Bu Blogda Ara

24 Ocak 2010 Pazar

TEKEL ÖYKÜLERİ(2)

AÇLIK

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal iken işçi grev içinde. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tayyip düştü atından, alnı yarıldı çitinden. Baykal kaptı maşayı, panzer sıktı suyunu. Öyle bir zamanmış işte. Öyle bir zaman ki zamanı bilinmez! Neresi olduğunu sorsan kimse söylemez bir yerde, bundan belki binlerce yıl önce desem değil binlerce yıl sonra desem değil bir olay yaşanmış. Sorsan kimse bilmez, Kaf Dağı’nın eteklerinde, insanı garip kendisi garip bir ülke . . .

“Para” diye bir şey kullanılırmış bu ülkede. Bu şey kimisi için bu ülkenin başka bir şehrinde üretilen şeyi almak için kullanılırmış, kimisi çalıştıktan sonra emeğinin karşılığı olarak alırmış bunu.Kimisinin de ıslak vahşi gözlerinin çanak gibi açılmasını sağlar, kimisi de onu elde ettiği zaman ıslak dili pabucunun üstüne düşer, sulana sulana köpürür ve nihayet kuduz olur ölürmüş.

Gün olmuş bu sulak dilleri köpürenler, dilleri köpürmezden önce, birlik olup tüm ülkeyi kandırmaya ve soyup soğana çevirip o soğanı dahi ziyan etmemeye başlamışlar. Kandırıkçılar kendi aralarında üçe ayrılıyormuş:

Kandıranları kandırmaya çalışanlar
Kandıranlara yardım eden kandırıkçılar
Kandırılıyormuş gibi durup da kandıranlar
Bu üç grup da istiyormuş ki Kandırılanlar “aman ha!! Birlik olup da bizi alt etmesinler, hep uyusunlar, kuzu olsunlar.”

Bir gün ne olduysa o ülkede Kandırıkçılar kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlar; o “ben kandırmadım !!” diyormuş diğeri “ben kandırmadım, sen kandırdın!!” diyormuş, olan yine Kandırılanlar’a oluyormuş tabi. Kandırılanlar da kendi aralarında dörde ayrılıyormuş:

Kandırılıp da kandırılmadığını zannedenler
Dünyadan haberi olmayanlar
Kandırılan; ama Kandırıkçılar’a karşı savaşanlar ki bunlara “devrimciler” deniyormuş.
Bir de berbat olanı varmış ki onlar da dördüncü grubu oluşturuyormuşlar yani:

Kandırılıp da Kandırıkçılar’dan yana olanlar.
Fakat bu grupla diğer grup arasında fark farmış. Hem de çok önemli bir fark! O da şuymuş: Kandırılanlar’ın sayısı neredeyse ülkenin nüfusunu oluştururken Kandırıkçılar sayısı bir kaşık suda boğulacak kadar azmış.

Velhasıl kelam biz dönelim Kandırıkçılar’ın kendi aralarında çıkan kavgaya kavgasına. Masalımızın özü de burada ya! Kavgaya tutuşup da göbekleri şişkinlikten yere değecek olan Kandırıkçılar’ın paraları o kadar çokmuş ki cüzdanlara sığmazmış. Ülkenin yarısından çoğu o bir kaşık suda boğulacak olan Kandırıkçılar’ın ya da arkadaşlarının malıymış. Bunlar kavga etmişler etmişler; ama bakmışlar ki birbirlerinin mallarını mülklerini elde edemiyorlar, kanlı vahşi gözlerini dikmişler gene, ağızları sulana sulana, Kandırılanlar’ın aşına ekmeğine. Kandırıkçılar’da ekmeğin hası varmış hası ! Neylersin ki onlar gene de utanmazmışlar çalıp çırpmaktan ve “o ekmekleri nasıl paraya çeviririz” diye düşünmekten.

