AÇLIK
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal iken işçi grev içinde. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tayyip düştü atından, alnı yarıldı çitinden. Baykal kaptı maşayı, panzer sıktı suyunu. Öyle bir zamanmış işte. Öyle bir zaman ki zamanı bilinmez! Neresi olduğunu sorsan kimse söylemez bir yerde, bundan belki binlerce yıl önce desem değil binlerce yıl sonra desem değil bir olay yaşanmış. Sorsan kimse bilmez, Kaf Dağı’nın eteklerinde, insanı garip kendisi garip bir ülke . . .
“Para” diye bir şey kullanılırmış bu ülkede. Bu şey kimisi için bu ülkenin başka bir şehrinde üretilen şeyi almak için kullanılırmış, kimisi çalıştıktan sonra emeğinin karşılığı olarak alırmış bunu.Kimisinin de ıslak vahşi gözlerinin çanak gibi açılmasını sağlar, kimisi de onu elde ettiği zaman ıslak dili pabucunun üstüne düşer, sulana sulana köpürür ve nihayet kuduz olur ölürmüş.
Gün olmuş bu sulak dilleri köpürenler, dilleri köpürmezden önce, birlik olup tüm ülkeyi kandırmaya ve soyup soğana çevirip o soğanı dahi ziyan etmemeye başlamışlar. Kandırıkçılar kendi aralarında üçe ayrılıyormuş:
Kandıranları kandırmaya çalışanlar
Kandıranlara yardım eden kandırıkçılar
Kandırılıyormuş gibi durup da kandıranlar
Bu üç grup da istiyormuş ki Kandırılanlar “aman ha!! Birlik olup da bizi alt etmesinler, hep uyusunlar, kuzu olsunlar.”
Bir gün ne olduysa o ülkede Kandırıkçılar kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlar; o “ben kandırmadım !!” diyormuş diğeri “ben kandırmadım, sen kandırdın!!” diyormuş, olan yine Kandırılanlar’a oluyormuş tabi. Kandırılanlar da kendi aralarında dörde ayrılıyormuş:
Kandırılıp da kandırılmadığını zannedenler
Dünyadan haberi olmayanlar
Kandırılan; ama Kandırıkçılar’a karşı savaşanlar ki bunlara “devrimciler” deniyormuş.
Bir de berbat olanı varmış ki onlar da dördüncü grubu oluşturuyormuşlar yani:
Kandırılıp da Kandırıkçılar’dan yana olanlar.
Fakat bu grupla diğer grup arasında fark farmış. Hem de çok önemli bir fark! O da şuymuş: Kandırılanlar’ın sayısı neredeyse ülkenin nüfusunu oluştururken Kandırıkçılar sayısı bir kaşık suda boğulacak kadar azmış.
Velhasıl kelam biz dönelim Kandırıkçılar’ın kendi aralarında çıkan kavgaya kavgasına. Masalımızın özü de burada ya! Kavgaya tutuşup da göbekleri şişkinlikten yere değecek olan Kandırıkçılar’ın paraları o kadar çokmuş ki cüzdanlara sığmazmış. Ülkenin yarısından çoğu o bir kaşık suda boğulacak olan Kandırıkçılar’ın ya da arkadaşlarının malıymış. Bunlar kavga etmişler etmişler; ama bakmışlar ki birbirlerinin mallarını mülklerini elde edemiyorlar, kanlı vahşi gözlerini dikmişler gene, ağızları sulana sulana, Kandırılanlar’ın aşına ekmeğine. Kandırıkçılar’da ekmeğin hası varmış hası ! Neylersin ki onlar gene de utanmazmışlar çalıp çırpmaktan ve “o ekmekleri nasıl paraya çeviririz” diye düşünmekten.
Günler akıp giderken, bir ara Kandırılanlar’dan bir TEKEL işçisi iş çıkışı eve gelmiş. Amanın! Bir de ne görsün, her şeyin parayla olduğu bu ülkede, evin sahanlığındaki erzak bitmiişşş. Sinirlenmiş, kızmış öyle bir sinirlenmiş ki dağlar korkudan zirvelerini bulutların arasına saklamışlar. İşçi evde bağırmış kocasına “Buraya bak bey!!!” diye. Bey de hiç böyle sinirli görmemişmiş karısını daha önce. “Eve Kandırıkçılar’dan bir mi girdi ben yokken?” diye sormuş beyine. “Yooo…” demiş “kimse gelmedi bugün”. Kadın düşünmüş taşınmış birazcık da kaşınmış “allah allah eve gelen yoook giden yookkk. Nasıl oluyor da bitiyor bu erzak” demiş kendi kendine.
Az geçmiş uz geçmiş, günler ayları kovalamış. Aylarsa yılları yakalamış ensesinden,İşçi de düşünmüş durmuş hep. İşe gitmiş düşünmüş; eve gelmiş düşünmüş, derken bir gün mutfakta bir bakmış oğluna, oğlu açlıktan öleyazmış. Kocası da korkmuş bu durumdan, gün be gün uçurumun kıyısına yanaşınca sormuş eşine “yahu hatun” demiş “eve gelen kimse yok, ama elde avuçta ne varsa yıllar geçti erdi gitti. İkimiz de çalışıyoruz bu nasıl ola?”. Kadın anlamış durumu, daha önce hiç akıllarına gelmemişmiş bu para denilen şeyin ne menem bir şey olduğunu.
O ülkedeki Kandırıkçılar öyle bir sistem kurmuşlarmış ki yeryüzünde; kendileri lüks evlerinden, Ankara’dan hiçbir yere dahi kımıldamadan taaaa Denizli’de tütün işçisinin evinin dolabındaki ekmeği, oraya gitmeden alabiliyorlarmış. Bunu da para denilen şeyle yapıyorlarmış işte!
Bizimkiler anlamış durumu, en iyisi demişler bunu herkese anlatmak. Nasıl anlatacaklarını bulamamışlar bir türlü, çünkü onların “para” adında seyisi olmadan dünyayı dolaşan atları yokmuş. Tüm ülkeyi dolaşıp, durumu anlatmaya da ömürleri yetmezmiş zaten. En sonunda demişler ki “Kandırılan; ama kandırılanlara karşı savaşanların grubuna katılalım en iyisi”. Böylece dikkat savaş açmışlar hem kendi içlerinde var olan yani Kandırılıp da Kandırıkçılardan yana olanlara karşı ve Kandırıkçıların üç kesimine karşı.
Aylar geçmiş artık onlara “Kandırılanlar” dememeye başlamış insanlar. “Kandırıkçılara Karşı Savaşanlar” deniyormuş. Aç kalmışlar, öyle aç kalmışlar ki toprak üzülmüş onların bu haline ve gökyüzü şaşırmış hala nasıl bu kadar güçlü olabildiklerine ve en sonunda anlamışlar ki zaten Kandırıkçılar da onların açlıktan ölmesini istiyorlarmış.
Günler ayları, aylar yılları iteklemiş iki omzundan tutarak, Kandırıkçılar kendi aralarında kavga ededursun bizimkiler Tekel derken, Şeker derken güçlenmişler güçlenmişler ve yıkmışlar Kandırıkçılar’ın yaptığı, yarattığı ne varsa bütün dünyada. Birleşmişler her ülkeden Kandırıkçılar’a Karşı Savaşanlar. Dünyanın hiçbir yerinde kandırılmasın insanlar ve Kandırıkçılar kalmasın hiçbir zaman diye.
En son “ne olmuş? dersiniz. Böylece o Kaf Dağı’nın ardında ne zaman, nerede olduğu hiç bilinmeyen tek bir şey kalmış,o ülkenin görkemli ismi kalmış yani: KANDIRILMAYANLARIN ÜLKESİ...
Uzun Zaman Önce... Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi. Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse ve Suları Kürekle Yarmazdı. Kıyı Dünyanın Sonuydu. Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı! Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın, Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar... Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?
Bu Blogda Ara
24 Ocak 2010 Pazar
TEKEL ÖYKÜLERİ(1)
MAKARNA
Abla saat kaç? ,diye sordu ilkin mırıldanır gibi.
Sananeee ye artık şu yemeğini!!! ,dedi, biraz bıkkındı bunu söylerken, belliydi daha sonra geçecekti bıkkınlığı;çünkü ana olmanın sorumluluğunu daha önce hiç yaşamadığı için bıkıveriyordu kardeşinin kendisine sürekli sorular sormasından.
Gökyüzü buğulu mu buğulu, neredeyse basık ve köşeye sıkışmış gibi acizdi; tıpkı şu son kürsü olayından sonra Kumlu’nun köşeye sıkışması gibi. Yanan ateşlerin renginden mi bilinmez rengi bir grileşiyor bir kızıla çalar gibi oluyordu. İkircikliydi, ha yağdı ha yağacak derken biraz çiseliyordu yağmur ve sonra da geri çekiliyordu, sanki sokakları kaplayan işçilerin kendisine kadar ulaşan sesinden korkmuş gibi. Yakılan ateşlerin genzi yakan dumanları arş-ı azam’ın duvarlarını delmişti,korkuyordu gökyüzü. Tıpkı bundan binlerce yıl öncesinde Babil’i örenlerden korktuğu gibi. Birden binlerce yıl öncesine gitti aklı gökyüzünün. O zaman da izlemişti insanları ve neredeyse özgürlüğü elleriyle uzandıklarında alacaktı. Binlerceydiler, büyük dev ateşler yakılmıştı düzlükte ve durmadan yükseliyordu Babil. Katlarından ayağı takılıp düşen işçiler oluyordu da bağırıyorlardı düşerken “seniii ele geçireceğiz gökyüzü!!!” diye. Öyle yüksekti ki öyle çok çalışmıştı ki tüm yeryüzünün lanetlileri, hatta bir gün bir kadın düşmüştü de taaa en üst katından Babil’in, yeryüzüne ancak üç günde varabilmişti cansız bedeni, hiç de bağırmamıştı ve korkmamıştı ölmekten. Şimdi de TEKEL İşçisi bağırıyordu dumanların arasından ölmekten korkmadığını. Dumanlarsa korkak bir kurdun kuyruğu kadar tüylü,ılıktı. Gecenin bir yarısı yükseldikçe çadırların etrafında dolanıyor, lokantanın demirlerine bağlı sarı-naylon çadırların hava boşluklarından kaybolup gidiyordu dumanlar.
Dumanlar kaybolur amma beş sokak dolusu insan güzel bir gelecek eder mi balam? Ediyor demek! Ankara’nın havası sokakları zapt edilmiş görmeye alışkın değildir çoğu zaman. Ömürlerinde hiç bu kadar insanı ve fedakarlığı taşımamış olan sokaklar şaşkındılar. Ah o sokaklar , delik yamalarına para harcamaktan çekinen burjuvaların yalnız bıraktığı küskün sokaklar neler gördü! Kim bilir neler görecek daha. Yok ki gözleri ağlayacak, yok ki dilleri haykıracak. Eğer o sokakların dili olsaydı şöyle haykırabilirlerdi kendisini on üç yıldır temizleyen Selim’e “yahuuu Selim temizle bak şu çadır direğinin dibindekileri!!! Temizle!!! Daha burada bunlar. Hasta olmasınlar Selim. Temizle dostum!”
Selim sokakları temizledikten gayrı uyuyanların battaniyelerini sıyırarak geçti soğuk. Sarı naylon çadırların altında uykuya dizilmişti büyük insanlık, çoğu uyuyordu. Gündüz sokakları saran canlılığın yerini yorgunluk ve uykusuzluk almıştı.
Yedin mi makarnanı ablam?, diye sordu kardeşine.İşte o an Tokat’ın bir zamanlar TEKEL işçisini çekemeyen esnaflarının camlarından tutun da, o işçilerin stokladığı tütün balyalarından taaa köyleri sarmalayan dağların akşam sessizliğine kadar, o sessizliği aydınlatan uzak ve parlak yıldızlara kadar hepsi bir “oofff” çekti içlerinden.
Yedim, dedi sandalyesinden inerek. Annemle babam ne zaman gelecek?
Sustu ablası. Bir şeyler demek istedi ama nasıl olsa haftada bir geleceklerini söylemişti babası; geliyorlardı da nitekim.Bir şeyler seziyordu kardeşine anlatamadığı bir şeyler. Sanki gelmenin değil de başka şeylerin önemli olduğu şeyler…
Kimisi çadırın altında daha yorgun bir sesle sohbet etmek istiyordu kimisi de soğuktan uyuyamamıştı; kimisi halay çekmeye doyamamıştı , kimisi şu köşedeki bara gidip sıcak bir köşede uyumak istiyordu. Uyuyanlar da ikiye ayrılmıştı: kimisi rüyasında o canım yastığıyla battaniyesinin ılıklığına dokunuyor, kimisi de yakalamış bir milletvekilini gizlice telefon kulübesinin içinde gırtlaklıyordu.
Mehmet abi bu işçilerden biriydi işte. Kullandığı oy pusulasını rulo yapmış durmadan dövüyordu milletvekilinin birini rüyasında, bir ara elinden kaçırdı. Rüya bu ya milletvekili kaçarken yollar ova gibi genişliyor, Mehmet abi geçerkense kapan gibi daralıyordu yollar. “Tüh yolları da satın almış namussuz” diye düşünüyor bir taraftan da koşuyordu. O ara tam meclisliyi kaybetmişti ki sırılsıklam ter içinde pat diye ara sokaktan önüne düşmesin mi milletvekili.Ayağa kalktı. Görmemişti Mehmet abiyi henüz. Önce yağlı semirmiş göbeğinin altında kalan kravatını düzeltti, sonra ceketinin cebinden çıkardığı ipek mendiliyle terlerini silmeye yeltenirken, Mehmet abi oy pusulasını bir yapıştırdı kalın ensesine meclislinin langırt diye yuvarlandı tekrar yağlı fıçı göbeğinin üstüne meclisli. Uyandı Mehmet abi gülümseyerek. Tuvalete gitti; gece nöbet tutan gençlerin ve uykusuzların arasından sessizce geçerek. Hiç kimse bilmiyordu rüyasında ne gördüğünü Mehmet abinin, Mehmet abi rüyasında gördüklerinin sevinciyle gülümsüyordu kendi kendine. “Sabaha hanım uyanınca ona anlatırım” diye düşündü ve sonra tekrar yöneldi yatağına soğumamasını ümit ederek.
Kafasında ardı ardına sorular oluşuyor, minik elleri titriyor ve soruların içinden seçebildiklerini soruyordu. Önemsiz şeylerle sıkmak istemediğinden ablasını önemli gördüğü soruları soruyordu. Tam bir soru soracaktı ki, şimdi Ankara’da olan babasının anlattıklarını hatırladı. Düşündü taşındı, içinden babam işini geri kazanacak, para kazanacak ve her istediğimi alacak diye düşündü. Canı sıkılmıştı da zaten önünde duran bir tabak dolusu makarnayı görünce, dolaptan annesinin gitmeden önce hazırladığı diğer yemeklerden birini yemek istedi. Kalktı elini yıkamaya giderken sordu ablasına “biz aç kalmayalım diye mi aç kalıyorlar orada?”
“Hayır işten atanlar aç kalmalarını istiyor”
“Peki kazanmak zor mu?”
“Zor”
“Babam güçlü kazanır o zaman”
“evet hepsi güçlü hepsi kazanacak !”
Gökyüzü buğulu mu buğuluydu sabah ışığını doğururken gece. Gökyüzü duydu küçük kızın başka bir şehirde sorduğu soruyu, irkildi, çekti bulutlarını, uzaklaştı genzi yakan dumanların iki yüzlülüğünü sırtında taşıyarak . .
Abla saat kaç? ,diye sordu ilkin mırıldanır gibi.
Sananeee ye artık şu yemeğini!!! ,dedi, biraz bıkkındı bunu söylerken, belliydi daha sonra geçecekti bıkkınlığı;çünkü ana olmanın sorumluluğunu daha önce hiç yaşamadığı için bıkıveriyordu kardeşinin kendisine sürekli sorular sormasından.
Gökyüzü buğulu mu buğulu, neredeyse basık ve köşeye sıkışmış gibi acizdi; tıpkı şu son kürsü olayından sonra Kumlu’nun köşeye sıkışması gibi. Yanan ateşlerin renginden mi bilinmez rengi bir grileşiyor bir kızıla çalar gibi oluyordu. İkircikliydi, ha yağdı ha yağacak derken biraz çiseliyordu yağmur ve sonra da geri çekiliyordu, sanki sokakları kaplayan işçilerin kendisine kadar ulaşan sesinden korkmuş gibi. Yakılan ateşlerin genzi yakan dumanları arş-ı azam’ın duvarlarını delmişti,korkuyordu gökyüzü. Tıpkı bundan binlerce yıl öncesinde Babil’i örenlerden korktuğu gibi. Birden binlerce yıl öncesine gitti aklı gökyüzünün. O zaman da izlemişti insanları ve neredeyse özgürlüğü elleriyle uzandıklarında alacaktı. Binlerceydiler, büyük dev ateşler yakılmıştı düzlükte ve durmadan yükseliyordu Babil. Katlarından ayağı takılıp düşen işçiler oluyordu da bağırıyorlardı düşerken “seniii ele geçireceğiz gökyüzü!!!” diye. Öyle yüksekti ki öyle çok çalışmıştı ki tüm yeryüzünün lanetlileri, hatta bir gün bir kadın düşmüştü de taaa en üst katından Babil’in, yeryüzüne ancak üç günde varabilmişti cansız bedeni, hiç de bağırmamıştı ve korkmamıştı ölmekten. Şimdi de TEKEL İşçisi bağırıyordu dumanların arasından ölmekten korkmadığını. Dumanlarsa korkak bir kurdun kuyruğu kadar tüylü,ılıktı. Gecenin bir yarısı yükseldikçe çadırların etrafında dolanıyor, lokantanın demirlerine bağlı sarı-naylon çadırların hava boşluklarından kaybolup gidiyordu dumanlar.
Dumanlar kaybolur amma beş sokak dolusu insan güzel bir gelecek eder mi balam? Ediyor demek! Ankara’nın havası sokakları zapt edilmiş görmeye alışkın değildir çoğu zaman. Ömürlerinde hiç bu kadar insanı ve fedakarlığı taşımamış olan sokaklar şaşkındılar. Ah o sokaklar , delik yamalarına para harcamaktan çekinen burjuvaların yalnız bıraktığı küskün sokaklar neler gördü! Kim bilir neler görecek daha. Yok ki gözleri ağlayacak, yok ki dilleri haykıracak. Eğer o sokakların dili olsaydı şöyle haykırabilirlerdi kendisini on üç yıldır temizleyen Selim’e “yahuuu Selim temizle bak şu çadır direğinin dibindekileri!!! Temizle!!! Daha burada bunlar. Hasta olmasınlar Selim. Temizle dostum!”
Selim sokakları temizledikten gayrı uyuyanların battaniyelerini sıyırarak geçti soğuk. Sarı naylon çadırların altında uykuya dizilmişti büyük insanlık, çoğu uyuyordu. Gündüz sokakları saran canlılığın yerini yorgunluk ve uykusuzluk almıştı.
Yedin mi makarnanı ablam?, diye sordu kardeşine.İşte o an Tokat’ın bir zamanlar TEKEL işçisini çekemeyen esnaflarının camlarından tutun da, o işçilerin stokladığı tütün balyalarından taaa köyleri sarmalayan dağların akşam sessizliğine kadar, o sessizliği aydınlatan uzak ve parlak yıldızlara kadar hepsi bir “oofff” çekti içlerinden.
Yedim, dedi sandalyesinden inerek. Annemle babam ne zaman gelecek?
Sustu ablası. Bir şeyler demek istedi ama nasıl olsa haftada bir geleceklerini söylemişti babası; geliyorlardı da nitekim.Bir şeyler seziyordu kardeşine anlatamadığı bir şeyler. Sanki gelmenin değil de başka şeylerin önemli olduğu şeyler…
Kimisi çadırın altında daha yorgun bir sesle sohbet etmek istiyordu kimisi de soğuktan uyuyamamıştı; kimisi halay çekmeye doyamamıştı , kimisi şu köşedeki bara gidip sıcak bir köşede uyumak istiyordu. Uyuyanlar da ikiye ayrılmıştı: kimisi rüyasında o canım yastığıyla battaniyesinin ılıklığına dokunuyor, kimisi de yakalamış bir milletvekilini gizlice telefon kulübesinin içinde gırtlaklıyordu.
Mehmet abi bu işçilerden biriydi işte. Kullandığı oy pusulasını rulo yapmış durmadan dövüyordu milletvekilinin birini rüyasında, bir ara elinden kaçırdı. Rüya bu ya milletvekili kaçarken yollar ova gibi genişliyor, Mehmet abi geçerkense kapan gibi daralıyordu yollar. “Tüh yolları da satın almış namussuz” diye düşünüyor bir taraftan da koşuyordu. O ara tam meclisliyi kaybetmişti ki sırılsıklam ter içinde pat diye ara sokaktan önüne düşmesin mi milletvekili.Ayağa kalktı. Görmemişti Mehmet abiyi henüz. Önce yağlı semirmiş göbeğinin altında kalan kravatını düzeltti, sonra ceketinin cebinden çıkardığı ipek mendiliyle terlerini silmeye yeltenirken, Mehmet abi oy pusulasını bir yapıştırdı kalın ensesine meclislinin langırt diye yuvarlandı tekrar yağlı fıçı göbeğinin üstüne meclisli. Uyandı Mehmet abi gülümseyerek. Tuvalete gitti; gece nöbet tutan gençlerin ve uykusuzların arasından sessizce geçerek. Hiç kimse bilmiyordu rüyasında ne gördüğünü Mehmet abinin, Mehmet abi rüyasında gördüklerinin sevinciyle gülümsüyordu kendi kendine. “Sabaha hanım uyanınca ona anlatırım” diye düşündü ve sonra tekrar yöneldi yatağına soğumamasını ümit ederek.
