bir tehdit altında olduğumuzu
hissettirmeğe başlamıştık.
Ve sonra bir
Cumartesi günü saat 13.45 de Reyhanlı da bir bomba patladı. Hissettiklerimizi
hangi kelimeyi kullansam anlatamam. Ardı ardına ölüm haberleri geliyordu. Hastaneler
dolup taşıyordu. Oralarda yaşayan arkadaşlarımıza ulaşmaya çalışıyorduk ama
telefonlar çekmiyordu.
İlk refleks
olarak akşam saatlerine, kentte bulunan demokratik kitle örgütleri ile beraber
bir basın açıklaması yaptık. Ertesi gün 5 bin, sonra ki gün 10 bini bulan
yürüyüşler yapıldı. Ve Hatay da gezinin etkisiyle de aylar süren sokak
eylemleri başlamış oldu.
Reyhanlı
patlamasının ardından Suriyeli arkadaşlarımızla iletişimimiz koptu. Çünkü
onlarda Suriye de cihat için savaşan her militan gibi kayıplara karıştı!!!
Kafamız artık
daha netleşmişti. Cihatçı katilleri kentimizden kovacaktık. Şehrimizi savaşın
üssü olarak kullandırmayacaktık. Suriyeli savaş mağdurlarının kayıt altına
alınmasını ve bunlara mülteci kimliğinin verilmesini haklarının korunmasını
talep ediyorduk. Hükümet cihatçı katillere verdiği desteği kesmeliydi, açık
sınır politikasından vazgeçmeliydi. Sınırda bulunan cihatçı kampları
kapatılmalı, katiller yargılanmalıydı.
Elimizden
geldiğince Hatay da gelişen olayların haberi yapıyor burada ki durumu Türkiye
ile paylaşıyorduk. Sokakta verdiğimiz meşru ve militan mücadele sonucunda belli
kazanımlarda elde etmiştik. Örneğin ağırlıklı olarak Sünni vatandaşların
yaşadığı Reyhanlı da yapılan katliamın ardından alevi nüfusunun yoğun olduğu Antakya’nın
günlerce sokakları tek etmemesi sonucunda şehirde yaratılmaya çalışılan Alevi
Sünni çatışmasının önüne geçmiş ve halkların kardeşliği örneğini sunmuştuk…
Suriye savaşı
üç yılını geride bıraktı. Bizlerde bazen şaşkın bazen kararlı savaş karşıtı verdiğimiz
mücadele içinde üç yıl yaşadık.
Ortadoğu’nun
dengeleri şimdilerde oldukça değişti. Hatay da ise durum daha da karmaşık hale
geldi. Sayısı bir milyonu bulun Suriyeli sığınmacıların büyük kısmı Hatay da
yaşıyor. Kılık değiştiren cihatçı katilleri de üzerine eklediğimizde kimin ne
olduğunu anlamakta eskiden daha çok zorlanıyoruz.
Kentimizde
taciz, tecavüz, hırsızlık, gasp olayları artıyor. Hatay halkı sosyal medya
üzerinden sürekli olarak canları ile tehdit ediliyor. Kadınların şehri Antakya
da artık rahatça dolaşmak bilincimizin gerisine bıraktığımız bir anı olarak
kalıyor. Kadınlar çocuklarını yalnız sokağa çıkarmıyor…
Her gece rüya
görmüyorum. Ama her gördüğüm rüyada bir cihatçının kafamı kestiğini ya da bir
arkadaşımı öldürdüğünü vs. görüyorum. İşime gitmek üzere evden çıktığımda
sürekli gerime bakıyorum. Her an ensemde hissettiğim, bir cihatçının bana
saldıracağı korkusuyla hızlı adımlar atıyorum.
İş yerimde
Suriyeli kadın işçiler var. Türkiyeli işçilerin aldığı paranın yarısını
alıyorlar. Ve onlardan ağır koşullarda çalışıyorlar. Çalıştırılmaları yasak
olduğundan iş kazası yaşadıklarında hastaneye götüremiyoruz. Çoğu 14-15 yaşında
kız çocukları. İçlerinden biri geçtiğimiz günlerde ailesi ile beraber Suriye’ye
dönmek zorunda kaldı. Çünkü Reyhanlı da oturdukları evin sahibi olan adam onu
üçüncü eş olarak “almak” istedi. Karşılığında da ailesine “sizde evde kira
vermeden oturursunuz” demiş. Babası kızının evlenmesini istemeyince adam evden
çıkarmış. Ve lanet edip ülkelerine geri dönmüşler! Şuan belki de hayatta
değiller…
Söyleyeceğim o
ki; üstümüze bombalar yağmasa da bizler üç yılı aşkın bir süredir savaşın
içinde yaşıyoruz. Çoğu kez şans eseri hayatta kalıyorum diye hissediyorum. (oldukça
masum, mağdur olduğunu düşündüğün Suriyeli arkadaşlarım cihatçı olabiliyor. Cilvegözü
patlaması orada bulunduğum gün olsaydı? Reyhanlı patlaması olduğu gün o saatte
Reyhanlı’ da bir röportaja gidecektim, son dakika program değişti… falan filan)
Dostlarımda
yaptığım kahve sohbetlerinde güzel şeylerden bahsetmek istiyorum. Olmuyor, konu
dönüp dolaşıp savaşa geliyor.
İnternete her
girdiğimde önce Hatay valiliğinin sonra genelkurmay başkanlığının sayfasını
açıyor ve sınır olaylarına bakıyorum. “komik videolar” izleyemiyorum, elim hep
cihatçı katillerin katliam ya da propaganda videolarına gidiyor.
Evimin önünde
ki yoldan; Harbiye’den Yayladağı sınırına doğru giden her askeri konvoyda
elimde telefonum tedirginlikle bekliyorum. Ya bir saldırı varsa diye! Hele aynı
yöne giden ambulans da varsa ve sirenlerini açmışsa…
Bazen yanıma
sevdiğim bir arkadaşımı alıp, şehri yukarıdan görebileceğim bir tepeye çıkıyorum.
Saatlerce seyredip gözlerimi bu güzellikle
dolduruyorum. Ve önce ki sorularımdan daha gerçek olan bir soruyu soruyorum;
Ya bu kentin üzerinden bir gün dumanlar
yükselirse?
5.9.2014/ANTAKYA