Bu Blogda Ara

19 Mayıs 2008 Pazartesi

GÜRÜLTÜ


Fışkırıyor azot topraktan.
Yapraklar atmosfere oksijenini salmak için heyecanla sallanıyor dallarında.
Güneş daha hızlı nefes almaya başladıkça, ışıkları; yakıyor coşkuyla bakışan ekinleri.
Kızılın ötesinin ötesinde bir renk, gözün irisine düşüyor. Göz beyni uyarıyor. Hareketler hızlanıyor. Ten tuzlu bir suyu boşaltıveriyor.
Kızgınlıkla gülümseme arasında bir ifade yüzün her yanını sarıyor.
Parmaklar koşuyor en uzaktakine.
Şehrin ışıkları yanıp yanıp sönüyor. Köprüler, sırtında ki bütün varlıkları indirmeye çabalıyor.
Mazot kokuları gökyüzünde kapkara bir sis oluşturuyor. İçinde kargalar martılarla sevişiyor, altında, kalkan vapurlar boşalıp dolmaya devam ediyor.
Gürültü, bir bacayı diğerine atıp, sigarasını yakıyor. Tütün kokusu denizi sarıyor. Balıklar tatlı bir sarhoşluğa teslim ediyor kendini.
Gürültü, indiriyor bacağını, atıyor sigarasını ve vuruyor ayağını yere. Elini çırpıyor. Bir “şişt” sesi çıkarıyor diyaframından.
Dönüyor zaman.
Hareketler duruyor.
Evrendeki her şey öylece kalakalıyor.
Gürültüye kulak veriyor.
Kırıyor kabuğunu gürültü ilk kez.
Durup duran bu oyuna son vermenin zaferini yaşıyor.
Bu kez sessizliği gürültü yapıyor.

4 Mayıs 2008 Pazar

RENGİMİZ Mİ YOK?

Günlük takip edilen gazetelerden, dergilerden, televizyonlardan aradığını bulamayınca ne yapar insan? Aradığının ne olduğunu sorgular mı mesela?
Mahvedilmiş bir dünyayı kurtarabilmek umudu değil miydi sorgulamaya iten bizi… Şaşırmaz olduk oysa zamanla yaşananlara. Savaşa, sömürüye, üniversitelerimizde eli silahlı, sopalı saldırganları görmeye, çevik kuvvet ekiplerinin kampusumuzda bizimle aynı havayı teneffüs etmesine…
Köşe başındaki bakkalın, selamımızı kabul etmesini, üniversitede bir hocamızın bizlerle yaptığı gündem tartışmasını, sıra arkadaşımızın silgisini bizimle paylaşmasını, seni seviyorumlu cümleler duymayı hayretle karşılıyoruz artık.
İliklerimize kadar işleyen sistem üç maymunu oynatıyor bize. Aksini yaparsan eğer namlunun ucu belirir gözlerinin önünde. Beslendiği şeyi tüketmemek için çatışmalar yaratmalıdır sistem. Silah satışlarını artırmalıdır. İnsanların beynini uyuşturmalıdır ki karşısında yalnızca bomboş bakan bir çift göz olsun.
Bomboş bakan bir çift göz olduk bizlerde geçen haftalarda. Yanı başımızda bir üniversite de silahlar patladı. Bu olaydan daha birkaç hafta önce ise üniversitemizin merkezi kafeteryası önünde demir sopalarla öğrencilerin kafası kırıldı. Aynı zamanlar içerisinde Ankara DTCF de aynı manzaraları televizyon başından izledik…
Kadınların saç telleri üzerinde iktidar ve baskı oyunları oynanmaya devam ederken, ardı ardına gelen bu vahşet görüntüleri neyin habercisiydi? Konuşamadık, tartışamadık… Ve birbirimizi anlamaya bile cesaret edemedik…

Casus gibi yaşıyoruz hep, saklanarak ve paylaşılamayanın yüküyle. Bir birimize dokunmalarımız korkak kelebekler oldu, dokununca rengi yıkılan. Rengimiz mi yok artık?
Artık hiçbir soruyu yanıtlamayan bir gülümseme olduk. Sorusu olmayan bir yüz. Acılı bir beyin. Her şey karşımızda “gülümsenecek” bir film gibi akıp gidiyor! Filmin karşısında öylece durup katillerden intikam almak bile istemiyoruz. Ne bağırıyoruz ne küfür ediyoruz…Yenilmekle uzlaşmak arasında bir yerlerde deliyiz. Ve bu delilik üzerimizde işlenen suçların sonucudur. Bu suçun ne olduğunu, kimlerin suçlu olduğunu kanıtlamaya da yok ki cesaretimiz…

Eriyoruz… Çürüyoruz… Aklımız yerinde değil… Birileri hamlelerini yapıyor üzerimizden... Birileri keyifle yudumluyor kahvesini karşısında ki “seyirci” sayısı arttıkça.
Şimdi başka bir oyun yazmalı. Ve bu oyunlarda onlara yer tanımamalı. Şimdi renklerimizi bularak, gözlerimizi seyirden alıp yaratacağımız dünyanın aydınlığına çevirmeli…