Kafasında ardı ardına sorular oluşuyor, minik elleri titriyor ve soruların içinden seçebildiklerini soruyordu. Önemsiz şeylerle sıkmak istemediğinden ablasını önemli gördüğü soruları soruyordu. Tam bir soru soracaktı ki, şimdi Ankara’da olan babasının anlattıklarını hatırladı. Düşündü taşındı, içinden babam işini geri kazanacak, para kazanacak ve her istediğimi alacak diye düşündü. Canı sıkılmıştı da zaten önünde duran bir tabak dolusu makarnayı görünce, dolaptan annesinin gitmeden önce hazırladığı diğer yemeklerden birini yemek istedi. Kalktı elini yıkamaya giderken sordu ablasına “biz aç kalmayalım diye mi aç kalıyorlar orada?”
“Hayır işten atanlar aç kalmalarını istiyor”
“Peki kazanmak zor mu?”
“Zor”
“Babam güçlü kazanır o zaman”
“evet hepsi güçlü hepsi kazanacak !”
Gökyüzü buğulu mu buğuluydu sabah ışığını doğururken gece. Gökyüzü duydu küçük kızın başka bir şehirde sorduğu soruyu, irkildi, çekti bulutlarını, uzaklaştı genzi yakan dumanların iki yüzlülüğünü sırtında taşıyarak . .
18 Ocak 2010 Pazartesi
bir gitar bir sohbet
emre ünlenen, gitarıyla ve müzik arası sohbetleriyle konuğumuz olacak...
bu güzel dinleti ve sohbete bekleriz...
19 ocak 2010 20:00
..... sanat çıkmazının küçük odalarının birinde....
bu güzel dinleti ve sohbete bekleriz...
19 ocak 2010 20:00
..... sanat çıkmazının küçük odalarının birinde....
13 Ocak 2010 Çarşamba
Konuşurken elleri zihninin içine dalıyor gibi. Parmaklarıyla “geçenleri” arıyor sanki. Geçenlerin ifadeleri eksik; bulamıyor onları. Zamandan çalmaya yelteniyor. Orada olanlar tutmuyorlar elini. İçindeki “diğeri” ötekileştiriyor onu. Kendine yalanlar söyleyip doğru anın gelmesini bekliyor. Eylemsiz.
Gün yapabileceklerinin hayalleriyle geçiyor. Yaptıklarıysa gün geçtikçe silikleşiyor. Bugün yaptığı tek şey yeni olana direnmek oluyor. Atıp kendini, kimliksiz, ışıksız ve sözsüz bir şehre avazı çıkıncaya kadar bağırmak istiyor. Ne zaman böyle paramparça olduğunun hesabını tutamıyor.
Kendine güvenini yitirince insan geriye sadece susmak kalıyor. Yüzünü, bedenini ve düşüncelerini unutunca, yalanla dans etmeye başlıyor. O dansın müziğinde, oradan oraya sallanmaktan başka bir şey beceremiyor.
Müzik sona yaklaşıyor.
İlk kez, nefesimi yüzünde hissetmek istediğini anlıyorum. Bu gece göz bebeklerimi gerçekten tanımak istiyor. Ruhuma sıkışmak istiyor…
Gündüzleri kocaman, geceleri küçücük adam!
Gün yapabileceklerinin hayalleriyle geçiyor. Yaptıklarıysa gün geçtikçe silikleşiyor. Bugün yaptığı tek şey yeni olana direnmek oluyor. Atıp kendini, kimliksiz, ışıksız ve sözsüz bir şehre avazı çıkıncaya kadar bağırmak istiyor. Ne zaman böyle paramparça olduğunun hesabını tutamıyor.
Kendine güvenini yitirince insan geriye sadece susmak kalıyor. Yüzünü, bedenini ve düşüncelerini unutunca, yalanla dans etmeye başlıyor. O dansın müziğinde, oradan oraya sallanmaktan başka bir şey beceremiyor.
Müzik sona yaklaşıyor.
İlk kez, nefesimi yüzünde hissetmek istediğini anlıyorum. Bu gece göz bebeklerimi gerçekten tanımak istiyor. Ruhuma sıkışmak istiyor…
Gündüzleri kocaman, geceleri küçücük adam!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)