Günler akıp giderken, bir ara Kandırılanlar’dan bir TEKEL işçisi iş çıkışı eve gelmiş. Amanın! Bir de ne görsün, her şeyin parayla olduğu bu ülkede, evin sahanlığındaki erzak bitmiişşş. Sinirlenmiş, kızmış öyle bir sinirlenmiş ki dağlar korkudan zirvelerini bulutların arasına saklamışlar. İşçi evde bağırmış kocasına “Buraya bak bey!!!” diye. Bey de hiç böyle sinirli görmemişmiş karısını daha önce. “Eve Kandırıkçılar’dan bir mi girdi ben yokken?” diye sormuş beyine. “Yooo…” demiş “kimse gelmedi bugün”. Kadın düşünmüş taşınmış birazcık da kaşınmış “allah allah eve gelen yoook giden yookkk. Nasıl oluyor da bitiyor bu erzak” demiş kendi kendine.

Az geçmiş uz geçmiş, günler ayları kovalamış. Aylarsa yılları yakalamış ensesinden,İşçi de düşünmüş durmuş hep. İşe gitmiş düşünmüş; eve gelmiş düşünmüş, derken bir gün mutfakta bir bakmış oğluna, oğlu açlıktan öleyazmış. Kocası da korkmuş bu durumdan, gün be gün uçurumun kıyısına yanaşınca sormuş eşine “yahu hatun” demiş “eve gelen kimse yok, ama elde avuçta ne varsa yıllar geçti erdi gitti. İkimiz de çalışıyoruz bu nasıl ola?”. Kadın anlamış durumu, daha önce hiç akıllarına gelmemişmiş bu para denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu.

O ülkedeki Kandırıkçılar öyle bir sistem kurmuşlarmış ki yeryüzünde; kendileri lüks evlerinden, Ankara’dan hiçbir yere dahi kımıldamadan taaaa Denizli’de tütün işçisinin evinin dolabındaki ekmeği, oraya gitmeden alabiliyorlarmış. Bunu da para denilen şeyle yapıyorlarmış işte!

Bizimkiler anlamış durumu, en iyisi demişler bunu herkese anlatmak. Nasıl anlatacaklarını bulamamışlar bir türlü, çünkü onların “para” adında seyisi olmadan dünyayı dolaşan atları yokmuş. Tüm ülkeyi dolaşıp, durumu anlatmaya da ömürleri yetmezmiş zaten. En sonunda demişler ki “Kandırılan; ama kandırılanlara karşı savaşanların grubuna katılalım en iyisi”. Böylece dikkat savaş açmışlar hem kendi içlerinde var olan yani Kandırılıp da Kandırıkçılardan yana olanlara karşı ve Kandırıkçıların üç kesimine karşı.

Aylar geçmiş artık onlara “Kandırılanlar” dememeye başlamış insanlar. “Kandırıkçılara Karşı Savaşanlar” deniyormuş. Aç kalmışlar, öyle aç kalmışlar ki toprak üzülmüş onların bu haline ve gökyüzü şaşırmış hala nasıl bu kadar güçlü olabildiklerine ve en sonunda anlamışlar ki zaten Kandırıkçılar da onların açlıktan ölmesini istiyorlarmış.

Günler ayları, aylar yılları iteklemiş iki omzundan tutarak, Kandırıkçılar kendi aralarında kavga ededursun bizimkiler Tekel derken, Şeker derken güçlenmişler güçlenmişler ve yıkmışlar Kandırıkçılar’ın yaptığı, yarattığı ne varsa bütün dünyada. Birleşmişler her ülkeden Kandırıkçılar’a Karşı Savaşanlar. Dünyanın hiçbir yerinde kandırılmasın insanlar ve Kandırıkçılar kalmasın hiçbir zaman diye.

En son “ne olmuş? dersiniz. Böylece o Kaf Dağı’nın ardında ne zaman, nerede olduğu hiç bilinmeyen tek bir şey kalmış,o ülkenin görkemli ismi kalmış yani: KANDIRILMAYANLARIN ÜLKESİ...

Hiç yorum yok: