Bu Blogda Ara

5 Ekim 2012 Cuma

deneme

bunun bir "yalnız yaşama" denemesi olduğunu çıkarmadan akıldan,
1-birşeyler ummak,
2-birşeyleri yada birilerini beklemek,
3-birşeyler talep etmek,
4-kendinden söz etmek,
5-yazıp yazıp silmek,
6-kolektif işlere koyulmak,
7-üretim beklemek,
8-yardım istemek...
bu denemenin hatalı sonuç vermesine sebep olabilir!

1 Ekim 2012 Pazartesi

Antakya'ya

Diyeceksin şehirlerin gözü kördür, diyeceksin yalnızlığın yurdudur, kitlelerin artığı şehir...
Yenidir şehir. Eskidir.
Lekedir bıraktığın tarihin içinde. Bir saat kulesi, bir özgürlük anıtı ya da bir savaş abidesi. Ezandır, çandır. Kalabalığın içinde yapayalnız yaşayandır.
Diyeceksin şehirlerin kulakları duymaz. Nasır tutmuştur dokuları. Ne kendini yakanı tanır ne de içinde yapayalnız yaşayanı. Yine de gideceksin.
Bileceksin şiirdir şehir. Yağmurlu bir güne yazılan. Göreceksin bunu buğulu camından. Yazacaksın yine titrek kaleminle. "şehirlerde yaşanmaz diye."
Şehir: is, pas, toz, kir... Şehir kirlenmektir. 
Şehir: ip, tel, demir, duvar... Şehir esir olmaktır. Bir ayinin içinde kurumak, solmak...
Ürkek kalemin elinde, uygarlığın kalbinde birikeceksin bir kent merkezinde!
Yollar çağıracak seni. Asfaltı terk eden köpüklü sular. Yağmurlu fırtınalar. Yıldırımlar kopacak göğsünde, baykuşlar çıkacak önüne. Kâhinler açacak gözünde. "git" diyecekler. "durma git"... Ve sen bir şehirden gideceksin! 
Düşeceksin içine. Yolun uzun. Bakımsız caddeler göreceksin. Karanlık ormanlar... Dalıp gideceksin. Düşüneceksin! Seni bekleyen yine bir kalabalık değil midir? Duvarların içinde, dokulara sarılmış, kör, sağır dilsiz yeni bir şehir...
Bir kuşluk vakti bomboş sokaklar.
Diyeceksin şehirlerin sesi yoktur. Diyeceksin yalnızlığın yurdudur.
Bir kalemin var senin, çekingen ellerinle gizlediğin. Yazacaksın:
Şiirdir şehir, gelmektir, gitmektir, gülmek ve ağlamak. Susmak, bağırmak.
Tarihindir minicik bir ihtimalin içine gizlendiğin. 
Gerçekleşmeyen...




9 Eylül 2012 Pazar

Tam yatmasın aklın hiçbir şeye
Neler çıkar karşına kimbilir yarın
Bu karanlıktan başka bir karanlık
Bu sabahtan başka bir sabah





3 Eylül 2012 Pazartesi

Şehri Terk

Eylül'ün 3'ü. Avluda ikinci gün. Yalnız başıma ilk. Her yanına geçmiş serpilmiş bu avluya rüzgar hafiften esiyor. Yan tarafta ki avlulardan sohbet sesleri geliyor. Komşular eşleriyle keyifteler. Sente yukarıdan bana bakıyor. Ona yabancıyım oda bana öyle. Arada göz teması kuruyoruz, olduğu yere oturuyor. sonradan ne hissediyor bilmiyorum havlamaya başlıyor. Bu anlarda korkum tavan yapıyor.

Elim telefona gidiyor. Arayacak, çağıracak insanlar varlar. Sonra vazgeçiyorum. "Kimseye yük olmaya gelmedin" diyorum kendime. Meraklanan olursa akibetime, zaten ulaşacaktır! Ulaşan kimse yoksa zaten hiç olmamıştır. Unut onlarını ve kendinle kal. Alış kendine. Kendinle yaşamaya.

Terk edip geldiğim şehri özler gibi oluyorum. Sokakları yabancı değildi en azından. Cesaretim mi yok yeni bir yaşama başlamaya? Sanırım bu en gerçek olan ihtimal. O şehirden biraz daha ağır ve sancılı günler beni bekliyor. Kulağım kapıda, gözlerim her an avlunun girişine bakan pencerede. Ha unutmadan tabi ki elimde bir de biber gazı. Fonda Cohen var. arada bu  parmak ucu bekleyişimden uzaklaştırıp yazıya da yoğunlaşmamı sağlıyor.

Şehrin havasında savaş kokusu var birde. Düşündükçe boğulacak gibi oluyorum. Tedirgin olan tek kişinin ben olmadığımı hatırlıyorum. Daha korkak gözlerle bakan insanlar var. Nusayriler mesela.

Çukurovaya ait olan bir kalbimim olduğu fark ettim burada. Yalnız başıma bir şehre yerleşmenin nkolay olmayacağını da. Sonra yeniden şunu hatırlatıyorum kendime.

"Yola çık dostum. Çık yola. Terk ettiğin dostlar yerine pekala yenilerini bulabilirsin. Yurdundan çık. Yurdundan, toprağından köklerini sök. Başka ülkelere yerleş. Yenilik iyidir. Durgunluk kötü. Durgun su kokar. Akıntıyı yarat. Çürümekten kurtursun."  

7 Ağustos 2012 Salı

Eksilmesin dudağından gülüşün, eksilse yaşamından güneş. Yüzün kararmasın gecede, gülümse düşlerinde yine. Nereye uçar turnalar, nereye gider gökyüzü Alıp kanatlarına umutlarını geçmişin?Sen yıkıldın altında göğün, yandın küçük bir pervane gibi. Ah, küçük bir pervane gibi.Kim götürdü bakışından ışığı, kim aldı gözlerinden onu? Kadehlerden yüreğine boşalan acı bir umutsuzluk, o mu? Kime söyledin derdini, kimi sevdin gizli gizli? Kimler uyandırdı içindeki kötü kırık türküleri?Ölenlerin adını unutma; türkülerin, meydanların. Ah, bırakmasın onlar seni. Ne de çabuk yıktın kendini sarıldın yalanlara, boşluğa. Hey! Bak işçi tulumu giymiş umut!İsterse uçsun turnalar, isterse gitsin gökyüzü Alıp kanatlarına bulutlarını rüzgarın.

31 Mayıs 2012 Perşembe

kurcalamalar...


               Mide bulandırıcı birçok hikâye var kafamızda, paylaşmaya hacet bırakmadan kapatmak istediğimiz. "Harbiden içimizde kalmalı " lık durumlar. Müzikler ile canlanan, gökleşen, telefonlardan tiksindiren, bire bir yaşadığımız her bir yalan, gerçeğin peşinde koşmaya attığımız daha çok nedeni getiriyor.
                Ne b.ktandır ki, "kurcalamak", " haklı olduğu bir konudan prim çıkarmak" ve sorgulama politikasına uygun gitmeyen her bir davranış, ruhu daha bi' domates ezmesine çevirebiliyor. 
              
               "Gerçek" için, iğrençleşmeye ne hacet. 
                 Hadi şimdi domates ezmesi yiyelim...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

yakınlaşma

En çok da yanından geçip giderken çarpışıyorsun gerçeklerle. 
Nasıl diyorsun kendine. 
Nasıl oluyor da bu kadar çabuk yabancılaşabiliyoruz? 
Ama sonra ne kadar çabuk yakınlaşabildiğiniz aklına geliyor!
İnsan anlayamadığı şeyleri sevemez sanıyordum...
Gördüm ki sevebilirmiş...






27 Mayıs 2012 Pazar

Bu Avlu Bir Sahnedir

Bu Avlu Bir Sahnedir festivali,
9-16 Haziran 2012 tarihlerinde eski Antakya evlerinin avlularında
gerçekleştirilecektir.


İm Atölyesi olarak 4 yıldır Antakya’da amatör tiyatro çalışmaları yapıyor ve oyunlarımızı eski bir
Antakya evi olan mekanımızda sergiliyoruz. Daha önce “İma Tiyatro Atölyesi” ve “Çıkmaz Oyuncuları“
adları altında tiyatro sahnesine dönüştürdüğümüz avlularda oyunlarımızı sahnelemiştik. Bu festival
birer yaşama alanı olan birbirinden farklı avluların sahne olarak tasarlanmasıyla gerçekleştirilecektir.


İm Atölyesi, yerleşik tiyatro anlayışının yarattığı sahne tekelini kırma ve tiyatroyu özgürleştirme
hedefinde festivale katkılarınızı ve katılımınızı beklemektedir.


*Her oyunun sonunda, oyuncuların ve seyircilerin oyun üzerine konuşabilecekleri fuaye olacaktır.

3 Mayıs 2012 Perşembe

sana...

Ozamanlar gizlice yollara çıkardık
El ele verirsek dünyayı yıkardık
O yasaklı şehirde martılar kadardık
Kapılar kapanırdı sarılıp ağlardık
Kaç kere yandık kimse bilmiyor
Gemiler gidiyor İzmir ağlıyor
Ozamanlar zamansız mekansız çocuktuk
Büyüdük belkide onları unuttuk
O karanlık şehirde korkular kadardık
Gecenin karasında sevdalı bahardık
Kaç kere yandık kimse bilmiyor
Sevdiğim gidiyor izmir ağlıyor
Kaç kere yandık kimse bilmiyor
Gemiler gidiyor İzmir ağlıyor

güzel olsunn isterdim...

Her şey çok kolay oldu.
Ne sızlandım ne de ağladım!
Ani bir ölüm yada bir kalp krizi gibi kolay,
Bütün şehir üstüme gelicek...
Dünyam yıkılacak sanırdım ama olmadı bitti işte!
Bir süre gelen gidenler oldu,
Beni anlamaya çalıştılar, bir işe yaramadı.


Sıkıcı ve kasvetliydim!
Bazen bütün gün yorganı başımdan aşığı çekip uyudum,
Bazende ucuz filmler seyrettim.

Günler böyle geçip gitti.
Şimdi iyiyim!

Sen utanç gecelerinde, ben burada...
Hepsi bu kadar, sonrası yok!
Unuttum gitti geberik, unuttum gitti, unuttum gitti
Ben akşamları sevmem, akşamlar sorun yaratır...

Ben konuşmayı da sevmem, gidişler hep o gidiştir.
Senin geçtiğin yollardan yalnızlık çıkar gelir.
Ve böyle akşamlarda içim biraz daha erir .


Ben seni sevmedim, ben seni sevmedim
Ben yalan söyledim, çok sevdim!

Bırak seveyim, rahat edeyim...

Ne sızlandım ne ağladım,
Sana yalan söylemişler.
Sende mutlu sayılmazsın!
Başka bir sebep göster.

Sen beni yanlış anladın
Kimler gelir kimler geçer
Bende bir melek değilim
Bu gün canım sevişmek ister
Ben bişey demedim, ben bişey demedim
Ben öyle demedim, çoook sevdim

21 Nisan 2012 Cumartesi


Yüreği umutla dolu gençlerin yanındayım. Aşıklar, heyecanlılar, üniversiteli olmaya hevesliler… Alkol ve sigara almak şimdilik onların hayatları için en marjinal olanı ve tabi birde açıkça dile getirilen cinsel sohbetler.

Büyüdük. Yıprandık. Kızdık çoğu kez.Kızdıkdıkça isyan ettik.

Her isyan, içimizde ki umudu büyütmeliydi, olmadı. Biz ağladıkça, isyan ettikçe içimize kapandık.  Kendimizce haklı gerekçeler bulduk eylemsizliklerimize. ‘bireysel mücadele etmek’ daha anlamlı oldu.

Yine de unutmadık ilk aşklarımızı. Hala sızlatıyor içimi…

 Hala onunla çocuk oluyorum. Hala onunla bırakıyorum uçurtmalarımı gökyüzüne…

Gençlerin yüreği aşkla dolu,biz onlar kadar cesur değiliz.

Onların hayalindeki gökyüzü masmavi, bizim  ki gece siyahı….


30 Mart 2012 Cuma

Çıkmaz Oyuncuları'ndan "Ders": 4+4+4 kaç eder?

“Kümeler, yığınlar, erikler, vagonlar, kazlar ve çekirdekler gibi yığınla şey vardır”  diyor Ionesco “Ders”te. Bu şeyler sanki, bizim onları sınıflandırıp tanımlayabilmemiz için insan belleğinde bekleyedururlar da eğitmenler, ellerimizden tutarak zihnin ve yaşamın bu karmaşık dünyasında gezinmeye bizlere yardımcı olurlar; ve hiç şüphesiz “sorgulanamaz, en doğru yol”u bizlere öğretirler. Küçük yaşlarda edindiğimiz “kutsal görev” aşkını dörtduvarlar arasında pekiştirirler. Ta ki yıllar ve yıllar sonra gözlerimiz birbirimizinkine benzeyene dek.
 İnsanın herşeyi tasnifleme, sahipolma ve yönetme dürtüsü ilkokul sıralarından yol alarak damarlarımızda akmaya başlar.  Sözgelimi vagonlara biner, ördekleri sayar, çekirdekleri ayıklarız da bir türlü nedense istenen ‘adam’lar olamayız. Kümeleri anlamaya çalışırken kendimiz koca yığın bir küme olup çıkarız ve tarihe kazınırız; “sistemin başarısızları” ve “büyük yarışın kaybedenleri” olarak. Bizler Aslan masallarındaki ceylan karakterleri;  salonlara gireriz, salonlardan çıkarız. Sevgili istatistiklerin gözbebekleri olarak sayfaları doldururuz da bir türlü bırakmaz peşimizi 1+1’in kaç ettiği.Aritmetik denen canavar sahnedeyken küçücük bir sayı olmak koyar da bize; dershanelere girer, dershanelerden çıkarız aslan abilerimize şapkalar çıkararak. Belli ki büyümektir arzumuz, iğdiş edilmektir. Bir dişli sevdasıdır tutkumuz, Leyla’ları Mecnun’ları unutmuş piyasalara tapar olmuşuzdur.
Bu kangreni nasıl çözmeli? Yanıtlamaz bu soruyu Ionesco, daha çok bizi bizle bırakır. Hangimizin hala kulaklarında değil ki bizi eğitenlerin acıtan, tiz sesleri? Şakırdayan zincirler ve karatahtalarda durmuyor mu hala “ağacın yaşken eğildiği”. Çok bilindik, çok tanıdık bir konuyu ele alıyor bu oyun, hepimizin başına gelmiş bir şeyi; ‘eğitim’i.
Değil mi ki “aritmetik, bir bilimden çok bir tedavi yöntemi”?  Sağaltmıyor mu hepimizi eski ilkokul sıralarından profesör kürsülerine ve üniversitelerden borsa tabelalarına dek.  Derken büyür içimizdeki sayılar. Sahiden de kaç eder 1+1? Peki ya 1000+1000? Hadi şunu da diyelim, ya milyonlarcası varsa bizden? Sabahları bu milyonlarcamız horozlardan erken uyanıp yol alırken toplama kamplarına, bırakır mı yakamızı şu meşhur “geçim derdi”. Neyin derdi bu ve neyin acelesi, yaşamlarımız yeni açan çiçekler gibi göz kamaştırıp dururlarken.
 Biz piyasaların en büyük müşterileri oladuralım, gençlik sularımız akadursun “pazar” denen sihirli, görünmez ırmaklara;birileri saysın bizi, toplasın çıkarsın, üsüste koysun da yine de “bir adam” etmesin “eşit birim”lerden oluşan bedenlerimiz;
hala cevaplayamadığımız bir şeyler var. 4+4+4 kaç eder?Bugüne ithaf olsun oyunumuz.
DERSIONESCOÇIKMAZ OYUNCULARI.

20 Mart 2012 Salı

TÜRKİYE’DE TARIM POLİTİKALARI VE ÜNİVERSİTELER


1.      1923’ten 1980’e Tarımda Uygulanan Politikalar

II. Dünya Savaşının ardından oluşan yenidünya dengeleri ve işbölümü çerçevesinde, Türkiye’nin önce savaş sonrası Avrupa’yı besleyecek, daha genelde ise mamul mal ihracatı için bir pazar oluşturacak, tarım ürünü satan bir ülke konumuna gelmesi isteniyordu. Karşılaştırmalı üstünlükler kuramına dayalı bu görüş, Türkiye’nin tarihsel olarak sahip olduğu pazar konumuna da uygun düşüyordu. Böylelikle tarımda kapalı üretim yapısı kırılacak, buda geliştirilmek istenen, kapitalistleşme sürecini hızlandıracaktı. Bu amaçla 1948 Marshall Planının uygulamaya konmasıyla, tarımda son derece hızlı bir makineleşme sürecine girildi. Günümüzde traktör parkı 1 milyonu, gübre kullanımı 5 milyon tonu, tarımsal ilaç kullanımı ise 30 bin tonu aştı.

Ekim Alanları Genişliyor

1950’li yıllarda traktör sayısındaki büyük artışa paralel olarak ekim alanları hızla genişlemiş, son 70 yılda ekim alanları 6,6 milyon hektardan, 27,5 milyon hektara yükselmiş, yani 4 kat artmıştır. Buna karşılık mera alanları azalmıştır.1928’de 46,3 milyon hektar olan mera alanları günümüzde 20 milyonun altına düşmüştür.

Tarımda Verimlilik

Ekim alanlarının genişlemesi, tarımsal kredi ve çağdaş girdi kullanımının artması sonucu, tarımsal üretimde büyük bir artış görülmüştür.

Ekim alanlarının %40 ını kaplayan buğday tarımında 1925 te, 1 milyon ton olan üretim, 80 yılda 21 milyon tonu geçmiş; hektar başına verim ise 350 kg den 2 tona çıkmıştır.

Ancak dünyada ortalama buğday verimi, 2.5 tonun üzerindedir. Bu rakam Yunanistan’da 3 tonun üzerine çıkarken, Almanya’da 6.7 ton Danimarka’da ise 7.7 tonu bulmaktadır.

Tarımda “Uyumlandırma” Süreci

            Uluslararası sermayelerin ve İMF’nin görüşleri doğrultusunda 1980 ekonomik krizine çözüm savıyla 24 Ocak 1980 kararları olarak bilinen istikrar programı yürürlülüğe konuldu.

24 Ocak programının Türkiye tarımına yönelik temel politikası, tarımın üretimden pazarlamaya değin her aşamada denetlenebilir hale getirilmesidir. Bu denetimin sağlanabilmesi için öncelikle küçük üretici ve küçük ölçekli üretimin tasfiye edilerek büyük ölçekli işletmelerin oluşturulması gerekiyordu.



2.      1980’den 1994’e Tarımda Uygulanan Politikalar

80 sonrası yapısal uyum programlarının ayrılmaz bir parçası olarak dış ticaret serbestleştirildi. 1985 yılında DB ile imzalanan 300 milyon dolarlık tarım sektörü uyum kredisi çerçevesinde, tohumluk ve gübre fiyatları ile birlikte dış ticareti de serbest bırakıldı.

            Bu süreçte TİGEM(Tarım işletmeleri genel müdürlüğü) işlevleri aşındırıldı ve çok uluslu tekeller temelinde özel sektöre devir edildi. Kısa sürede özel tohumculuk şirketlerinin sayısı 3 ten 60 a çıktı.

            TZDK(Türkiye Zirai Donanım Kurumu) nin gübre piyasasındaki payı 1980 yılında %95 iken 10 yıl içerisinde %10 gibi önemsiz bir konuma geriletildi. Ve kurum bu süreçte varlık temelini %90 oranında yitirdi.

            1984 te, TEKEL in yabancı sigara ithaline izin verildi. 1991 de yurt içinde sigara üretimine ilişkin son kısıtlamalarda kaldırılarak yerli ve yabancı şirketlerin tütün mamulleri üretmesinin yolu açıldı.

            Çay üretiminde dünyanın 5. büyük pazarı olan Türkiye’de 1984 de özel sektöre yaş çay satın alma, işleme, paketleme tesisleri kurma hakkı tanındı. Sektördeki kamu kuruluşu olan ÇAYKUR’a yeni yatırım olanağı tanınmazken özel sektöre yatırım yapması için büyük teşvikler sağlandı.

            Türkiye’de 1990 yılları giderek sıklaşan aralıklarla yaşanan kriz süreleri ile geçirmiştir. 10 yıl boyunca uygulamaya konan – 1994 5 Nisan kararları, 1998 İMF yakın izleme anlaşması gibi- kısmi istikrar programlarının kalıcı bir başarısı olmamıştır. 1998 Asya ve Rusya krizlerinden de olumsuz yönde etkilenen ekonomi, ağır bir daralma içine girmiş, ekonomik kriz 1998’in ikinci yarısında başlayarak derinleşmiştir.

             Tarımda Krizi Aşmak için Yapılan Uygulamalar

Krizi aşmak için çözüm olarak Aralık 1999 da 17.STAND-BY anlaşması yapılmıştır. Kamuoyuna “tarımsal reform ve tarımda yeninden planlanma programı” diye sunulan bu program pekte reform olamamıştır.

Çünkü bu programa göre mevcut destekleme politikaları ortadan kaldırılarak DGD(Doğrudan gelir desteği) sistemine geçilecek; bu sisteme tamamen geçilene kadar destekleme fiyatları, dünya piyasa fiyatlarına bağlı olarak belirlenecek; tarımsal ürün ithalatındaki gümrük tarife oranları azaltılacak; çiftçilere verilen kredi ve girdi sübvansiyonları aşama aşama kaldırılacak; tarımsal KİT ler ticarileştirilecek ve özelleştirilecek; tarım satış kooperatifleri ve birliklerinin tüm öncelik hakları kaldırılacaktır.

           

Tarımsal Kitlere Özelleştirme

            1990’ların ilk yarısında ekonomik krizin derinleşmesine koşut olarak yoğunlaşan özelleştirme çabaları, bu taahhüt uyarınca ivme kazanmış, yerli ve yabancı tekellerce alınan YEMSAN, SEK, EBK, ORÜS ve TZDK gibi tarımsal KİT‘lerin ardından TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, ZİRAAT BANKASI, TŞFAŞ, ÇAYKUR ve TEKEL tekelleştirmenin yeni hedeflerini oluşturmuşlardır.

3.      Bu Süreçte Üniversitelerin Durumu

Yaşanan bu süreçte tarımla ilgili birçok hayati kararlar alınmış ve uygulanmaya çalışılmıştır. Peki Eğitimini aldığımız ve toplum için en önemli konuların başında gelen tarımda alınan bu kararlarda üniversitelerin etkinliği nasıldır?. Maalesef geçmişten günümüze doğru giderek azalan bir etkinlik söz konusu. Bunun nedeni kapitalistleşen dünyada tarımın ticaretleşmesidir. Toplumun çıkarları yerine, kapitalist sistemde tekelleşen şirketlerin çıkarları maalesef bu kararların alınmasında etkili olmuştur. Bu yüzdende toplumun sesi olan üniversitelerin etkinliği azalmıştır. Biz ziraat fakültesi öğrencileri olarak, günümüzde yapılan tarımın bu noktaya ulaşana kadar geçtiği evreleri iyi bilmeliyiz.. Tarımla ilgili geçmişte alınan kararları, uygulanan politikaları ve sonuçlarını görmemiz gerekiyor. Tarımın geçmişini gelişim evrelerini bilirsek, bugün içinde bulunduğumuz sorunları daha iyi anlarız ve kavrarız. İyi çözümlediğimiz sorunların üstesinden gelmemiz tabiki de daha kolay olcaktır.

Üniversitenin misyonu, toplum için bilgi üretmek, toplumu bilinçlendirmektir. Üniversiteliler(bizler), halkı bilinçlendirecek aydın kişiler olmalıyız. Güncel konuları takip etmeli mesleğimizle, toplumumuzla ilgili alınan kararları aramızda tartışmalıyız. Akılcı ve toplum için yararlı fikirleri ancak bu şekilde ortaya atabiliriz ve alınan kararlardaki etkinliğimizi arttırabiliriz.

4.      Sonuç Olarak

            Günümüzde ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, dış ticaret açığı giderek artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor. Öncelik olarak yapılması gereken, tıkanan ve tasfiye edilen eski kurumların yerine, halkın demokratik ilişkiler ile ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Türkiye tarımının yaşadığı olumsuzluklardan kurtulabilmesi için, çok uluslu tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan, sözde reform programlarını terk edip, kendi insanımızın ihtiyaçlarına ve ülkemizin özgül iklim ve toprak koşullarına göre oluşturulacak, üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesi gereklidir.  

Bizler çiftçinin, akademisyenlerin ve öğrencilerin içinde bulunduğu, birlikte bir çalışmayla yapılan tarımı istiyoruz.

Çünkü çiftçinin üretme halkın beslenme hakkı var.

13 Mart 2012 Salı

oyuncak dükkanı


Anne girmem bu oyuncak dükkanına

Orda toplar, tayyareler, tanklar var.

Seviyorum söğüt dalı atımı

Tekme atmaz, ısırmaz

Ben yaşamak istiyorum

Ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat

Karınca kararınca değil,

serile serpile boylu boyumca.

Anne girmem bu oyuncak dükkanına

orda toplar, tayyareler, tanklar var.

Gül be toprak, gül yüzüne

Öp elini çiftçinin.

Gül be güneş saz benize

Gül de güller açılsın.

Kahvede kağıt açan avare

Şu duvarcı, arabacı, amele

Bel bağlamış yedi karış ömüre.

Biz de bakabilelim

Bir ışıklı pencereden

Bize de pay düşmeli

Şehirlerden, caddelerden, denizden.

İnsan insan paylaşalım

Yaşamayı, komşuluğu, dostluğu

Bağdaş kurup yan yana

Bir sahandan yiyelim

Dünyamızın sofrasında.

12 Mart 2012 Pazartesi

sehrin asi cocuklari

Adana Halkevi uyeleri Van`li depremzede cocuklarla bulustu.
Van`li cocuklar Adana Demir Spor`a selam gonderdi!

27 Şubat 2012 Pazartesi

düşler dünyası

Drama çalışıyoruz. Önce, fiziksel ısınma hareketleri.8-10 yaş arası 10 çocuk var. Daha önceden gelen gönüllü arkadaşlardan bazıları bu tarz çalışmalar yaptırdığı için çocuklar yabancı değiller drama etkinliklerine. Yinede fazlaca gerginler. Hiçbiri uvuzları serbest hareket etmiyor. Hepsiyle ayrıca ilgilenmek zorunda kalıyorum, en sonda biraz olsun gevşiyor çocuklar.

     Güven çalışmalarına geçiyoruz ardından. Her birinin kendini serbestçe bırakması lazım arkasında onu tutmak için bekleyen arkadaşına. Çoğu yapamıyor. Onları tutmak üzere ben geçiyorum arkalarına, bu kez başarıyorlar. Anlıyorum ki çocuklar birbirlerine hiç  güvenmiyor…

     Elimize hayali bir top alıyoruz. Birbirimize atmaya başlıyoruz. Öyle ki, en çok oynadıkları oyun aracı olan topu hayal edemiyor çocuklar. Ne ellerinde tutabiliyorlar ne de atabiliyorlar.

     Buradaki çocukların hayallerini kim çaldı? Nasıl yıktık bu kadar güvenlerini? Nasılda çabucak büyüttük onları? Ufuklarını daralttık. Niye yaptık bunu onlara?

     Dillerinde deprem var. Birbirleri ile sohbetleri “yemeği kesmişler artık…” gibi cümleler yalnızca. Onlar geleceklerini değil, bugünlerini yaşayıp yaşayamayacaklarını konuşuyorlar sadece. Ve ne yaparsak yapalım ancak kısa süreler çıkarıyoruz “gerçek dünyadan düşler dünyasına”  onları. Farkındalıkları öyle güçlü ki, burada onlara kurduğumuz “düşler dünyasından”  hiç gitmek istemiyorlar. Sabahın 8 inde bu yüzden kapımızdalar.

     Bir hafta on günlük gelişlerimiz yetmiyor çocuklara. Gitmemizi istemiyorlar. Fazlaca korkuyorlar çünkü, biz gidersek burası kapanır diye… Sürekli “çocuk evi hep olacak mı?” diye soruyorlar. Cevap vermiyorum. Geçiştiriyorum her seferinde. “Olmasaydınız bu oyuncakları hiç göremezdik” diyorlar. Nasıl bir cevap verilir ki böyle derin sorulara?

     Onların hayatı buradan, bu mahalleden ibaret. Bizim sınırları aşan yaşam alanlarımız var.
     Ben böyle büyümedim. Luna parklar gördüm bol ışıklı, hayvanat bahçeleri, meyve ağaçları. Ben puzzulelar birleştirdim. Kırmızı pabuçlarım oldu benim. Rengârenk kalemlerim. Benim erkek oyun arkadaşlarım vardı, ellerini tuttuğum. Denizi gördüm, kumdan kaleler yaptım. Masallar dinledim. O masalların kahramanı oldum. Benim kocaman bir dünyam vardı.
     Şimdi bu yan yana dizili etkinlik çadırları onların hayal dünyası. Nasıl söylerim ben bu çocuklara buranın elbet bir gün yerinde olmayacağını?

