Bu Blogda Ara

3 Aralık 2010 Cuma

iyi bak kendine

Bir radyo istasyonuydu o gece, herşeyi çağrıştıran...
Bir tren istasyonundaydım adeta;nereye gittiği, nereye vardığı belli olmayan.

Bu alametlerde neyin nesi? Kıyamet alametleri gibi sanki hepsi.
Başlangıç mı son mu bu bilemediğim...

Sende bilirsin ya yazamam bu dünyayı,dolanır dilim...
Ama anlarsın bilirim!

İyi bak kendine..
İyi bak bana
İyi bak sevgilim, iyi bak kendine.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Sözlerimi geri alamam,
Yazdığımı yeniden yazamam,
Çaldığımı baştan çalamam,
Bir daha geri dönemem.

Akıyorsa gözyaşım kurumasın,
Coşup seven gönlümse durmasın,
Dost bildik anılarım çağırmasın,
Bir daha geri dönemem.

Hiç bi kere hayat bayram olmadı ya da
Her nefes alışımız bayramdı.
Bir umuttu yaşatan insanı!
Aldım elime sazımı.

Yine aşınca çayın suyu boyunu
Belki yeniden karşıma çıkacaksın.

Göz göze durup bakınca göreceğiz,
Neyiz ve nerelerdeyiz!
Bilemiyoruz,
Şimdi.

30 Kasım 2010 Salı

belki sadece susmaya ihtiyacımız var;
sözcükler boğuyor ruhumuzu, sözcükler yaşamlarımızdan anlarımızı çalıyor...
belki sadece haykırmaya ihtiyacımız var;
yeniyi yaratmak istiyoruz ve yeni bağırmalarımızda saklı...

27 Eylül 2010 Pazartesi

22 Eylül 2010 Çarşamba


kırıldın mı sen hiç?
alay etti mi seninle özgürlük?
darmadağın bir hayalin oldu mu hiç?

10 Eylül 2010 Cuma

Ben çocuk olmaya gidiyorum

Ben fesleğen olacağım...
Mis gibi kokayım..

Ben çocuk olmaya gidiyorum
Elimde kırmızı balonum...
Diğer elimde horoz şekerim...
Ayağımda kısa askılı pantolonum
Ellerim cebimde aylak, aylak...
Cebimde hiç param...
Bi cebimde çerezim...
Diğer gömlek cebimde lastik sapanım...
Naylondan dandik siyah gözlüğüm...
Uçurtmam kargıdan...
Uzunca kuyruklu gazeteden...
Uçurtma ipim artan sarkan...
Bi uzunluğu siyah kalın...
Eklentisi pembe ince...
Annemden çalıntı...
Yeldeğirmenleri tepesinde uçurtma uçurmaya gidiyorum...
Ben çocuk olmaya gidiyorum...

8 Eylül 2010 Çarşamba

alışamadım

Uzun uzun anlatamam herseyi
Böyle olsun istemedim bende

Sakın kal deme bana
Gidiyorum alışamadım bu kente
Sakın kal deme bana
gidiyorum alışamadım bu kente

Suskun deniz boyu martılar
Eve yalnız dönüyorum bende

Sakın kal deme bana
Gidiyorum alışamadım bu kente

gün olur

Gün olur alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda..

Şu ada senin,bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra..

Gün olur başıma kadar güneş
Gün olur başıma kadar mavi
Gün olur deli gibi...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Gıda ayaklanmalarından korkuluyor


Gıda tüm dünyada bir silaha dönüşüyor. Temel gıdaların üretiminde söz sahibi olan ülkelerin en küçük bir hareketi, tüm dünyayı etkiliyor. Bu güç giderek tehlikeli bir boyuta erişince Dünya Gıda Örgütü (FAO) de harekete geçti ve buğday, pirinç gibi temel gıdaları üreten ülkelere acltoplantı çağrısı yaptı. Ekonomistler ise giderek daha sıklaşan bir biçimde 2007-2008 yıllarına gönderme yaparak bir ‘gıda krizi’ olasılığına dikkat çekiyor. Gıda zengini ülkeler de ellerindeki ürün üzerinden, aldıkları kararla sıkıntının daha uzun vadeli olacağı endişeleri yaratıyor.

Gıda ürünleri ülkeler için ‘varlıkta da yoklukta da’ adeta bir silah gibi kullanılıyor. Rusya ‘elinde bulunmayan’ buğday ile tüm dünya emtia piyasasını son üç aydır yönetirken, en büyük tüketici Çin alım yapmama tehditleri savuruyor, Avrupa Birliği korumacı önlemleri tartışıyor, Asya ve Ortadoğu ülkeleri gelişen orta sınıfının ihtiyaçlarına paralel olarak et talebini giderek arttırıyor, Mozambik’te binlerce insan zamlara karşı ayaklanıyor.

Günden güne artan gıda sıkıntıları zincirinin son halkası yine Moskova’dan gelen haber ile tetiklendi. Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Rusya’nın tahıl ürünleri ihracatına yönelik getirdiği yasağı, gelecek yıl hasadın yapılacağı döneme kadar uzattı. Putin, Rus televizyonlarından yayımlanan açıklamasında, tahıl ürünleri ihracatına yönelik yasağın, sadece 2011 yılındaki ekinlerin toplanmasıyla ortaya çıkacak sonuca göre kalkabileceğini söyledi.

Rusya’da haziran ayının ortalarından ağustos ayının ortasına kadar devam eden sıcak hava dalgası yüzünden çıkan yangın ve meydana gelen kuraklık yüzünden, buğday üretiminde ciddi bir düşüş yaşanmıştı. 90-95 milyon ton civarında mahsul bekleyen Rusya’nın, bu yıl ancak 60-65 milyon ton ürün elde edeceği tahmin edilirken, Putin önlem olarak tahıl ürünleri ihracatını geçici olarak, 15 Ağustos’tan itibaren yasaklamıştı.

FAO ‘acil’ toplanacak

Putin’in buğday fiyatlarını yeniden zıplatan açıklaması Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nü (FAO) harekete geçmeye zorladı. Örgüt genel olarak gıdada özel olarak ise buğday piyasasındaki sıkıntıları konuşmak için ‘acil’ toplantı çağrısı yaptığını duyurdu. FAO’nun Roma’daki temsilcilerinden Abdulrıza Abbassian, “Bu oldukça ciddi bir durum. Rusya’nın iki yıl boyunca ihracat yapmayacak olması, rahatsızlık yaratabilir” dedi.

Uzmanlara göre gıda alanındaki sıkıntıların önemli bir diğer nedeni ise finansallaşma. Son 10 yılda artan bir biçimde piyasa oyuncularının insafına bırakılan tarımsal emtia ürünleri, pek çok zaman fiziki nedenlerden bağımsız olarak fiyat artışlarının kurbanı oldu.

Ayaklanmalardan korkuluyor

Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Enstitüsü eski yöneticisi Joachim von Braun Financial Times gazetesine yazdığı makalesinde gıdanın finansallaşması ile ilgili sıkıntıların acilen kontrol altına alınması gerektiğini söyleyerek şu uyarıda bulunuyordu: “Bu nedenle şimdi ulusal hükümetlerin önlem alması ve bunun uluslararası bir düzeyde sonuçlara bağlanması için gerekli önlemlerin farkına varmalıyız. Gıda fiyatlarındaki oynaklığa çözüm ancak bunun global anlamda düşünülmesi ile mümkün olabilir. Pazarın kurumsal ihtiyaçlarını düzenleyecek şekilde saydam ve uygulanabilir bir açık ticaretin teminatını sağlamak bu durumda bir elzem. Gıda emtia ürünlerinde aşırı spekülasyon mutlaka frenlenmeli.”

Tüm bu gelişmelerin 2007-2008 gıda krizi ile benzerlikler taşıması ekonomistleri korkutuyor. Özellikle Mozambik’te yaşananlar bu kaygıları giderek güçlendiriyor. Hükümetin ekmek fiyatlarını yüzde 30 arttırma kararı almasından sonra, Mozambik’in başkenti Mabuto’da bir ayaklanma başlamış ve 280 kişi yaralanmıştı. Fiyat artışını protesto etmek amacıyla toplanan ve lastik yakıp, gıda depolarını yağmalayan binlerce kişiye polis ateş açmıştı. 2007-2008 döneminde, gıda sektöründe son 30 yılda görülen en ağır kıtlık yaşanmıştı.

Küresel politikalar ile aşılabilir

Dünya gündemine ‘ülkelerin gıda savaşı’ gibi yansıyan bu duruma karşı ise yapılacakları yine Braun şöyle özetliyor: “Sonuç olarak, tarım ve gıda için, küresel bir politikanın omurgasının kurulması için harekete geçmek bir zorunluluktur. Şu andaki sistem sorumluluklar, etkililik ve inovasyon boyutlarında eksik kalmıştır. Yaklaşan G-20 zirvesi ve Birleşmiş Milletler Konferansı’nın milenyum hedefleri içinde gıda ve beslenme güvenliği konusu belirgin bir şekilde işlenmelidir. İki yapı G-8’in bitmemiş olarak bıraktığı bu konunun takipçisi olmalıdır.”

Radikal/4 Eylül 2010

KIRSALDAKİ DEĞİŞİMİN ADI HES, BAHANESİ ENERJİ!


Birkaç yıldan bu yana kırsal alan yeni ve köklü değişimlere sahne oluyor. Kırsal değiştiriliyor, dönüştürülüyor!

Aslında günümüz kırsal alan toprakları yeniden paylaşılıyor.

Bilindiği gibi Osmanlı’nın kurulduğu ve büyüdüğü dönemlerde toprak alınıp satılmazdı. Köylülerin de toprağı tassaruf etme yani kullanma hakları vardı. Köylüler bu toprakları kullanmanın karşılığında belli oranda devlete vergi verirlerdi. Osmanlı, vergileri tımarlı sipahiler aracılığıyla toplardı.

Osmanlı, ekonomisi kötüye gittikçe toprak düzeniyle oynanmaya başladı. Toprak ile ilk önce tımarlı sipahilerin ilişkisi kesildi. Onların yerini daha fazla vergi verme vaadinde bulunan ayanlar aldı. Ayanlardan sonra sırasıyla toprağı yanlara göre peşin para veren iltizamlar daha sonra iltizama göre peşin ve fazla para veren malikaneler ve kaydı hayatlar ele geçirdi. Ancak Osmanlı parçalanmaktan ve yıkılmaktan, köylü de giderek artan dayanılmaz derecedeki sömürüden kurtulamadı.

Sonumuzun Osmanlıya benzemesini hiçbirimiz istemiyiz. Ancak gidişatımız pek parlak değil!

Hükümet her fırsatta,”topraklarımız küçük. Küçük çiftçilerden toprakları şirketler almalı ve işletmeli” diyor. Bu amaçla IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikası (AB OTP) patentli bir dizi politika uygulandı, uygulanmaya devam ediyor. Başka bir deyişle çiftçileri iflas ettirecek politikaları uygulandı, uygulama hala devam ediyorlar, epey de başarılı oldular.

AKP Hükümeti toprak düzeniyle oynamayı seviyor. Çünkü bu hükümet şirketleri seviyor, çiftçileri hiç mi hiç sevmiyor! Toprakları ne yapıp edip şirketlere vermek için ekibi gün 24 saat onlar 25 saat bunu düşünüyor.

Şimdi Türkiye akarsuları üzerinde 2000’nin üzerinde Hidro Elektrik Santral Kuruluyor (HES). Kurulacak HES’lerle kırsal değiştiriliyor, dönüştürülüyor.

Peki nasıl olacak bu değişiklik derseniz; kırsaldaki değişimin yeni adı; HES! Bahanesi ise enerji!

Hemen söyleyelim, AKP’nin kırsaldaki bu dönüşüm politikaları, küresel kapitalizmin kaynakları ele geçirme oradan sermayenin kendisini yeniden üretme stratejisiyle uyumlu!

Bildiğiniz gibi Türkiye’nin tüm akarsularının üzerine iki bini aşkın Hidro Elektrik Santral (HES) kurma çalışmaları var.

HES’lerden söz eden tüm yönetenler ağızbirliği etmişçesine “memleketin enerji sorunu var. HES’ler inşa edilmelidir, hem de, HES’ler çevre ile de dost olan temiz enerjidir” diyorlar. İktidar mensupları bunları söylerken ana muhalefet partisinin eski genel başkanı Baykal; “HES’lere düşmanca yaklaşmayalım” mealinde kendilerine destek veriyor.

Öncelikle hemen belirtelim; HES’ler masum enerji üretim sistemleri olmadığı gibi kırsal için anlatılan ve konuşulandan çok daha fazla zararı olabilecek bir enerji üretim sistemi. Başka bir deyişle; HES’ler üzerinden kırsalda yeni bir dönüşüme gidiliyor. HES’ler burada amaç değil araç.

Çünkü, Türkiye’de kurulacak olan 2000’ini aşkın HES’in sağlayacağı enerji Türkiye’de üretilen toplam enerjinin yüzde 3’ü bile değil. Sadece enerji nakil hatlarındaki kaçağın engellenmesi toplam enerjiyi yüzde 16 arttırabilecekken bu konuda yeterli çaba gösterilmiyor. Ayrıca devlete ait mevcut barajlar, tama çalıştırılmıyor yüzde 50 kapasiteyle çalıştırılıyor. Bütün bu aksaklıklar giderilmeden 2000 adet HES kurulmasına ruhsat verme çabaları akılları karıştırıyor.

Neden bu kadar çok HES? Niçin bu kadar çok talep? Enerji nakil hatlarının onarımı ve barajları tam kapasite çalıştırmayan Hükümet HES’leri niçin cansiperane savunuyor. HES’lerin önündeki engelleri kaldırmak ve Anayasal güvenceye kavuşturmak için 12 eylül’de oylanacak Anayasa paketinin maddeleri arasına yerleştirecek kadar önem verilen bu konu(lar) yakından bakmayı hak ediyor.

HES’lerin daha anlaşılır olması için özetleyerek ve maddeleştirerek bakalım.

1.

HES’lerden üretilecek enerji 25-30 yıllığına devlet alım garantili. Yani HES yapımcısı şirketler imtiyazlı şirketler oluyor.

2.

HES yapımcısı şirketlere sular 49 yıllığına veriliyor. Suyu satma hakkı tanınıyor.

3.

HES’ler temiz enerji grubunda sayılıyor. Dolayısıyla HES yapma ruhsatına sahip olan şirketler Kyoto Protokolü gereği kirleticilere temiz hava kotası satabilecek.

4.

HES yapımcısı şirketin istemesi halinde çevresindeki tarım arazilerini devlet onlar için istimlak edebilecek. Diğer maddeler de önemli ama en çok da bu madde önemli. Bu maddeyi açmakta yarar var.

Yani istimlak meselesini, Türkiye’de uygulanan çiftçiliği ortadan kaldırma tarımı şirketleştirme penceresinden kısaca irdeleyelim.

Türkiye’de tarla satın almak o kadar kolay bir iş değil. Her tarlanın sayısız mirasçısı var. Hele yan yana tarla alma ve büyük ölçekli tarlalara sahip olmak Türkiye’de mümkün değildir. Ancak “istimlak” kelimesi çok büyük ölçeklerde tarlalara sahip olmak için sihirli değnek.

Suyun geçtiği alanlar verimli araziler ve kolaylıkla sulanabilen araziler olduğu bilinebilen bir gerçektir. HES için ruhsat aldıktan sonra devlet eliyle toprakları istimlak ettirip şirketinin uhdesine alabilecek olan şirket sahipleri çiftçilerden istimlak yoluyla alınan topraklarda tarımsal üretim yapabilecekler. Su var, suyun aktığı yerlerde verimli topraklar da var. “Arkanda” hükümet de var. Hükümet politikaları desteğinde/ “eliyle” toprağa el koy! Bu verimli topraklarda ürün yetiştir ve gıdaya hakim ol. Halkımızın deyimiyle “Oh, ne ala memleket!”

Yani anlayacağınız, Hükümet ile HES şirketlerinin “can ciğer kuzu sarması” halleriyle toprağın el değiştirmesi, şirketlere kuzu sarmasının üstüne kaymaklı ekmek kadayıfı tadında bir ikrâm… Ancak HES’lere verilen her ruhsat doğaya ve çiftçilere yazılmış birer ölüm fermanı!

Son sözler…

Bunda bir “tuhaflık yok!” Hükümetin politikası “çiftçi üretmesin şirket üretsin!” değil miydi, zaten. Politika bilmedik/bilinmedik bir politika değil. Yani sorun hükümette değil. Sorun bizde, hepimizde!

Evet, Kırsalda çok önemli değişim yaşanıyor. Bu değişimlerin olabilmesinin dayanakları Anayasa paketlerinde kendine en ön saflarda yer buluyor. “Yerindelik” kelimesiyle arzı endam ediyor. Sadece dikkatinizi buraya çekmek istedim.

Dünyada küresel kapitalizme karşı muhalefet gelişmiyor diyenlere küçük bir not: HES’ler kırsalı nükleer santral, termik santral ve maden arayan şirketlerle kol kola değiştiriyorlar. Bu değişimin yarattığı sorunların oluşturduğu dinamiklerin mücadele etmek için fazlası var, azı yok!

Abdullah AYSU

29 Ağustos 2010 Pazar

BİZİM OYLARIMIZLA ŞİRKETLERE YASALAR


Tarımsal ürünlerin tarladan sofraya kadar olan süreci yani tedarik zinciri küresel kapitalist ekonominin gerekliliğine koşut yeniden düzenleniyor. Eski süreçte tedarik zinciri ülke ekonomisinin tercihlerine ve çiftçiler ile tüketicilerin ihtiyaçlarına göre düzenleniyordu.

Tedarik zinciri ulusal ekonominin ihtiyaçlarına göre belirlendiği dönemlerde tarımsal alanda kurulmuş olan kooperatifler önemli görevler görüyorlardı. Kooperatifler üreticinin ürünlerini piyasaya göre yüksek fiyata alıyor, tüketiciye de piyasadan daha düşük fiyata satıyordu. Üstelik bu koşullarda kooperatiflerin sunduğu gıdalar piyasadaki diğer gıdalara göre daha güvenli ve sağlıklıydı. Böylece tüketici düşük fiyat sayesinde kooperatiflerin sunduğu güvenilir ve sağlıklı gıdaya erişebiliyordu. Tüketici harcamalarının önemli bölümü de yurt içinde kalıyordu.

Çiftçi ürününü üyesi olduğu kooperatifine satıyor, üretim girdilerini de bağlı olduğu kooperatiflerinden piyasaya oranla daha düşük fiyata sağlıyordu. Böylece çiftçiler piyasadaki sağlayıcı şirketlere ve çiftçinin zayıf anını kollayıp yapışan keneleri olan tefecilere muhtaç kalmıyordu.

Bütün bu önemli ve yararlı yanlarına karşın kooperatiflerin aksayan yanları yok değildi, vardı. Kooperatif üyeliği tapu sahibi olma koşuluna bağlanıyordu. Kooperatiflere aidatlar ödeniyordu ancak kooperatiften çiftçiler ayrıldığında birikmiş aidatları aktüerya faizi üzerinden hesaplanarak geri verilmiyordu; birikmiş aidatları kesildiği zamandaki miktarı üzerinden faizsiz olarak iade ediliyordu. Kooperatif üyesi olan çiftçi taahhüt ettiği ürün miktarını bir sefer karşılayamadığında kooperatif hizmetlerinden yararlanamıyor, seçim zamanı oy kullanamıyordu.

Kooperatiflerin yukarıda sıralanan antidemokratik mevzuatlarının yanında yönetimleri de demokratik olarak belirlenemiyor ve yönetilemiyordu. Kooperatiflerin yönetimini belirleyen üyeleri oluyor fakat üyelerin seçimle belirledikleri yönetimlerin üzerine Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından atanan bir Genel Müdürle devlet bu birlikleri fiilen yönetiyordu.

Devlet atadığı genel müdür kanalıyla ne kadar ürün alacağına, alınan ürünün fiyatının ne olacağına, alınan ürününün ne kadarının işleneceğine, işlenen ürünün kaça satılacağına kararı veriyor, çiftçilere yasal hakları olan kârdan pay (risturn payı) genellikle vermiyordu ama zora düşen şirket ve sanayicilere birlikler ortak edilerek kurtarılıyordu. Örneğin, Yeni Çeltek Kömür Madeni İşletmesi tarımsal birliklerin ortak edildiği alanlardan sadece birisi…

Kısacası tarımsal üretimden elde edilen ürünün satışından elde edilen kazanç ile işlendikten sonra satılan gıdalardan elde edilen artı değer üretici olan çiftçiye ve tarım sektörüne geri döndürülmüyor, devlet eliyle (hükümetlerin kararlarıyla) Yeni Çeltek Kömür işletmesi örneğinde olduğu gibi sanayi ve şirketlere kaynak olarak aktarılıyordu. Eğer tarımdan elde edilen kazanç tarıma geri döndürülebilseydi yani tarımın gelişmesi için kullanılıyor olsaydı bugün köyler böyle yoksul olmayacaktı, sosyal düzeyi daha gelişmiş olacaktı. Başka bir deyişle bugün köylüyü devletin sırtında kambur olarak gören kimi “ekonomist-aydın”, sanayi ve tüccarın ülkemizin eriştiği gelişmişlik düzeyinin temelinde yoğun bir köylü sömürüsünün olduğunu herkesten çok onlar bilmektedir. Ancak bunu bilmelerine karşın taraf oldukları sermaye sınıfından yana görünmek ve onlara yaranmak adına köylüyü devletin sırtında kambur olarak anlatırlar öyle algılanması için çabalarlar. Erişilen düzeye sadece işçileri sömürerek erişilmediğini çiftçilerin alınterine el koyma suretiyle varıldığını yine en iyi onlar bildikleri halde bilim insanlığının kendilerine sağladığı prestiji yanılsama yaratmakta kullandılar, hala da kullanmaya devam ediyorlar.

Çiftçiler o gün de bu gün de alınterlerine böylesine “hayasızca el konulmasına” karşı çıkıyor, eleştiriyor. Kooperatifler ve birliklerini kendileri yönetmek, yönetimlerini ve genel müdürlerini de demokratik olarak kendilerinin belirlemelerini istiyorlar. Çiftçiler bu isteklerini her fırsatta ve platformda dile getirdiler, getirmeye devam ediyor ve savunuyorlar.

Ancak hükümetler tarımsal ürünlerin tarladan sofraya kadar olan sürecini çiftçilerin lehine düzenlemek yerine tedarik zinciri küresel ekonominin baş aktörleri olan büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerinin çıkarına yeniden düzenlendiler. Mecliste bu düzenlemelerin yapıldığı süreçte çiftçiler isteklerini Mecliste grubu olan partilere taşıdılar. Ancak onlar üretici çiftçileri değil, Dünya Bankasını dolayısıyla büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerini dinlediler ve onların çıkarına yasal düzenlemeler yaptılar.

Dünya Bankası’nın isteğiyle DSP-MHP ANAP Koalisyonu 4572 Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri’ne ilişkin bir yasa çıkardı.
Çıkarılan Yasa ile;
• Yeniden Yapılandırma kurulları oluşturuldu. Kurullar Birlik yönetimlerin üzerinde üst bir yetkiyle donatıldı. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerinin şirketlere dönüştürülmesinde Yeniden Yapılandırma Kurulları belirleyici hale getirildi.
• Kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörüldü. Böylece Birlik fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı.
• Birliklerin devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından herhangi bir mali destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu.
• Birliklere banka kurma yasağı getirildi.
Böylece bırakın kooperatiflerimizin demokratik yapılara kavuşturulmasını üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle yetersiz olan bağını çıkarılan bu söz konusu yasa ile tümden kopardılar. Çiftçilerin örgütleri olan kooperatif ve birlikleri birer piyasa aktörü haline getirdiler.
Kısacası bugüne değin hükümet olan siyasal partiler oyları bizden alarak kanun yapma gücüne eriştiler ancak bizlerin çıkarlarını korumadılar. Büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerini tarım ve gıdada egemen kılmak için 4572 Sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri benzeri yasalar çıkardılar.

Abdullah AYSU

21 Ağustos 2010 Cumartesi

“ENDÜSTRİYEL ORGANİK TARIM” DA NE?


Bu başlık da ne oluyor, demeyin. Hem “organik” hem de “endüstriyel tarım” bir arada, size yelkenli denizaltı gibi saçma gelebilir. Ancak ne yazık ki böyle bir durum bütün dünyada var. Organik tarımı tek ürün (monokültür ) sistemi ile, büyük işletmeler halinde, endüstrinin ürettiği organik ilaçlar ve organik gübrelerle (uzak mesafelerden geliyor) ve yerel çeşitlerle değil de şirket tohumlarını, fidanlarını kullanarak yapıyorsanız ve ürünler çoğunlukla ihraç ediliyor ve süpermarketlerde satılıyorsa bu tarım sistemi ne çevreye ne de insana saygılı olamıyor. Örneğin 200 dekar kiraz veya domates üretiyorsunuz, bu nasıl ekolojik olabilir? Büyük ilaç şirketleri artık hızla organik üreticiler için ilaçlar üretiyorlar. Çiftçinin tarım ilaçlarını yerel olarak üretmesi çoğu zaman engelleniyor. Araştırmacılar çoğunlukla patentlenecek ilaçlar, gübreler peşinde koşuyorlar. Böylelikle yeni bir hegemonya başlatılıyor.

Bu sorunları ifade edebilmek için bir terim aradığımızda İstanbul’daki bir sempozyumda bir İspanyol araştırmacısı ve ekolojik ürün üreticisinden bu “endüstriyel organik tarım” terimini duyduğumda bütün bu eleştirilerimize karşılık gelen bir terim olduğunu anladım.

Ülkemizde organik tarım Avrupalı organik tarım şirketlerinin desteği ile ihracata yönelik olarak başlamış idi. Dolayısıyla bu iş baştan itibaren sadece bir ticaret gözüyle bakılmıştır. Hala da pek bir şey değişmedi. İzmir’de yapılan “organik tarım arama toplantısında” yerel tohumların tohum yasası ile baskılandığını, bunların çiftçilerce satılmasının yasaklandığını söyleyerek katılımcılardan destek istediğimde çay aralarında birkaç kişi dışında bir olumlu cevap alamamıştım. Çoğunluğun böyle bir derdi yoktu. Onlara göre organik tarımın yerel çeşitlerle yapılması için çok bir ihtiyaç yoktu. Hatta çoğu endüstriyel tarım olmaz ise dünyanın aç kalacağını da düşünüyorlardı. Hatta toplantıda Tarım Bakanlığından bazı bürokratlar açıkça tohum yasasını desteklediler.

Yerel tohumların hem hastalık ve zararlılara daha dayanıklı hem de besin içerikleri bakımından daha zengin olduğu biliniyor. O zaman gerçek bir organik hareketin yerel tohumlara destek çıkması ve en kısa zamanda organik üretimi yerel tohumlar temelinde yönlendirmesi gerekmez miydi? Ne gezer, organik tarımı sadece bir ticaret olarak görenler endüstriyel tarımla kol kola bir tavır içindeler. Dahası yerel tohum sorununa kayıtsızlar. Bu gidiş varsa varsa yeni bir hegemonyaya varır.
Gerçekten hem çevreye hem de başta çiftçiler insana saygılı bir ekolojik tarım hareketine ihtiyaç var.

Tayfun ÖZKAYA

6 Ağustos 2010 Cuma

ALTI AĞUSTOS

öyle zamanlar kaldı ki geride;
kırmızı ve mavi!

kaç baharı bıraktık ardımızda;
neler yaptığımızı hatırlayamadığımız.

üstümüze basa basa geçenlerin ardından geliyor,
yeni bir bahar şimdi...

yeni renkleriyle!

22 Temmuz 2010 Perşembe

mektup

Öyle çok şey yazılır, öyle çok şey söylenir ki ölüm üzerine... GERÇEK olan tek şeydir çünkü ölüm eylemi.Bu yüzdendir belkide mutluluklarımızı, acımızı, hayallerimizi tartışırken buluruz kendimizi bir ölüm gerçekleştiğinde...

Ne desem, ne kadar hissetmeye uğraşsam az gelir, senin içinde ki derinliği anlamaya.

Semiramis Pekkan dinliyorum iki gündür. "bana yalan söylediler"
Tekrar, bitince tekrar, tekrar...

diyor ki;
"bir aleme indim yalnız
yerde toprak gökte yıldız
bir yan susuz bir yan deniz
iki el bir baş verdiler
bir çift göz ağla dediler...
işte kalbin sev dediler...
bana yalan söylediler
kaderden bahsetmediler..."

Varlığımızı, birileri tarafından sürekli değiştirilen karakterlerimizi sorgulatıyor bu şarkı bana.
Nasıl da edilgen kaldığımızı hayatta...

Gittin...

Sen, çok azımızın yeltenebileceği birşeyi yaptın. Umutlarını sahipsiz bırakmadın.Çok sevindim.
Sevindik, takdir ettik.Herşey yolundadır dedik, yolun da da olmalı... Bilemedik, eksik kaldık sana, içinde olanlara.Yetemedik...

Bazen klavye tuşları arkasında gölgeni gördüm. Bazen bir telefonun ucunda sesini duydum. İki çift sözden ilereye gitmezdi, aslına bakarsan yeterdi de. "nasılsın" demekten daha güzel ne olurdu ki...

Şimdi ilk kez bu kadar derinden hissediyorum. Bir yerlerde, hayatın bir yerlerinden tutmaya çalışan seni...

GERÇEK...

Bütün altüst oluşlarımız bu sebepten değil mi zaten? Bütün karşı duruşlarımız, slogan atışlarımız, yumruk kaldırışlarımız, gidişlerimiz, dönüşlerimiz...

ÖLÜMLERİMİZ...

şimdi, denklemi tersten kurmalı belki de. gidenler onu hatırlayanlar da gittiğinde giderler...

her gidenin umutları, yürüyüşleri gerisinde olanlara kalıyor... tamamlanmak üzere...

alıp o umutları, daha güçlü daha emin yürümekten başka ne yapabiliriz?

özledim bende.
çok...
kendine iyi bakasın
özge

30 Haziran 2010 Çarşamba

İntihar

Tarihine yabancı insanlar içinde dönüp duruyor zaman. Ellerim tedirgin, neyi nasıl anlatacağını bilmiyor. “Durup bi düşünmek” istemiyorum. Böylesi ihanet olur yazmaya ve zihinden geçenlere. Şaşırıp kalıyorum. “Bu kadar saf mıydık” biz de diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Avuçlarımız içinde akan bir zaman dilimi değil mi yaşamak? Neden bu kadar sorguluyoruz, neden bu kadar içinden çıkılmaz bir hal almasına sebep oluyoruz…

Tüm bu sorgulamaları yapmadan önce başka şeyler yok mu sorgulayacak. Benliklerimiz çarpışıyor. Her hayat bir diğerinden bağımsız ama özünde aynı olan şeyleri barındırıyor. İlk kez alkolle buluşan vücutlar gibi tatlı ama olmasını hiç istemediğimiz, yadırgadığımız, ayıpladığımız bir gece sanki.

Bir fincan kahve yetecek sanki ayılmaya.

Sürüp giden savaşlardan habersiz insanlar. Barış tamamen rüya. Üreterek var olmaksa, zaten yalan. Kavramlara yabancı binlerce beyin var. Bazen gerçek anlamda vazgeçiyorum anlatmaktan. Anlaşılmak kadar saçma bir fikir olamaz… Neticede kimsenin kulağına küpe olmaz sözcükler. Birinden girip diğerinden çıkması daha olası. Boşuna öyleyse çene yormak.

Tekrar direniyor parmaklarım. Sayfaların dolu olması koca bir saçmalık oluyor. Boş olmalı, her yer her şey. Ancak o zaman yaratılabilir yeni. Ve bütün bu yazılanlar anlamsız bütünleri oluşturuyor.

Direniyor parmaklarım. Şimdi durma zamanı sanki. Ne anlatıldı ve neden anlatıldı, kim neyi ne kadar anladı ya da anlamaya çalıştı… İfadesi olmayan yüzler gibi bu satırlar. İfadesi yok, gerçekliği çok, birçok sözcük…

Ve yaşam, şu an sonlandırılabilir. Şuan etken olan tek an. An’lamsız olduğundan…

Bir fincan kahve daha bitiyor.

Aykırı düşüncelerden uzaklaşmaya çoktan başladı zihin. Ve ne yazık ki parmakları yönlendiren sinir, onun emri altında. Oysa en çok şimdi yaklaşmıştı en gerçek olana. Ardından bir sigara. Bir anda değişiyor bütün düşünceler. Duygusal parçalar yerini daha “yaşam dolu ezgilere” bırakıyor.

Ve bir intihar daha, eylemin hakkını veremeden, öylece yarım kalıyor…

27 Haziran 2010 Pazar

im atölyesi "çıkmaz sayısı"


...şimdi "çıkmaz sayısı"... uzun süredir çıkmayışımızdan geliyor bu sayının adı. ve biliriz ki her an nerede olursa olsun çıkabilmeli bir insan. işinden, okulundan, vitrinlerden, mağazalardan; aynı yere varan yollardan, otobüslerden...

yepyeni bir sayı...
çıkmaz sayısı...
çıkarların dünyasından usananlara...

im'imiz olsun...


içerde bekleyenler:

savaşı tersten okumak.......... ....................barış onur örs
sosyal sorumluluk üzerine.........................yakup hortoğlu
hayat karşısında biçare üniversiteler, biçare hocalar ve ben..........................................................abdullah akbıyık
dergiciliğe birazcık bakış.........................osman osé kılıç
'bir'ikinti.................................................serdar türkmen
yol...........................................................barış onur örs
yeniden....................................................ümran büyükaşık
carmela'ya birinci mektup........................imgesu ünal
şairin aşkı................................................barış onur örs
yarım saat................................................mutlu örs
öylesine yaşamaya karşı............................özge sapmaz
arin inan arslan ile sohbet
alıntı sığıntı-varolmanın dayanılmaz hafifliği...milan kundera

9 Haziran 2010 Çarşamba

HES’te deneme başladı, dere kurudu!


