Bu Blogda Ara

14 Ekim 2015 Çarşamba

Ölmeyenin utandığı ülke – Gökhan Bulut



Üzgünüz tabi üzgünüz ama, Meinhof da haklı. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yaşıyoruz hepimiz. Öyle kuru kuruya da değil, umutla



Birbirimizi “öldün mü” diye aradık. Bazılarımız cevap vermedi.

O çok söylenen sözdeki gibi, “söz bitti” değil belki ama hâlihazırdaki sözcükler de yeterli olmuyor anlatmaya. Ölmemiş olmaktan utanıyor insan. Yaşadığına değil daha çok tanıdığının ölmediğine seviniyor. Aslında sevinmek değil de, daha çok üzülmeyecek olmanın verdiği rahatlama. O da kısacık sürüyor zaten.

İki üç saat sonrasında ise uzaktan arayanlara iyiyim demeye de utanıyor ve otomatik cevap mesajı göndermeye başlıyor: Toplantıdayım. Araç kullanıyorum. Müsait değilim, seni sonra ararım. İyiyim demek zorunda kalmamış ve arayanı da çok merakta bırakmamış olunuyor böylece.

Sevdiklerinize sarılıp ağlarken katledilenlerin sevdikleri geliyor insanın aklına. Of gülüşlü, ah bakışlı ölenlerin ziyan olmuş sevdiklerini düşünüyor ve sevdiklerine uzun uzun sarılamıyor utançtan.

Otobüste yaşlılara değil çocuklara yer vermeye başladık biz. Ne zaman öldürüleceğini bilmediğimiz çocuklara. Şüpheli paketi arkamıza çocukları önümüze alıyoruz kalabalıklarda.

Biz bu acıyı unutmayız.

Lakin unutmayacağımız tek şey acımız değil.

İlhan Taşçı yazmıştı, patlamadan hemen sonra mavi kovasıyla arabasının tekerlerini parlatan taksiciyle bomba patlamış gibi selfi çeken briyantinli oğlanı. Cenazesini bulabilenin sevinç duygusu hepimizin törpüsü oldu. İlhan abininkine rahmet okutan cinsten şeylere tanık olduk hepimiz. Gördüklerimiz, duyduklarımız o taksiciyle o oğlanı aratır cinstendi. Bir mahallede toplanmış yürüyüşle katliamı protesto ediyorduk. Yanımızdan geçen bir taksiden kafayı uzatıp “amınıza koyduk işte” diye bağırdı birisi. Arkasından koştu ama yetişemedi gençler. Ara sokaktan bastı gitti. Ertesi gün “kendinizi patlatıyorsunuz sonra da buraları karıştırıyorsunuz” dedi bir başkası. Yaşlıydı, çok bir şey yapmadılar. Kafenin garsonu, boşları toplamayan arkadaşına sırıtarak, espri yaptım sanıyor, “bi bomba da ben patlatırım yeminle” dedi, iki üç bağırdık çağırdık ama bitmiyor ki onunla. Uzaktan arayan teyzem, “onlardan biri” olmamı kabullenemediği için “onların içindesin hep, dikkat et oğlum kendine” dedi, “içinde değilim, onlarım ben” diyemedim. Desem ne olacak diye düşündüm. “Tamam, merak etme” deyip kapattım.

Şu sosyal medya, anlatılacak gibi değil. Okuyunca insanlığından utanıyor insan. Onca kötü özelliğin hayvanlara atfedilmesinin insanoğlunun kendinden kaçışı olduğunu anlıyor. Kaçsan nereye kaçacaksın, içinde yaşıyorsun işte.

Ertesi günü televizyona çıkan AB Bakanı, “bu işten herkes zarar gördü, siyasi partiler mitinglerini iptal etti” dediğinde, hastanenin bekleme odasında oğlunun cenazesini bekleyen ve son 3 saattir inleyen adamın feryadında kayboluyor zaman.

Gördük, anladık, bildik ki hepimizi öldürecek kadar bombanız ve merminiz var, ve dahası hepimizi öldürmek istiyorsunuz.

Siz de görün, anlayın, bilin ki hepimiz ölene kadar size rahat yok. Hayatlarımız en büyük korkunuzdur.

Gülmeyi yasakladığınız dudaklarda birazdan umudun melodisi yayılacak etrafa. Size sebepsiz gelen gülümseyişlerle bakacağız yüzünüze. Biliyoruz ki en çok da bu korkutacak sizi.



Üzgünüz tabi üzgünüz ama, Meinhof da haklı. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yaşıyoruz hepimiz. Öyle kuru kuruya da değil, umutla. O teyzelerin yüzündeki kadar üzgün, havada sıkılı yumrukları kadar güçlüyüz biz. Biliyoruz ki en çok da bu telaşlandırıyor sizi.

Nesneyi sanata, öfkeyi umuda çeviren emektir. Hayatımız, güzel günlerin umudunu çoğaltacak ve güneşi yuvasından çekip çıkaracak bir emeğin vücududur artık.

Bizim başımız, aklımız, öfkemiz ve umudumuz hep sağ olacak.

Şimdi, bize değil size geçmiş olsun.

Hiç yorum yok: