Bu Blogda Ara

16 Şubat 2012 Perşembe

çocuk evinde 1. gün

Yol uzun. Karlı, fazlaca engebeli. Dağları aşıyoruz. yemyeşil ovalardan, bembeyaz dağlara doğru. Öyle görkemli ki kendine çağırıyor sanki...

Otobüsün camlarına kar taneleri düşüyor. Önce tek tek. Sonra çoğalarak üstümüze yağıyorlar. Ve yetmiyor insanoğlunun o muhteşem teknolojisi doğanın gücüne  karşı koymaya. Otobüsün tekerleri kaymaya başlıyor. duruyoruz, gürül gürül akan Bitlis deresini biraz aşınca. Yaklaşık yarım saat öylece kalıyoruz orada. Başka bir aracın gelip almasını bekliyoruz...

Uzun, aşılması zor yolları gerimizde bırakıp, denizi andıran Van gölü ile karşı karşıyayız ve tabi prefabrik deprem evleri. Yıkılmaya hazır binalar. Algılarım sarsılıyor. Tedirginim. Adana"daki rahat yaşantımdan utanıyorum... Kar altında uzun bir yürüyüşün ardından çocuk evine ulaşıyoruz. Gönüllü arkadaşlardan ve orada yaşayan halktan bir kaçı karşılıyor bizi. Çocuklar yanımıza geliveriyor. Kar topu yapıp hızlıca atıyorlar üzerime. İlk gülüşmeler, sıcak bakışlar. "Hoşgeldin hocam" diyor çocuklar. Tanışıveriyorlar hemen. Özgüvenlerinin bu kadar yüksek olmasına şaşırıyorum...

Hiç birşey beklediğim gibi çıkmıyor. 130 prefabrik konut arasında 5 çadır var çocuklar için. bütün çadırlar rengarenk. Cıvıl cıvıl. Bu soğuğa, yoksulluğa inat umutla bakıyor çocuklar...

Çadırdaki gönüllü arkadaşlarla sohbet ediyorum biraz. Hayretle dinlediğim hikayeler anlatıyorlar. Deprem sonrası hırsızlık ve tecavüz olaylarının arttığından... Buna karşı hiçbir önlem alınamadığından... Kızılay çadırlarının ve Türkiye genelinden gelen yardımların sahiplerine ulaşmadığından...

Anlatacak çok şey var diyorlar. Yarına bırakıyoruz sonrasını.

Dışarıya çıkıp bir sigara yakıyorum, ayağımda lastik ayakkabılar. Derince çekiyorum bir nefes içime...

Doğuda kar altında yoksulluk ve acı var... Çocuklar "o karın" altında kalmasınlar.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Hayatlarının fon müziğinde sizin ezgileriniz olan çocuklar…

Koşarlar yeşilliklerde kemanınızın yaylarından süzülürmüşçesine…

Yorulunca hepsi sırt üstü uzanıp gözlerini kapatır, göz kapaklarındaki turunculuğu yakalayabilmek için…

Ve yeşillikler arasında turuncuyu yakalayan her Kürt çocuğu mutlaka turuncuyu, kendisini oluşturan renklere ayrıştırır ürkekçe…

Sadece hayal etmekle kalmadım üstad, birkaç kez bu hayali amatörce canlandırdım bile…

Çocuklar müziklerinizi kulaklıktan dinleyerek koşunca hayallerimizdeki tadı alamadık ve bizde yeni bir hayal daha kurduk; hani olmaz ya belki, bizim Amed dediğimiz-diyebildiğimiz Diyar-i Bekr’e düşerdi yanlışlıkla yolunuz.

Siz Surların üzerinde kemanınızın yaylarına dokunurken biz tüm çocuklar da yemyeşil bahçelerde tek sıra halinde koşacaktık gülümseyerek… Gözlerimiz kapalı…

Tam o turunculuğu yakalayacakken gri bir bulut kesecekti güneşin önünü, gözlerimizi çaktırmadan aralayacaktık, siz şakacıktan bize ters bir bakış atacaktınız, biz hemen gözlerimizi tekrar kapatıp kahkahalara boğulacaktık…

Akşama kadar koşuşup duracaktık yasak renklerin arasında o büyülü keman sesinin etkisiyle…