Rize’nin Güneysu ilçesinde, Gürgen Deresi üzerinde yapımı tamamlanan Kale Hidroelektrik Santralı deneme üretimine geçti. Deneme üretimiyle birlikte su regülatörlere tünellerle taşındığı için, Başköy ile Güneysu arasındaki 4 kilometre boyunca Gürgen Deresi tamamen kurudu. Gürgen vadisinde su sesinin yerini, bir başka santral inşaatı için açılan yol yapımında çalışan iş makinelerinin sesi aldı.

Derenin susuz kalması yöre sakinlerinin de tepkisine neden oldu. Derenin gürül gürül akan sesini özlediğini belirten Gürgen köylülerinden Maksut Bıyık “Şimdiden deremize hasret kaldık” derken, Orhan Kalender “Dereyi kuruttular. Birkaç gün önce santralda bir arıza oldu, dereye su bıraktılar. Herkes koşup derenin kenarına indi. Köyümüz insanları bu konuda maalesef yeterince duyarlı değildi. Ama kuruyunca gerçeği anladılar. Şimdi yukarıda başka bir santral daha planlanıyor” diye konuştu. Başköy sakini İsmail Baltacı endişeli: “Komşu köyde dere kurudu. Bizim köyde de santral planlıyorlar. Devlet tüm imkânlarını kullansın, olmazsa gelsin bizim suyumuzu alsın. Enerji için alınacak birçok önlem varken, gelip bizim köyün suyunu almaya kalkıyorlar. ”

Derenin kurumasından ilk gününde etkilenen biri var. O da Gürgen deresi üzerinde alabalık çiftliği bulunan İlyas Peçe. Peçe, 800 bin lira harcayarak kurduğu alabalık çiftliğinin tehlikeye girdiğini ve artık bazı havuzlara su veremediğini söyledi.

Balık çiftliği zorda

Dere suyunu kullanma bedeli olarak yıllık 500 lira ödediğini ifade eden Peçe, santral inşaatının faaliyete geçmesi sonrasında bunun da 2 bin liraya çıkarıldığını anlattı:

“Bu ‘çiftliği kapat’ demek oluyor. Tarım Bakanlığı bana üretim izni verdi. Yani beni destekliyor. Ama santral nedeniyle dereyi kuruttular. Su artık iyice azaldı. Bazı havuzlara su veremiyorum. Enerji şirketi sahipleri para kazanacak diye bize ‘bu sudan elinizi çekin’ diyorlar” ifadesini kullandı.

Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan’ın verdiği bilgiye göre Doğu Karadeniz’de 700 kadar hidroelektrik santral projesi planlandı. 145’inin yapımına başlandı ve bazıları tamamlanarak deneme üretimine geçti. Bu santrallara karşı 65 iptal, yürütmeyi durdurma ve ÇED iptali istemiyle dava açıldı. 29 davada mahkemeler yürütmeyi durdurma ve ÇED raporlarının iptali yönünde karar verdi.

kaynak: radikal

18 Mayıs 2010 Salı

"Ben Ruhi Bey Nasılım" -Edip Cansever- Sanat Çıkmazı'nda sergilenecektir...‏


Yürüyor mu, yürümeyi mi düşünüyor Ruhi Bey
Düşünmesi mi daha sonra koyuluyor yola
Nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
Yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
Oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi
Boşvermiş de sanki oyunun kurallarına
Üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına
Azıcık vakit kalmış
Ya da vakit var daha. Ama ne çıkar
Gövdenin yazgıya başkaldırması mı
Ruhi Bey'in
Başkaldırması mı yoksa

25-26 Mayıs 20:30, Sanat Çıkmazı Avlusu
Çıkmaz Oyuncuları

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Kıpkırmızı.
Neyin kırmızı olduğunu fark edemeyecek kadar kırmızıyım.
Seviyorum.
Anlamak olsun bu. Şimdilik anlamak olsun bu.
Tarif etmek istemiyorum. Beceremem.
Bir sigara içiyorum. Bir kadeh bir şey içiyorum. İçime birey giriyor burada.
Kırmızı bir geometrik şekle yerleşiyor, Kırmızı havuzun bütün haylaz balıkları. Büyük bir akvaryum olduğumu düşünüyorum hep. Kırmızı, büyük bir akvaryumum ben. Gövdemde hatıra yaratıkları yüzüyor. Yarılıyorum. Çatlaklarımdan lav fışkırıyor. Ayna karşısına geçip magmama doğru yürüyorum. Orada beni kırmızı çizgi roman kahramanları bekliyor.
Seviniyorum. Benim bakışlarımın da bir klibi var.
Geldiğim yerlerde insanlar terk edilmez.
Kırmızı. Kıpkırmızı. İsteksizce bir hikâyeye sokuluyorum.
Kırmızı bir yılanım ben belki de. Dilinin çatalında akrep uyuyan bir yılan. Gecenin defansına çekilmiş bir yılan. Güzel çocukları korkutan. Güzel çocukları zapping'e alıştıran.
Kırmızı kanallara uzanan kırmızı bedenler. Kırmızı şehvet noktaları görüyorum. Kırmızı aşk şarkıları. Kırmızı laternalarda Kırmızı aşk şarkıları çalıyor.
Kırmızı bir gangsterim. Kıpkırmızı silahlar taşıyorum.
Bir sigara içiyorum. İçime birşey giriyor burada.
Biraz esrar kokuyor bu. Biraz radyasyon püskürtüyor.
Walkman'de radyasyon tehlikesi.
Kırmızı kıldönümleri kutlanıyor. Scrabble tahtasına düşüyorum. Kırmızı bir popçuyum. Kırmızı.
Kıpkırmızı.
Neyin kırmızı olduğunu fark edemeyecek Kadar kırmızıyım.

Küçük İskender.

26 Nisan 2010 Pazartesi

only time...


Who can say where the road goes,
Where the day flows?
Only time...
And who can say if your love grows,
As your heart chose?
Only time...


Who can say why your heart sighs,
As your love flies?
Only time...
And who can say why your heart cries,
When your love lies?


Who can say when the roads meet,
That love might be,
In your heart.


And who can say when the day sleeps,
If the night keeps all your heart?
Night keeps all your heart...


Who can say if your love grows,
As your heart chose?
Only time...


And who can say where the road goes,
Where the day flows?


Only time...
Who knows?
Only time...

20 Nisan 2010 Salı

son kuşlar döker kanatlarını...

"son kuşlar döker kanatlarını...

bana kanatlar verdin.
dilsiz sözler,
her biri biraz daha yalnızlığım
ve şimdi uçurumlar sığarken iki öpüş arasına
sensiz ben kime gitsem,

biraz daha yalnızlığım''

13 Nisan 2010 Salı

Tarım ve gıda üzerindeki şirketlerin kontrolüne dur deyin!


1990′lı yıllarda iki önemli haber herkesin dikkatini çekmişti: Birincisi Zapatistaların (EZLN) 1994 yılı sonundaki eylemleri diğeri ise Brezilya Topraksızlar Hareketi (MST)’nin yürütüğü mücadele.
17 Nisan 1996 tarihinde bu mücadele esnasında yerel polis tarafından 19 köylü katledilmişti. Bu tarih daha sonra La Via Campesina tarafından “Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri Günü” olarak belirlenmişti.

La Via Campesina her yıl bu tarihte belirli bir konu etrafında eylemler örgütlüyor. Müttefiklerini ve dostlarını da bu eylemleri örgütlemeye ve katılmaya teşvik ediyor.

Çiftçi-Sen’in de üyesi olduğu La Via Campesina bu yılki 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri günü’ne ilişkin eylem çağrısının konu başlığını” gıda ve tarım üzerindeki şirket egemenliğine karşı mücadele” olarak belirledi.

Yayımlanan bildiride ” La Via Campesina, 17 Nisan 2010’a dikkat çekmek amacıyla üyelerini ve müttefiklerini güçlerini birleştirmeye ve çokuluslu şirketlere karşı direnişi yükseltmeye ve dünya çapında köylülerin seslerini ve haklarını yükseltmeye çağırıyor.” ifadelerine yer verildi.

Bu çağrıya uyan Çiftçi-Sen bir dizi etkinlik düzenliyor, ya da düzenlenen etkinliklere gücünü, sesini katıyor.

15 Nisan’da, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü (BUSOS) “Ekolojik Yaşam Karnavalı” etkinliklerinde Çiftçi-Sen’e kürsü sunuyor. Burada “Türkiye’de ve dünyada Çiftçi Hareketleri” başlığı altında Via Campensina, Çiftçi-Sen ve 17 Nisan’ın anlamı üzerinde konuşulacak.

Çiftçi-Sen ve konfederasyona bağlı Çay-Sen (Çay Üreticileri Sendikası) 17 Nisan’da Of’ta “Çayına Suyuna Sahip Çık Mitingi” düzenliyor. Malum Çay Yasası, çayda özelleştirme, tarımın tasfiyesi gündemde; hem bu gündeme, hem de La Via Campesina’nın çağrısına uygun olarak böyle iddialı bir eylem düzenleniyor.

17 Nisan’da 2007 tarihinde Çiftçi-Sen’in örgütlenmesini yürütenlerden Yüksel Şeref’ ölmüştü. Yüksel Şeref’i Uşak, Eşme, İnay Köyü’ndeki mezarı başında anacak Çiftçi-Sen.

Soma’da madenlerin özelleştirilmesi söz konusu, her maden işçisi yörenin özellikleri gereği aynı zamanda çiftçilikle iç içe. Çiftçi-Sen bu mitinge da katılıp sözünü söyleyecek.
Evet eylem düzenlemek için geç değil : Çiftçi-Sen, La Via

Campesina’nın çağrısını tekrar ediyor:
Tarım ve gıda üzerindeki şirketlerin kontrolüne dur deyin
Çokuluslu şirketlerin neden olduğu yıkım ile köylü tarımının doğaya dost bir üretim biçimi olduğu hakkında farkındalığı arttırmak için mahallenizde, okulunuzda, şehrinizde veya örgütünüzde bir etkinlik veya eylem düzenleyin.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Kalabalıktan 'sınıf' olmaya

Aynı ilin taşeron işçileriyle birlikteyiz. Aynı cemaatin üyeleri hepsi. Ama aralarında bir sorun var. Tartışma sonunda azınlıkta kalanlar kendileriyle aynı cemaatin üyesi olan hastane idarecilerinin yönlendirmesiyle adında “devrimci” ibaresi olan bir sendikada örgütlenmeye direnmek istiyorlar. İdareciler “sarı sendikayı” adres olarak gösteriyorlar. Sorunlarının çözümü için Bakanlıktaki birtakım tanıdıklarından, (AKP’yi kastederek) partideki bazı ilişkilerinden destek almaktan bahsediyorlar. Bu söylem diğerlerinin tepkisini çekiyor. Yaşadıkları sıkıntıları biraz da öfkelenerek hatırlatıyorlar karşılarındaki arkadaşlarına. Uzun süren sohbetimizin bitiminde bizim “acele etmeyin arkadaşlar, içinize sindirerek bu süreci yaşayın” dememize de kızıyorlar: “bizim acelemiz var, daha fazla beklemek niyetinde değiliz.” Tokalaşıp ayrılırken “gönlümüz sizden yana, bu işi bitireceğiz” demeyi ihmal etmiyorlar.

Onları televizyonda sürekli polis panzerlerini taşlarken görüyoruz. Onlardan bazıları işçi. Yani hem Kürt hem işçi. Tıpkı Türk kardeşleri gibi. Yaşadıkları il DTP’nin en yüksek oy aldığı yer. Korkmadan bir polis panzerinin veya askeri zırhlı bir aracın karşısına dikilecek kadar cesurlar ama taşeron firmanın maaşlarını birkaç hafta geç yatırdığı söylentisi üzerine hastane idaresinin yaptığı toplantıda “hayır biz maaşımızı zamanında alıyoruz” diyecek kadar da korkuyorlar. Ama korkularını yenmek istiyorlar. İstedikleri için de İran sınırına sadece birkaç km uzakta Türkiye’nin tam dibinde Kürt kimlikleriyle yetinmek istemeyip aynı zamanda işçi olarak da kimlik sahibi olmak istiyorlar. Korkularını işçi kimliğiyle yenmek istiyorlar ve örgütleniyorlar.

Doğu’nun makus talihini yenememiş illerinden biri. İlçelerden gelenlerle birlikte bir toplantı yapıyoruz. Kürt, Azeri, Türk hepsi gelmişler. DTP’li olduğunu saklamayan bir işçi, işin başındakilerden birini işaret ederek “Aha” diyor, “bu da kendine ülkücüyüm, diyor.” Tokalaşıyoruz. İlçelerden gelenlerden biri AKP’nin ilçe yöneticisi ama ilçedeki hastaneyi örgütleyen kişi aynı zamanda.

Bir yıl önce eşine kanser teşhisi konan arkadaşları, eşiyle ilgilenmek için hastane idaresinden izin istemiş. Hastane idaresi “Sen taşeron işçisin senin izin hakkın yok, YA EŞİN YA İŞİN.” diyerek terslemiş. Önce işini sonra eşini kaybetmiş işçi arkadaşımız. Adını koyamadıkları ama hala gözlerinden ateş fışkırarak anlattıkları bu olay onlarda bir kırılmaya yol açmış. Bu para düzeninin bu kadar vahşileşebileceği gerçeği karşısında ürkmüşler ve ne yapacağız telaşına düşmüşler. En karanlık anlarında hayatlarının Devrimci Sağlık İş’in ışığını görmüşler uzaktan. Yaklaşmışlar ve Diyarbakır’daki mücadeleyi duymuşlar, sonra Adana Balcalı’da kazanılan zaferi.

Evet şu anda Türkiye çok ciddi bir değişimden geçiyor. Değişmez sanılan iktidar ilişkileri sarsılıyor, sermaye birikiminin kaymağını artık Koç’lar Sabancılar değil Müslüman ve İşadamı olduğunu söylemekten keyif alan yeni bir zengin sınıfı yiyor. Ama ezilenler ama sömürülenler değişmiyor, hep aynı kalıyor.

Ama başka bir şey daha oluyor. Bir yeniden “oluşum” gerçekleşiyor! Genç, ama etnik ve dinsel gerilimlerden dolayı zihni yara bere içinde, korkularıyla birlikte bir hilkat garibesi gibi ayaklarının üzerinde doğrulmaya çalışan bir “sınıf” oluşuyor.

Evet, Türkiye işçi sınıfı yeniden oluşuyor. Vahşi kapitalizm yeni bir sistem kurmaya çalışırken ayak bağı olan eski işçileri tarihin perde arkasına itti yerine genç, tecrübesiz, dinamik ve kendilerinden önce ne yaşandığını bilmeyen yeni bir işçi kitlesi sürdü piyasaya. Ancak şimdi, piyasadaki o genç kalabalıklar yaşadıkları haksızlıklar karşısında hayata ve insana dair diğer kimlik ve özellikleriyle birlikte işçi kimliklerini keşfedip tarihin öznesi olma yoluna doğru ilerliyorlar.

Tufan Sertlek: Dev Sağlık-İş Genel Sekreteri

5 Nisan 2010 Pazartesi

Uzun Zaman Önce...
Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi
Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse
Ve Suları Kürekle Yarmazdı
Kıyı Dünyanın Sonuydu.
Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı
Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın,
Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar
Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?

17 Mart 2010 Çarşamba

koyu bir lacivertti gecenin enkazı.
moloz yığınları arasından nefes almak kolay olmuyordu.

"şiddet kimlik problemi yaşıyordu ve hasretin cinsiyet değiştirdiği haberiyle sarsılıyorduk..."

derken;
yüzünü doğaya döndü kadın.
gittikçe çoğalıyordu dünya,taşkın bir sel gibi.
dalga dalga oluyordu insanlar.
bulduğu boşluğa doluyor, doldukça yeni boşluklar yaratıyordu.

kadın elini dahi oynatamıyordu.

"şiddet kimlik problemi yaşıyordu..."

ve doğa, kadına bakmıyordu...

7 Şubat 2010 Pazar

MASAL

Kadın yeni bir günü karşılamaya hazır değildi… Adam ona bir masal anlattı. Önceleri defalarca dinlediğinden farklı olmayan. Sustu kadın, masalın sonuna kadar ve sonrasında da. Adam inandırdığını sandı bir zafer kutlaması yapıyor gibiydi sözleri. Kadın doğacak güneşi bekliyordu. Adam kadının içinde olup bitenden bi haber coşkusunu yaşadı.

Daha büyük cümleler kurdu adam kadına. Gecenin sonu böyle biterdi her masalda. Kadın yüzünü çekmedi “gün” den. Büyük cümleler her zaman basitti. Adamın duymak istediği sözleri söyledi kadın da. Sesi bile titremeden. Masalların başkahramanlarının yapması gerektiği gibi.

Tek bir şeyden haz alıyordu kadın. Yaşamını bunun üzerine kuruyordu. Bütün masallarda başrol onun olmalıydı. İşte adamda, bir tek bu duyguyla yaşıyordu…

Güneş, şehrin tepesinde yüzünü gösterince, gece de sona erdi. En mükemmel şekilde. Yüzlerinde güller açıyordu… Unutulan sesler kulaklarında yankılanıyordu.

Soluğunu hissediyordu kadın, yıllar sonra adamın.

Unuttukları tek şey ise; bütün masallar kurmacaydı…

24 Ocak 2010 Pazar

TEKEL ÖYKÜLERİ(2)

AÇLIK

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal iken işçi grev içinde. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tayyip düştü atından, alnı yarıldı çitinden. Baykal kaptı maşayı, panzer sıktı suyunu. Öyle bir zamanmış işte. Öyle bir zaman ki zamanı bilinmez! Neresi olduğunu sorsan kimse söylemez bir yerde, bundan belki binlerce yıl önce desem değil binlerce yıl sonra desem değil bir olay yaşanmış. Sorsan kimse bilmez, Kaf Dağı’nın eteklerinde, insanı garip kendisi garip bir ülke . . .

“Para” diye bir şey kullanılırmış bu ülkede. Bu şey kimisi için bu ülkenin başka bir şehrinde üretilen şeyi almak için kullanılırmış, kimisi çalıştıktan sonra emeğinin karşılığı olarak alırmış bunu.Kimisinin de ıslak vahşi gözlerinin çanak gibi açılmasını sağlar, kimisi de onu elde ettiği zaman ıslak dili pabucunun üstüne düşer, sulana sulana köpürür ve nihayet kuduz olur ölürmüş.

Gün olmuş bu sulak dilleri köpürenler, dilleri köpürmezden önce, birlik olup tüm ülkeyi kandırmaya ve soyup soğana çevirip o soğanı dahi ziyan etmemeye başlamışlar. Kandırıkçılar kendi aralarında üçe ayrılıyormuş:

Kandıranları kandırmaya çalışanlar
Kandıranlara yardım eden kandırıkçılar
Kandırılıyormuş gibi durup da kandıranlar
Bu üç grup da istiyormuş ki Kandırılanlar “aman ha!! Birlik olup da bizi alt etmesinler, hep uyusunlar, kuzu olsunlar.”

Bir gün ne olduysa o ülkede Kandırıkçılar kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlar; o “ben kandırmadım !!” diyormuş diğeri “ben kandırmadım, sen kandırdın!!” diyormuş, olan yine Kandırılanlar’a oluyormuş tabi. Kandırılanlar da kendi aralarında dörde ayrılıyormuş:

Kandırılıp da kandırılmadığını zannedenler
Dünyadan haberi olmayanlar
Kandırılan; ama Kandırıkçılar’a karşı savaşanlar ki bunlara “devrimciler” deniyormuş.
Bir de berbat olanı varmış ki onlar da dördüncü grubu oluşturuyormuşlar yani:

Kandırılıp da Kandırıkçılar’dan yana olanlar.
Fakat bu grupla diğer grup arasında fark farmış. Hem de çok önemli bir fark! O da şuymuş: Kandırılanlar’ın sayısı neredeyse ülkenin nüfusunu oluştururken Kandırıkçılar sayısı bir kaşık suda boğulacak kadar azmış.

Velhasıl kelam biz dönelim Kandırıkçılar’ın kendi aralarında çıkan kavgaya kavgasına. Masalımızın özü de burada ya! Kavgaya tutuşup da göbekleri şişkinlikten yere değecek olan Kandırıkçılar’ın paraları o kadar çokmuş ki cüzdanlara sığmazmış. Ülkenin yarısından çoğu o bir kaşık suda boğulacak olan Kandırıkçılar’ın ya da arkadaşlarının malıymış. Bunlar kavga etmişler etmişler; ama bakmışlar ki birbirlerinin mallarını mülklerini elde edemiyorlar, kanlı vahşi gözlerini dikmişler gene, ağızları sulana sulana, Kandırılanlar’ın aşına ekmeğine. Kandırıkçılar’da ekmeğin hası varmış hası ! Neylersin ki onlar gene de utanmazmışlar çalıp çırpmaktan ve “o ekmekleri nasıl paraya çeviririz” diye düşünmekten.

Günler akıp giderken, bir ara Kandırılanlar’dan bir TEKEL işçisi iş çıkışı eve gelmiş. Amanın! Bir de ne görsün, her şeyin parayla olduğu bu ülkede, evin sahanlığındaki erzak bitmiişşş. Sinirlenmiş, kızmış öyle bir sinirlenmiş ki dağlar korkudan zirvelerini bulutların arasına saklamışlar. İşçi evde bağırmış kocasına “Buraya bak bey!!!” diye. Bey de hiç böyle sinirli görmemişmiş karısını daha önce. “Eve Kandırıkçılar’dan bir mi girdi ben yokken?” diye sormuş beyine. “Yooo…” demiş “kimse gelmedi bugün”. Kadın düşünmüş taşınmış birazcık da kaşınmış “allah allah eve gelen yoook giden yookkk. Nasıl oluyor da bitiyor bu erzak” demiş kendi kendine.

Az geçmiş uz geçmiş, günler ayları kovalamış. Aylarsa yılları yakalamış ensesinden,İşçi de düşünmüş durmuş hep. İşe gitmiş düşünmüş; eve gelmiş düşünmüş, derken bir gün mutfakta bir bakmış oğluna, oğlu açlıktan öleyazmış. Kocası da korkmuş bu durumdan, gün be gün uçurumun kıyısına yanaşınca sormuş eşine “yahu hatun” demiş “eve gelen kimse yok, ama elde avuçta ne varsa yıllar geçti erdi gitti. İkimiz de çalışıyoruz bu nasıl ola?”. Kadın anlamış durumu, daha önce hiç akıllarına gelmemişmiş bu para denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu.

O ülkedeki Kandırıkçılar öyle bir sistem kurmuşlarmış ki yeryüzünde; kendileri lüks evlerinden, Ankara’dan hiçbir yere dahi kımıldamadan taaaa Denizli’de tütün işçisinin evinin dolabındaki ekmeği, oraya gitmeden alabiliyorlarmış. Bunu da para denilen şeyle yapıyorlarmış işte!

Bizimkiler anlamış durumu, en iyisi demişler bunu herkese anlatmak. Nasıl anlatacaklarını bulamamışlar bir türlü, çünkü onların “para” adında seyisi olmadan dünyayı dolaşan atları yokmuş. Tüm ülkeyi dolaşıp, durumu anlatmaya da ömürleri yetmezmiş zaten. En sonunda demişler ki “Kandırılan; ama kandırılanlara karşı savaşanların grubuna katılalım en iyisi”. Böylece dikkat savaş açmışlar hem kendi içlerinde var olan yani Kandırılıp da Kandırıkçılardan yana olanlara karşı ve Kandırıkçıların üç kesimine karşı.

Aylar geçmiş artık onlara “Kandırılanlar” dememeye başlamış insanlar. “Kandırıkçılara Karşı Savaşanlar” deniyormuş. Aç kalmışlar, öyle aç kalmışlar ki toprak üzülmüş onların bu haline ve gökyüzü şaşırmış hala nasıl bu kadar güçlü olabildiklerine ve en sonunda anlamışlar ki zaten Kandırıkçılar da onların açlıktan ölmesini istiyorlarmış.

Günler ayları, aylar yılları iteklemiş iki omzundan tutarak, Kandırıkçılar kendi aralarında kavga ededursun bizimkiler Tekel derken, Şeker derken güçlenmişler güçlenmişler ve yıkmışlar Kandırıkçılar’ın yaptığı, yarattığı ne varsa bütün dünyada. Birleşmişler her ülkeden Kandırıkçılar’a Karşı Savaşanlar. Dünyanın hiçbir yerinde kandırılmasın insanlar ve Kandırıkçılar kalmasın hiçbir zaman diye.

En son “ne olmuş? dersiniz. Böylece o Kaf Dağı’nın ardında ne zaman, nerede olduğu hiç bilinmeyen tek bir şey kalmış,o ülkenin görkemli ismi kalmış yani: KANDIRILMAYANLARIN ÜLKESİ...

TEKEL ÖYKÜLERİ(1)

MAKARNA

Abla saat kaç? ,diye sordu ilkin mırıldanır gibi.

Sananeee ye artık şu yemeğini!!! ,dedi, biraz bıkkındı bunu söylerken, belliydi daha sonra geçecekti bıkkınlığı;çünkü ana olmanın sorumluluğunu daha önce hiç yaşamadığı için bıkıveriyordu kardeşinin kendisine sürekli sorular sormasından.

Gökyüzü buğulu mu buğulu, neredeyse basık ve köşeye sıkışmış gibi acizdi; tıpkı şu son kürsü olayından sonra Kumlu’nun köşeye sıkışması gibi. Yanan ateşlerin renginden mi bilinmez rengi bir grileşiyor bir kızıla çalar gibi oluyordu. İkircikliydi, ha yağdı ha yağacak derken biraz çiseliyordu yağmur ve sonra da geri çekiliyordu, sanki sokakları kaplayan işçilerin kendisine kadar ulaşan sesinden korkmuş gibi. Yakılan ateşlerin genzi yakan dumanları arş-ı azam’ın duvarlarını delmişti,korkuyordu gökyüzü. Tıpkı bundan binlerce yıl öncesinde Babil’i örenlerden korktuğu gibi. Birden binlerce yıl öncesine gitti aklı gökyüzünün. O zaman da izlemişti insanları ve neredeyse özgürlüğü elleriyle uzandıklarında alacaktı. Binlerceydiler, büyük dev ateşler yakılmıştı düzlükte ve durmadan yükseliyordu Babil. Katlarından ayağı takılıp düşen işçiler oluyordu da bağırıyorlardı düşerken “seniii ele geçireceğiz gökyüzü!!!” diye. Öyle yüksekti ki öyle çok çalışmıştı ki tüm yeryüzünün lanetlileri, hatta bir gün bir kadın düşmüştü de taaa en üst katından Babil’in, yeryüzüne ancak üç günde varabilmişti cansız bedeni, hiç de bağırmamıştı ve korkmamıştı ölmekten. Şimdi de TEKEL İşçisi bağırıyordu dumanların arasından ölmekten korkmadığını. Dumanlarsa korkak bir kurdun kuyruğu kadar tüylü,ılıktı. Gecenin bir yarısı yükseldikçe çadırların etrafında dolanıyor, lokantanın demirlerine bağlı sarı-naylon çadırların hava boşluklarından kaybolup gidiyordu dumanlar.

Dumanlar kaybolur amma beş sokak dolusu insan güzel bir gelecek eder mi balam? Ediyor demek! Ankara’nın havası sokakları zapt edilmiş görmeye alışkın değildir çoğu zaman. Ömürlerinde hiç bu kadar insanı ve fedakarlığı taşımamış olan sokaklar şaşkındılar. Ah o sokaklar , delik yamalarına para harcamaktan çekinen burjuvaların yalnız bıraktığı küskün sokaklar neler gördü! Kim bilir neler görecek daha. Yok ki gözleri ağlayacak, yok ki dilleri haykıracak. Eğer o sokakların dili olsaydı şöyle haykırabilirlerdi kendisini on üç yıldır temizleyen Selim’e “yahuuu Selim temizle bak şu çadır direğinin dibindekileri!!! Temizle!!! Daha burada bunlar. Hasta olmasınlar Selim. Temizle dostum!”

Selim sokakları temizledikten gayrı uyuyanların battaniyelerini sıyırarak geçti soğuk. Sarı naylon çadırların altında uykuya dizilmişti büyük insanlık, çoğu uyuyordu. Gündüz sokakları saran canlılığın yerini yorgunluk ve uykusuzluk almıştı.

Yedin mi makarnanı ablam?, diye sordu kardeşine.İşte o an Tokat’ın bir zamanlar TEKEL işçisini çekemeyen esnaflarının camlarından tutun da, o işçilerin stokladığı tütün balyalarından taaa köyleri sarmalayan dağların akşam sessizliğine kadar, o sessizliği aydınlatan uzak ve parlak yıldızlara kadar hepsi bir “oofff” çekti içlerinden.

Yedim, dedi sandalyesinden inerek. Annemle babam ne zaman gelecek?

Sustu ablası. Bir şeyler demek istedi ama nasıl olsa haftada bir geleceklerini söylemişti babası; geliyorlardı da nitekim.Bir şeyler seziyordu kardeşine anlatamadığı bir şeyler. Sanki gelmenin değil de başka şeylerin önemli olduğu şeyler…

Kimisi çadırın altında daha yorgun bir sesle sohbet etmek istiyordu kimisi de soğuktan uyuyamamıştı; kimisi halay çekmeye doyamamıştı , kimisi şu köşedeki bara gidip sıcak bir köşede uyumak istiyordu. Uyuyanlar da ikiye ayrılmıştı: kimisi rüyasında o canım yastığıyla battaniyesinin ılıklığına dokunuyor, kimisi de yakalamış bir milletvekilini gizlice telefon kulübesinin içinde gırtlaklıyordu.

Mehmet abi bu işçilerden biriydi işte. Kullandığı oy pusulasını rulo yapmış durmadan dövüyordu milletvekilinin birini rüyasında, bir ara elinden kaçırdı. Rüya bu ya milletvekili kaçarken yollar ova gibi genişliyor, Mehmet abi geçerkense kapan gibi daralıyordu yollar. “Tüh yolları da satın almış namussuz” diye düşünüyor bir taraftan da koşuyordu. O ara tam meclisliyi kaybetmişti ki sırılsıklam ter içinde pat diye ara sokaktan önüne düşmesin mi milletvekili.Ayağa kalktı. Görmemişti Mehmet abiyi henüz. Önce yağlı semirmiş göbeğinin altında kalan kravatını düzeltti, sonra ceketinin cebinden çıkardığı ipek mendiliyle terlerini silmeye yeltenirken, Mehmet abi oy pusulasını bir yapıştırdı kalın ensesine meclislinin langırt diye yuvarlandı tekrar yağlı fıçı göbeğinin üstüne meclisli. Uyandı Mehmet abi gülümseyerek. Tuvalete gitti; gece nöbet tutan gençlerin ve uykusuzların arasından sessizce geçerek. Hiç kimse bilmiyordu rüyasında ne gördüğünü Mehmet abinin, Mehmet abi rüyasında gördüklerinin sevinciyle gülümsüyordu kendi kendine. “Sabaha hanım uyanınca ona anlatırım” diye düşündü ve sonra tekrar yöneldi yatağına soğumamasını ümit ederek.

Kafasında ardı ardına sorular oluşuyor, minik elleri titriyor ve soruların içinden seçebildiklerini soruyordu. Önemsiz şeylerle sıkmak istemediğinden ablasını önemli gördüğü soruları soruyordu. Tam bir soru soracaktı ki, şimdi Ankara’da olan babasının anlattıklarını hatırladı. Düşündü taşındı, içinden babam işini geri kazanacak, para kazanacak ve her istediğimi alacak diye düşündü. Canı sıkılmıştı da zaten önünde duran bir tabak dolusu makarnayı görünce, dolaptan annesinin gitmeden önce hazırladığı diğer yemeklerden birini yemek istedi. Kalktı elini yıkamaya giderken sordu ablasına “biz aç kalmayalım diye mi aç kalıyorlar orada?”

“Hayır işten atanlar aç kalmalarını istiyor”

“Peki kazanmak zor mu?”

“Zor”

“Babam güçlü kazanır o zaman”

“evet hepsi güçlü hepsi kazanacak !”

Gökyüzü buğulu mu buğuluydu sabah ışığını doğururken gece. Gökyüzü duydu küçük kızın başka bir şehirde sorduğu soruyu, irkildi, çekti bulutlarını, uzaklaştı genzi yakan dumanların iki yüzlülüğünü sırtında taşıyarak . .

18 Ocak 2010 Pazartesi

bir gitar bir sohbet

emre ünlenen, gitarıyla ve müzik arası sohbetleriyle konuğumuz olacak...
bu güzel dinleti ve sohbete bekleriz...

19 ocak 2010 20:00


..... sanat çıkmazının küçük odalarının birinde....

13 Ocak 2010 Çarşamba

Konuşurken elleri zihninin içine dalıyor gibi. Parmaklarıyla “geçenleri” arıyor sanki. Geçenlerin ifadeleri eksik; bulamıyor onları. Zamandan çalmaya yelteniyor. Orada olanlar tutmuyorlar elini. İçindeki “diğeri” ötekileştiriyor onu. Kendine yalanlar söyleyip doğru anın gelmesini bekliyor. Eylemsiz.

Gün yapabileceklerinin hayalleriyle geçiyor. Yaptıklarıysa gün geçtikçe silikleşiyor. Bugün yaptığı tek şey yeni olana direnmek oluyor. Atıp kendini, kimliksiz, ışıksız ve sözsüz bir şehre avazı çıkıncaya kadar bağırmak istiyor. Ne zaman böyle paramparça olduğunun hesabını tutamıyor.

Kendine güvenini yitirince insan geriye sadece susmak kalıyor. Yüzünü, bedenini ve düşüncelerini unutunca, yalanla dans etmeye başlıyor. O dansın müziğinde, oradan oraya sallanmaktan başka bir şey beceremiyor.

Müzik sona yaklaşıyor.

İlk kez, nefesimi yüzünde hissetmek istediğini anlıyorum. Bu gece göz bebeklerimi gerçekten tanımak istiyor. Ruhuma sıkışmak istiyor…

Gündüzleri kocaman, geceleri küçücük adam!