     Bu yüzden işte masallar anlatıyorum onlara. O masalardaki karakterleri canlandırıyorlar. Denizi anlatıyorum, meyveleri, hayvanat bahçesini. Resimlerini yapıyoruz hep birlikte. Şarkılar öğretiyorum onlara. Umud dolu:
     Çocuklar inanın, inanın çocuklar!
     Güzel günler göreceğiz, güneşli günler…
     Motorları  maviliklere süreceğiz!
     Güzel günler göreceğiz, güneşli günler…
             

23 Şubat 2012 Perşembe

Yusuf'un Gözleri


Ellerinde umudu taşıyan çocukların sesine uyanıyorum. Sabah saat 7.30.

-Bütün gece uyku girmemiş gözüme. Geceleri çadır soğuk oluyor. Rüzgâr naylonlarla dans ediyor. Fazla sesli. Bu ses korkutuyor beni. Bir ara sızmış olmalıyım.-

Sonra işte bu soğukta, karda, kış da üzerinde incecik bir kazak, pantolonu kalçasının altına kadar inmiş, ayakkabısının topuğuna basan, tabi ki çorabının topuğu yırtık, burnundan ağzına kadar yemyeşil sıvı akan... Ama gözleri umutla bakan, erkenden büyümüş olsa da yinede çocukluğunun peşinden koşan onu gerisinde bırakmayan çocukların sesi ile başladı gün. Masa tenisi raketi ve topu istiyorlar.

Burada bir düzen kurulmuş çoktan. Çocuk çadırlarında ki oyuncakların, sobaların çalınması gibi bazı kötü deneyimlerin ardından, gönüllü arkadaşlar çadırları 10.00 da açıp 15.30 kapatma kararı almışlar. Bu yüzden geri çevriliyor çocuklar kapıdan kibarca.

Uyanıyoruz bütün çadır. Hızlıca yataklar toplanıyor. Çay suyu koyuyoruz. Tuvalet ihtiyacı için ikişer gruplar halinde 500 metre uzaklıkta, Kızılay”ın kurduğu Mevlana Kent”e gidiyoruz. Kahvaltı için kendimize bir güzellik yapıp, yumurta almaya karar verdik. Bakkalda kentin sorumlusu ile karşılaşıyoruz. Yakında bu konteynır kentin kapatılacağından söz ediyor bize ve artık yemek dağıtımının kesileceğinden. Esnaf iş yapamamaktan şikâyetçi diyerek haklı gerekçeler buluyor. Yanımdaki gönüllü arkadaş kısa süreli tartışmaya giriyor. Ben sesimi dahi çıkarmıyorum. Çocukların gözlerinde ki ışık, büyüklerde yok. Onların gözlerinde korku hâkim. Biraz da çirkinlik...

Yumurta yiyecek olmamızın sevincini unutuyorum. Bileklerimi biraz aşan karın içinde, yalpalayarak çadıra doğru yürüyorum. Kar gözlerimi alıyor. Gökyüzüne bakıyorum... Sadece gri... Kaldığımız çadıra yaklaşırken, fotoğraf çekiyor bir diğer arkadaşımız. Deklanşörün "klik" sesi makineli tüfek gıcırtısı gibi geliyor. Kulaklarım uğulduyor. Kimseye tek bir söz söylemeden yatağa uzanıp gözlerimi kapatıyorum.

Çirkin bakışlı, kapkara, kocaman adam ile kirpikleri upuzun, iri ela gözlü, gülen yüzüyle 10 yaşındaki Yusuf aynı karedeler... Elimi Yusuf”a uzatıyorum. “Öğretmenim hiç gitmeyin gitmeyin” diyor!

Fonda bir müzik:" biz büyüdük ve kirlendi dünya"

22 Şubat 2012 Çarşamba

VAN'IN SEYRANTEPESİ

Van'da Çocuk olmakla, yetişkin bir birey olma arasında neredeyse hiç fark yok gibi.Van'ın çocukları o kadar büyükler ki o kadar yetişkinler ki anlatılmaz yaşanır kıvamında.
   
    Van depreminin ardından yaşananları anlatıyor çocuklar: okula gidemediklerini söylüyorlar hep bir ağızdan.

    Halkevleri Van Çocuk Evi umut oluyor Van'a ve çocuklarına. Ama Van'a ve çocuklarına karşı olanlar, Yeni bir deprem yaratıyor. Van'da görünen binlerce konteynır ve prefabrik ev yeni sahiplerini bekliyor ama "Parası Olana" dercesine piyasaya açılıyor, yaşanan depremin ardından. AKP iktidarı "Van'ı yeniden kuracağız, depreme dayanıksız evlerin hepsini yıkacağız" diyerek, inşaat sektörüne yeni piyasa alanları, AKP'nin kentsel dönüşüm politikalarıyla birlikte yapılıyor.
   
    Van'ın Seyrantepe mahallesinde Van Çocuk Evi çadırında kalıyoruz. 500 metre ileride, Mevlana Kentinde, yaklaşık 450 konteynırdan oluşan yeni Van'ın hoparlörlerinden sesler geliyor:
   
    " Kenti boşaltmamız gerekiyor isteyen kendi konteynırını evinin önüne götürülebilir" diye.
   
    Van depreminin ardından televizyonlardan toplanan para ve SMS'ler nereye gitti. Ülkenin dört bir yanında tek yürek olunarak toplanan yardım malzemeleri nereye gitti? Cevabı bilmiyorum. Ama Van'ın Seyrantepe mahallesinde yaşayan 8 yaşındaki Eylem'e 11 yaşlarındaki Adem ve Welat'a gelmediği kesin görünüyor.
   
    Van'ın yaralarını saran kendi çocukları Halkevleri'nin 80. yılını kutluyor ve diyorlar ki. "ONLAR GELİP BURAYA BİZLERLE GÖNÜLLÜ OLARAK OYUN OYNUYORLAR, BİZLERDE BÜYÜDÜĞÜMÜZ ZAMAN ONLARIN ÇOCUKLARINA GÖNÜLLÜ OLACAĞIZ." Kocaman kocaman kız ve erkek çocukları. Van’ın yaralarını çocuklar sarmaya devam ediyor. Gönüllüler çocuk, çocuklar gönüllü oluyor.

    Van'a güneş yeniden doğuyor.

16 Şubat 2012 Perşembe

çocuk evinde 1. gün

Yol uzun. Karlı, fazlaca engebeli. Dağları aşıyoruz. yemyeşil ovalardan, bembeyaz dağlara doğru. Öyle görkemli ki kendine çağırıyor sanki...

Otobüsün camlarına kar taneleri düşüyor. Önce tek tek. Sonra çoğalarak üstümüze yağıyorlar. Ve yetmiyor insanoğlunun o muhteşem teknolojisi doğanın gücüne  karşı koymaya. Otobüsün tekerleri kaymaya başlıyor. duruyoruz, gürül gürül akan Bitlis deresini biraz aşınca. Yaklaşık yarım saat öylece kalıyoruz orada. Başka bir aracın gelip almasını bekliyoruz...

Uzun, aşılması zor yolları gerimizde bırakıp, denizi andıran Van gölü ile karşı karşıyayız ve tabi prefabrik deprem evleri. Yıkılmaya hazır binalar. Algılarım sarsılıyor. Tedirginim. Adana"daki rahat yaşantımdan utanıyorum... Kar altında uzun bir yürüyüşün ardından çocuk evine ulaşıyoruz. Gönüllü arkadaşlardan ve orada yaşayan halktan bir kaçı karşılıyor bizi. Çocuklar yanımıza geliveriyor. Kar topu yapıp hızlıca atıyorlar üzerime. İlk gülüşmeler, sıcak bakışlar. "Hoşgeldin hocam" diyor çocuklar. Tanışıveriyorlar hemen. Özgüvenlerinin bu kadar yüksek olmasına şaşırıyorum...

Hiç birşey beklediğim gibi çıkmıyor. 130 prefabrik konut arasında 5 çadır var çocuklar için. bütün çadırlar rengarenk. Cıvıl cıvıl. Bu soğuğa, yoksulluğa inat umutla bakıyor çocuklar...

Çadırdaki gönüllü arkadaşlarla sohbet ediyorum biraz. Hayretle dinlediğim hikayeler anlatıyorlar. Deprem sonrası hırsızlık ve tecavüz olaylarının arttığından... Buna karşı hiçbir önlem alınamadığından... Kızılay çadırlarının ve Türkiye genelinden gelen yardımların sahiplerine ulaşmadığından...

Anlatacak çok şey var diyorlar. Yarına bırakıyoruz sonrasını.

Dışarıya çıkıp bir sigara yakıyorum, ayağımda lastik ayakkabılar. Derince çekiyorum bir nefes içime...

Doğuda kar altında yoksulluk ve acı var... Çocuklar "o karın" altında kalmasınlar.

9 Şubat 2012 Perşembe

1. Adana Go Turnuvası

Sonunda Adana da bir go turnuvasına kavuşuyor! Yoksa "go oyuncuları Adana'da bir turnuvaya kavuşuyor" mu demeliyiz? Evet, bu sene ilki gerçekleştirilecek olan 1. Adana Go Turnuvası, 3-4 Mart 2012 tarihlerinde Adana'da düzenlenecek. Böylece, Türkiye'de ulusal turnuva düzenleyen şehirler arasına Mart ayı itibari ile Adana da katılmış olacak.


Turnuva, geçtiğimiz haftalarda açıklanan TGOD etkinlik takviminde de yer alıyor. Bu, Adana Turnuvası'nın sonuçlarının Avrupa Go Federasyonu'na gönderilmesi, hatta belki de (halen açıklanmadı) turnuvada dereceye girenlere play-off puanı verilmesi anlamına geliyor.


Uzunca bir süredir Adana ve Hatay'daki go oyuncuları, Doğu Akdeniz Go Oyuncuları adı altında faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Adana ve Hatay'dan birçok oyuncu diğer kentlerde düzenlenen turnuvalarda da daha önce yer almışlardı. Bu kez kendi ev sahipliklerinde yapılacak olan turnuva hakkında daha fazla bilgi almak ya da ön kayıt yaptırmak için http://www.adanago.org/ sitesini ziyaret edebilirsiniz.

merdivengo.blogspot.com