Döneriz bir gün eski şehirlerimize de;
Eski ilişkilerimize döndüğümüz gibi tıpkı;
Biraz pişman, biraz naçar…
Bir zamanlar doludizgin bağlandığı tutkulu aşkları asla unutamadığı gibi insan, bir zamanlar koynunda tutkuyla yaşadığı şehirleri de unutamaz hiç…
Ondandır nereye gitse, vazgeçemediği kitaplar gibi, o şehirleri de götürmesi beraberinde…
Çünkü orada izleri vardır:
Havasında nefesi, metrosunda parmak izi, kaldırımında adımı, yastığında gözyaşı…
Kaç pozu çekilmiştir ünlü meydanlarında kim bilir, kaç ışıklı geceyi canı çekmiştir;
Kaç parkta, kaç heykele dert anlatmıştır.
Yaşadığı şehri kim bilir kaç kez sevmiş, kaç kez nefret etmiştir insan.
Kaç kez kaçmış, kaç kez ger gelmiştir; tıpkı eski bir aşka döner gibi özlemden tutuşarak; biraz pişman, çokça naçar…
Ankara’dayım..
Baktım, 20 yaşım yollarda; Kızılay’da ayrılığım, Karanfil’de yalnızlığım,köşe başında…
Adana…
Her sabah alaca karanlığında efkarla uyandığım bu kül rengi şehir,yalnızlığımın başkentiydi bir zamanlar…
Firarımdı;gurbetim, hüznüm, hasretim.
Sürgünümdü;sığınağım oldu giderek.
Sıcak nezaketinde, soğuk duşlar gibi ürperdiğim, sevgili mektubu bekler gibi güneş beklediğim, kıyasıya nefret edip ölesiye sevdiğim, kara bulutlar, kara şemsiyeler, kara basanlar diyarı…
Çocukluğumu terk edip, gençliğe attığım adımlarım.
Bilemezsiniz nasıl tepeden tırnağa yabancıydım ona ilk gidişimde; nasıl baştan ayağa mutsuz... Gelecekten umutsuz…
O yüzden epey vakit aldı, özenerek içeri baktığım kapılardan, güvenle dışarı bakmam; onunla barışmam… ölsen bir yudum su vermezdi şehir; öylesine ilgisiz, öylesine merhametsiz. Mahşeri kalabalığında alabildiğine sessiz…
Üşüyen bir ruh, kanayan bir yürekle arşınladım sokaklarını uzun süre.hoyrat kollarını açmasını bekledim.
Sonra bir bahar körpeliğinde aniden barıştı benimle.
Açtı sımsıkı örtülü kapılarını; verdi gizlediği sırlarını…kalın kurşuni kabuklarının altında ışıltılı bir inci buldum. Yıkılmış dostluklar, kesilmiş saçlar ve vaatkar aşklarla ilk şehrime geri döndüm.
Hayatımda kendisiden öncesini, kendisinden sonrakilerden ayıran bir hudut çizgisi oldu bu şehir.yeniden buluştuğumuzda aslında hiç ayrılmadığımızı fark ettim.
Anladım ki severken vazgeçmek cinayettir.
Ve her suçlu gibi sonunda, cinayeti işlediğimiz yere, severken terk etmek zorunda kaldığımız şehre döneriz bir gün,
…tıpkı severken vazgeçtiğimiz eski bir sevdalın telefonunu çevirir gibi gece yarısı…
Uzun Zaman Önce... Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi. Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse ve Suları Kürekle Yarmazdı. Kıyı Dünyanın Sonuydu. Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı! Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın, Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar... Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?
Bu Blogda Ara
30 Ağustos 2008 Cumartesi
28 Ağustos 2008 Perşembe
Gürcüstan’da olanların ardından
Gürcü dilinde “günaydın”, dilamşvidobisa’dır. Yani, “Sabahın barış ile olsun”; akşamın ve gecen de: sağamomşvidobisa ve ğamemşvidobisa.
Barış hitapları, barış sevdalısı ya da hep barıştan yana olduklarından değil; Gürcüler, tarih boyunca kendilerine kölelik koşulları dayatan imparatorluklarla sürekli savaşmak zorunda oldukları için, barış dileğini somut yaşam koşullarından almışlardır. Üstelik böylece barışı bulmuş da değiller. Zaten, küçük ve zayıf ülke ve toplumların barış istemi, herhangi bir siyasal sonuç doğurmaz, sadece bir temenni düzeyinde kalır. Çünkü, bu küçük birimler çoğu zaman ya fiilen savaştadırlar, ya da masa başında teslim şartlarını görüşmekte…
Meksika Amerika’ya Gürcüstan ise Rusya’ya yakın
“Tanrım Amerika’ya ne kadar yakınsak sana da o kadar uzak” diyor bir Meksika atasözü. Bu söz Gürcüler için de fazlasıyla geçerli. Gürcüstan Rusya’nın -terimin tarihsel anlamıyla bire bir örtüşerek- “arka bahçe”sidir. Sovyetler’in dağılmasından sonra yaşadığı felç durumunu aşarak Putin’le birlikte tekrar dünya aktörü haline gelen ve pençelerini bileyerek bölgede bir kez daha söz söyleyebilecek yetenekler kazanan Rusya, bölge halklarının geçici “serbest” halini sonlandırma konusunda atak üstüne atak yapıyor.
Böylesi bir konumda, siyasal ve ekonomik çıkarlarını gözeterek uluslararası güçlerin hangileriyle ilişkiyi derinleştireceğine Gürcüstan’ın tek başına karar verebileceği beklenemez. Hele, başka bir dünya gücünün “uzak bahçesi” olmaya yönelmek gibi bir niyetin söz konusu olması halinde, Gürcüstan açısından işlerin iyiden sarpa saracağı belliydi.
Gürcüstan bu anlamda büyük bir ABD operasyonunun konusu olmuştur. Kasım 2003’te, uluslararası kamuoyunun bir türlü adını koyamadığı, “kadife devrimi”, “barışçıl devrim”, “gül devrimi”, “örtülü devrim”, “kitle hareketiyle yapılan darbe” gibi adlandırmalarla iktidara gelmişti Amerikancı Mihail Saakaşvili. Geçtiğimiz günlerde Rusya, devasa askeri gücünü harekete geçirerek Gürcüler’den intikamını alırken, bir yandan bu ülkenin yakın gelecekteki siyasal yönelimini, bir yandan da Saakaşvili’nin siyasal kaderini yeniden belirlemek istiyor. Rusya, jeo-politik olarak, Gürcüstan’ın 1990’lardan bu yana giderek ivme kazanan Atlantik’e yakınlaşma çabasını tersine çevirip, açılan arayı askeri araçları devreye sokarak kapatma operasyonu yürütüyor.
Gürcüstan’ın zayıf karnı: Abhazya, Güney Osetya ve Acara
İlk önce şu konuyu vurgulamakta yarar var. Gürcüstan’ın Sovyetler Birliği’nden miras aldığı “özerk bölgeler” sorunu bir kangren durumundadır. Osetya’nın bölünmüş varlığı hiçbir zaman Gürcüstan’ın iradesiyle yürütülen bir gelişmenin sonucu olmaması yanında, bu “küçük” sorunlar, Gürcüstan gibi, bir “dev”in yanı başındaki küçük bir ülke için yeterince “büyük”tür.
Gürcüstan Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kendi başına ayakta durma mücadelesi verirken, Abhazya ve Güney Osetya bu ülkeye karşı kendilerini Rusya’nın denetim ve güvencesine bıraktılar.
Abhazya, 1989 yılında 239.872’si Gürcü, 93.267’si Abhaz, gerisi de Rus, Ermeni ve Rum olmak üzere toplam 525.061 kişilik nüfusa sahipti. 2003 yılına gelindiğinde ise bu bölgenin nüfusu 45.953 Gürcü, 94.606 Abhaz, ve diğerleri ile birlikte toplam 215.972’ye gerilemişti. Yani, Rusya’yı arkalayarak bağımsızlığını ilan eden Abhazya’dan yaklaşık olarak 200.000 Gürcü sürülmüştü.
Keza Osetya’nın daha önce yaklaşık 70.000 olan nüfusu ise 40.000’e kadar gerilemişti. Sovyetler Birliği dağılmadan önce Gürcüstan’a bağlı özerk bölgeler olan Abhazya ve Güney Osetya’da, Abhaz ve Oset kökenli nüfus, tek taraflı kararla Rusya pasaportludur ve Rusya vatandaşı statüsündedir. Bu gelişmenin beklenen bir sonucu olarak, Abhazya ve Güney Osetya, 2000 yılında Rusya’ya, Gürcüstan’dan ayrılma ve bu ülkeyle birleşme isteğiyle başvuruda bulunmuşlardı.
Gürcüstan’ın Müslüman olan ve bu durumdan ötürü özerklik statüsü kazanmış olan bir başka bölgesi Acara ise, Sovyetler Birliği’nden kalma ve yine Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) anlaşmaları gereği varlığı korunan Rus askeri üslerini barındırıyor. 2003 yılında Eduard Şevardnadze’nin istifası ve Saakaşvili’nin iktidara gelmesinden sonra, Acara Özerk Yönetimi’nin başında olan Aslan Abaşidze de, Abhazya ve Osetya’nın yolunu izleyerek bağımsızlık arzusu ile Tiflis’le ilişkilerini kesiyor, hatta sınır bölgelerinde bir askeri operasyonla iç savaş tehlikesi baş gösteriyordu. Nihayetinde, Rusya yanlısı politikalar izleyen Aslan Abaşidze’nin Acara’yı terk etmesiyle kriz erteleniyordu.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, 1991 yılında Rusya öncülüğünde Alma-Ata Zirvesi ile 12 devletten oluşan ve gevşek bir federasyondan ileri gidemeyen Bağımsız Devletler Topluluğu’nun en iğreti üyesi Gürcüstan’dır. Rusya, Gürcüstan’ı topluluğa katmak için bir dizi ödün vermiş ve 1995 yılından başlayarak 1997’lerde zirveye tırmanan gelişmeler sonucu, Abhazya ve Osetya’ya siyasal ve ekonomik ambargo uygulamıştı.
Oset krizi ve Gürcüstan’ın işgali
1990 yılında tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş olan Güney Osetya’daki kriz ve çatışmalar, 1992’de, Rusya, Gürcüstan ve Güney Osetya kuvvelerinden oluşan 4000 kişilik Barış Gücünün bu ülkede konuşlandırılmasıyla geçici olarak durdurulmuştu.
Ağustos ayının başında ise, Osetlerle Gürcü güçler arasında çıkan çatışmalar yeni bir krizin tetiklenmesine yol açtı. Saakaşvili yönetimi bunun üzerine tam Olimpiyat Oyunlarının başladığı gün, askeri birliklerini fiilen dışında yer aldıkları Güney Osetya’ya soktu. Bu gelişmenin Rusya için bulunmaz bir fırsat olduğu hemen ortaya çıktı. Rusya’nın yanıtı, Gürcüstan’ı bombalamak ve birliklerini Gürcüstan topraklarının içlerine göndermek oldu.
Halkların boğazlanmasının meşruiyet kazanması için savaş güçlerine her daim barış gücü adı konmuştur. Saldırı kuvvetlerinin adı, “ulusal savunma kuvvetleri” olmuştur. Ve Rusya, doğrusu, Gürcüstan operasyonunda, ABD’nin son yıllarda kullandığı bu argümanı maharetle kopya etmiştir.
Saakaşvili’nin iktidara gelirken önemli hedeflerinden biri, “ülkenin toprak bütünlüğünün sağlanması”, yani Abhazya, Güney Osetya ve Acara’da hakimiyetin tesis edilmesiydi. Bu hedef, Rusya’nın askeri operasyonuyla pratik olarak neredeyse imkansız hale gelmiş ve gelişmeler, kaderini ABD’ye bağlamış bu figürün siyasal prestijini de önemli oranda yitirmesine yol açmıştır. Bütün bunlara rağmen, Gürcüler’in milliyetçi duygularını okşayan, Batılı emperyalist güçlerle sıkı ilişkiler geliştiren Saakaşvili’nin kaderi, şu anki görünüm itibarıyla, 1992 yılında kanlı bir darbeyle devrilen milliyetçi Zviad Gamsahurdiya gibi olmadı. Ama Rusya’nın, işgali bitirse bile Saakaşvili’nin ipini çekmek için elinden geleni ardına koymayacağı kesinleşmiştir.
Savaş/barış diyalektiği, bilinen nakarat veya savaşın amentüsü
Şimdilik Kafkasya’da “Rus Barışı” gündemdedir. Nükleer ve konvansiyonel gücünü hesaba katmazsak, Gürcüstan’ın askeri gücü Rusya’nın yüzde 2’sine tekabül etmektedir. Dolayısıyla, bu operasyon, Rusya’nın Gürcüstan’ı tam anlamıyla dize getirme operasyonudur.
Bu operasyonun Gürcüstan tarafından Türkiye’deki yankısı, salt Gürcüler’in kısık sesli protestosundan ibaret kalmıştır. Türkiye kamuoyunun sol ve demokratik kesimi, gelişmelerdeki karmaşıklığa nüfuz etmekten çok, olaylara Gürcüstan yönetiminin gözden kaçırılamaz ABD’ciliği ve bunun eşliğinde Türkiye halkındaki ABD antipatisi çerçevesinde yaklaşmıştır. Bu, geçen yıllarda, “gerici ve şeriatçı” Çeçenlerin mücadelesi sırasında da, sol ve demokratik kamuoyunun basmakalıp “laikçiliği” ve İslam antipatisi çerçevesinde devredeydi. Başka bir ifadeyle, daha dün yiğit Çeçen halkının Rus emperyalizmine karşı mücadelesine alkış tutmasa da iyicil yaklaşan bazı demokrat çevreler bugün bölgenin jandarması Rus emperyalizmine sessiz kalmayı yeğleyebilmektedir. Bu, ister ABD karşıtlığı adına olsun, ister başka bir şey adına…
Ama öte yandan, bölgede ABD ajanlığına soyunmuş bir yönetimin eylem ve işlemlerine de sessiz kalmayı yeğleyenler olabilmektedir. İster, tarihsel ve güncel yakıcı bir güç olarak Rus mezalimine karşı olmak adına, ister “mikro-milliyetçilikler”e karşı olmak adına…
Bütün bu gelişmeler, dünyaya ezilenlerin cephesinden bakmaya gayret edenlerin işinin ne denli zor olduğunu göstermektedir.
Rusya gibi bir beladan kurtulmak Gürcü ulusunun hakkıdır. Ancak bunun alternatifinin bir başka bela olmayacağı açıktır. Saakaşvili yönetimi, bölgede “ABD hançeri” rolüne soyunarak Gürcü halkına kan ve ateşten başka bir şey vaat etmeye muktedir olamaz.
Kafkasya gibi, etnik karmaşıklık bakımından Balkanlar’a rahmet okutacak bir bölgede, homojen büyük bölgeler hedefinin, yerli halkların birinin olmasa da ötekinin mutlaka düşmanlığını çekeceği açıktır. Bu ortamın, bölgedeki veya dünyadaki büyük güçlerin manevrası için kullanılmaya ne kadar müsait olduğunu vurgulamaya gerek bile bulunmamalıdır. Abhazya, (Kuzey ve) Güney Osetya ile Acarya gibi oluşumların yapaylığı tartışması tarihin konusudur. Bunlar, Gürcüstan dahil tarafların tümünce kabul edildiği gibi, canlı ve güncel sorunlardır. Öyleyse, bu sorunların hiçbir halka tarihsel haksızlık edilmeden çözümlenmesini savunmak zorunlu ve yegane çaredir.
İçinde bulunduğumuz yıllarda, bölgede, “sol ve demokrat” bir bakış açısının sahiplenebileceği hiçbir politik özne yok. Halkların önderlikleri büyük hesapların içinde kalakalmış durumda. Bu, gündeme, bölgenin karmaşıklığına eklenen yeni bir karmaşıklıktan başka bir özellik taşımıyor. Fakat, herkesten “ilk taşı kendine atması”nı beklemek gerekmelidir. Bu, halkların bugünkü gerekleri açısından küçücük bir not da olsa, gelecek için önemli bir tutum olarak kuşkusuz kaydedilecektir.
Bu bakımdan, Gürcüstan’ın çeşitli bahanelerle Güney Osetya’yı işgali gayri meşrudur. (Ayrıca, bunun açık bir “hesap hatası” olduğunu anlamak için bir gün geçmesi bile gerekmedi!) Rusya’nın, bu işgali bahane ederek Gürcüstan’ı işgali daha büyük bir tecavüzdür. Bu arada, ABD’nin ve AB’nin bu gelişmeler karşısındaki politikası alçakça ve sahtekarcadır. Gürcüstan yönetiminin, gelişmeler karşısında ABD şampiyonluğunu yükseltmesi, bölgeye atılan yeni bir nifak tohumudur. Gürcü halkı, Abhazlar, Osetler, Çerkezler, Çeçenler ve öteki yerli toplum ve topluluklarla birlikte, fillerin üzerinde tepiştiği çimenlere dönüştürülmemelidir.
Kahrolsun Rus emperyalizminin ve Gürcüstan’daki ABD işbirlikçilerinin halklar üzerinde oynadığı alçakça oyun!
Yaşasın büyük güçlere karşı Gürcü, Abhaz, Oset, Çerkez, Adige, Çeçen… halklarının kaderini birleştirme mücadelesi!
İraklis GÖKOĞLU
22 Ağustos 2008 Cuma
KERAMET

I.
Hangi kapıyı derinliklere taşır insan. Ellerimizde gül kurusu işkence izleri, kendi bedenlerimizden vazgeçmek yetmiyor artık.
Oluk oluk bir boşluk minderimizde. Bir masalcı tadında acıları anlatıyor. Göğümüzde bir utanç, baktıkça kendimizi taşımaktan kızarıyor yüzümüz, kendimiz olmaktan kederli.
En çok utanan bizleriz sokakta yürürken, kendi emelini bulamamış bir pusula gibi deviniyor bedenlerimiz; Akil, O kendi sılasına ancak bir yara kadar uzaktır. İlk hüzünde kaçar, kendi anılarının coğrafyasına. O bile ihanetle nasihatini verir.
Hangi kapı derinliktir ki, ardında gizlediği kendinden biçilsin. Ya da bu hoyrat arzular, imkansız kılıyor gerçeği.
Keramet kapıdaymış meğer.
II.
Sürüklenen bir zamanı taşıyor gözlerimiz, aklımızdan ziyade. O kendi saltanatında isliyor serüvenlerimizi. Kendi alargasından bağırıyor, kendi diyagramından pusuluyor gerçeği.
Biz kendimiz olmanın acısını, bir hayalden çıkarıyoruz…
Kavruk tenli mapus kardeşim benim, zaman hep kendini haklı çıkarıyor, yürekse nasır tutuyor. Atılan çiziğin acısı kalmadığından bilinir, bu yüreğin nasır tuttuğu.
Oysa, ben seni yüreğimden sızan kanla yıkayacaktım. Çiziğini sağaltıp, yüreğinden bir vadi kuracaktım derinliklere.
İkili bir acıdır hayat, karşısına seni alır. Yoksa çoğalıp dağılmak, merkezsiz bir akıla uyanmak, herkesin harcıdır.
III.
Ve kirlendi zaman. Kahinler, dünyanın sonu geldi dediler. Bir başkası medeniyetleri boğuşturdu. Ve insan, alık alık saatini kurmaya çabalıyor. İnsan’ın acıları unutma hızı, ışık hızını geçti. İnsan, zamanı süratle yenme kavgasında.
Daha cezaevlerinde, kurşun yağmuru altında ölenlerin; hücrelerinin içinde yakılan insanların, açlıktan eriyen bedenlerin, son soluğunun üzerinden ne kadar geçti? Hrant’ın ölüsünün üzerine kaç yağmur yağdı? Ne zamandı acaba? Hafızamız bizi hangi iklimde terk etti? “Ana Haber”den hemen sonra mı? Yoksa Seda Sayan’ın eteğinin uçuştuğu sırada mı? İnsan zamanı duyarsızlıklarıyla kirletti!
IV.
Aynı rahimde, birbirini boğazlamaktan keyifle aldanan: insan; zaman gibi, yalnızca cinayetlere doğuruluyor.
Saatler beylere satılıyor, dakikalar apoletli bekçilere, saniyeler magazin bültenlerine. Bize yine “an”lar kaldı kardeşim. “An”lar ve “anı”lar. Zamanı böldüler kardeşim. Parçaladılar bizi de onunla birlikte…
Yıkılıp geliyor zaman, kederimden kalemim yıkılıyor. Yarım kalmış bir bahar çığlığı herkesin üzerinde; neşeyle güne başlıyormuş gibi yapıyorlar. Taklit ediyorlar yaşanmamış her şeyi. Oysa birileri kavramlarını kemiriyor hayatın, geçmişine inanmadan.
V.
İlim icap eden, ayrıcalıklı bir rastlantıdır hayat ve kan dökmeyle başlar. Yolları aramakla talan edilmiş ömürleri, kederin çizgilerine gömer.
Biz köle değiliz, mapus kardeşim,
Köleler, bu çizgilerden devşirilirler…
Havva

Vüs’at O.Bener’in ‘Karatren’ine atlayıp gitmesinin üzerinden üç yıl geçti. Hantal ve üşengeç edebiyat camiası elinde onur ödülüyle istasyona vardığında beklemekten sıkıldığı ölümle buluşmak için yola çıkmıştı. Arkasında az sayıda eser bırakmasına rağmen özellikle öykülerindeki derinlik ve deneysellikle bereketli topraklar yaratan Bener, çaba ve itina sahibi okurlar için Türk edebiyatının en kıymetli yazarıydı. Romanlarında denediği, türün kabul edebileceği ölçüde çok katmanlı yapıya karşın sade ama çarpıcı öyküler üretti; Bilge Karasu'yla beraber öykünün damarlarını açtı.
50'li yıllarda yayımlanan “Dost” ve “Yaşamasız” kitaplarında topladığı öyküleri okunduğunda, İkinci Yeni'nin sadece şiirden ibaret olmadığı, okurda bir tür edebiyat 'çeteleşmesi' şüphesi uyandırdığı görülür. Toplumsal bir derdi olmadığı için çağdaşı romancılar tarafından eleştirilen Bener, esasında İkinci Yeni şairleri gibi toplumun bilinçaltını oluşturur. İnsanın toplum içindeki yalnızlığını, suskunluğunu ve acemiliğini öne çıkaran eserler verir. Yazdıklarının şifresinin çözülmesi çetin ama zevkli bir uğraş olduğu için uzunca bir tahlili farz. Ancak bu yazının konusu onun edebi kudretini en iyi ispatlayan öyküsü, ‘Havva’dır.
Yazar, köyden getirtilip besleme olarak orta sınıf bir ailenin yanında yaşatılan bir kızın kısa hayatını anlatır. Öykü de hayat da kısa olmasına rağmen dokunduğu konuların çeşitliliği şaşırtıcıdır. Fuentes “Gölgeleri olmayan bir hikaye yoktur” derken Havva’dan haberdar olabilir.
Gölgelerden irisi burjuva ahlakını ortaya serer. Havva, yanında kaldığı ailenin hanımı ve kızı tarafından ömrünün son anlarına kadar benimsenmez. Midesine düşkünlüğü, mahallenin erkeklerini evin kızı dururken baştan çıkarması, eşyalara zarar vermesi aileyi rahatsız eder. Ötekileştirme daha ilk cümlede başlar: “Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi.” Havva’nın kimsesi yoktur, kuvvetlidir, işe yarıyordur, nasıl olsa biri lazımdır. Bu sebeplerle kadın Havva’nın köye geri gönderilmesine karşı çıkar. Kimsesi olmadığı için gidecek yeri yoktur, bu işi yapmaya mecburdur; işe yaradığı için işveren de başkasının yerine Havva’yı istihdam eder. İştahının önünü soğanla kesmeye çalışır, beceremez.
Diğer gölge, özgürlüğün üstüne düşer. Evin hanımı, bir yere gitti mi Havva’yı eve kilitler, yoksa alır başını gider. Hatta çamaşırlığa kilitlendiğinde kömürden zehirlenir. Esaret o kadar acıtır ki, halıdaki beyaz kuşu çıkarmak için halıyı keser, temiz bir dayak yer.
Öykü Havva’nındır, ama anlatım biçimi sayesinde evin kızını tanırız. Kızın dilinden yazılmıştır, onun günlüğünden alıntıdır. Havva kızın üstüne kabus gibi çöreklenmiştir, ona derinden bir beddua ettirir: “Allahım şunu öldür!” Çocukluğa da ayrı bir gölge vardır. Kıskançlık varsa saflık da vardır. Havva’nın hastalığına üzülen kız aynı içtenlikle ağlar: “Allahım öldürme onu!”
Bener’in kısa bir öyküde bu kadar meseleyi anlatması onun değerini ortaya koyar. Ancak kullandığı üslup edebiyatın zirvesinde olduğunu gösterir. Havva’nın yaşamı trajiktir; esirdir, sürekli hastalanır, dövülür; ama Kemalettin Tuğcu’nun sümüklü karakterlerine benzemez, ölüm anı sündürülerek duygular sömürülmez, okurun yüreğine oturur, kendi tabiriyle nakavt eder: "Annem Havva’nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. “Kızım Havva iyi misin evladım?” dedi. “Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?” Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: “Baklava,” dedi. Sonra da öldü."
Havva'nın Bener'deki hikayesi böyle son bulur, ama Diyarbakırlı çocuklar onu gittiği yerde yalnız bırakmazlar. Diyarbakır'da Hantepe Eğitim Şehitleri İlköğretim Okulu'nda göreve başlayan edebiyat öğretmeni Murat Özyaşar, bir gün okuldan eve dönerken uğradığı kitabevinde Bener'in Dost/Yaşamasız adlı öykü kitabına rastlar. Kısa sürede kitabı bitiren Özyaşar öğrencilerine de Havva'yı okur, onlardan Havva'ya mektup yazmalarını ister. Mektuplar Havva'nın en yakın arkadaşının, yanında kaldığı kızın ve annenin, hatta kendi elinden yazılır. Mektupların saflığından etkilenen öğretmen hepsini bir zarfa koyar ve Bener'e yollar. Yazılanları görünce çok sevinen Bener, öğrencilere bir koli kitap gönderir, onlara sağlığı el verirse ziyaretlerine geleceğini söyler, ancak sağlık durumu bu ziyarete izin vermez. Mektuplar, yazıldıktan iki yıl sonra (2005) Norgunk Yayıncılık tarafından kitaplaştırılır. Öğrenciler en az hikaye kadar çarpıcı mektuplar yazarlar. Merve Karaalp isimli öğrencinin Havva'nın ağzından aileye yazdığı mektup bunlardan biri:
Saygıdeğer Ailem,
Merhaba, ben Havva. Size bu mektubu çok hızlı yazıyorum çünkü ömrüm yetmeyebilir. Öleceğim ama üvey kardeşim süslü kağıtlarını aldım diye bana yine kızacak. Ben size biraz da kırıldım. Çünkü siz son günlerimde bile benim özgürlüğümü kısıtlıyorsunuz. Yine de ben öldükten sonra kendinizi suçlamayın. Siz bana öz olmasa da bir aile oldunuz. Gerektiğinde sevip, gerektiğinde dövdünüz.
Ölüm ve yaşam, Bener’in eserlerinde en çok dert ettiği ve arasında gidip geldiği kavramlardı. “Hayatın neresinden dönülse kardır” diyen yazara ailesinin verdiği ölüm ilanı da anlamlıdır:
godot
vüsat bey ölümünü bekliyor,
beni beklese ya
vüsat o.bener / manzumeler 1994
dipnot:
vüsat bey beklemekten sıkıldı.
ailesi
Vüs’at O.Bener’i birçok yönden niteleyebiliriz. Türk öykücülüğünün birincisi, kara anlatının ustası, Tutunamayanlar’ın Süleyman Kargı’sı, Tehlikeli Oyunlar’ın Hüsamettin Tambay’ı, Oğuz Atay’ın kafa dengidir. Ancak birçok okuru için Bener, ‘Havva’ nın yazarıdır. Belki de beraber sofra kurup yemeğe dalmışlardır.
İshak ÖVEN
14 Ağustos 2008 Perşembe
im atölyesi dergisi "şehir sayısı" çıktı
"diyeceksin
şehirlerin kulakları duymaz
nasır tutmuştur dokuları
yine de
gideceksin..."
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Güven Kitabevi (Atatürk Caddesi)
Antakya
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Zerdüşt Sahaf
Yıldız Kitabevi
Lotus Kitap Kafe
Antalya
Kitap Kurdu
Nabu Kitabevi
Ankara
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Eskişehir
Ada Müzik ve Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
şehirlerin kulakları duymaz
nasır tutmuştur dokuları
yine de
gideceksin..."
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Güven Kitabevi (Atatürk Caddesi)
Antakya
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Zerdüşt Sahaf
Yıldız Kitabevi
Lotus Kitap Kafe
Antalya
Kitap Kurdu
Nabu Kitabevi
Ankara
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Eskişehir
Ada Müzik ve Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
2 Ağustos 2008 Cumartesi
anlaşılmayan.
sonu "-ist" ile biten cümleler hakim olmaya başladımı dile ne fena!
bir sıkılma hali vücudu esir almak için çıkmıştır yola...
şehirler kocaman olmuş, arkadaşlar yabancı, bira şişeleri yoldaş...
siyaset herzaman kinden daha kişisel...
son sigara sönmeye yakın aşklar ve anılar canlanır birde.şehir daha da büyür,dayanılmaz bir sıcaklıktadır.belki mesajlar gelir "ben hep yanındayım güzel insan".
insan işte...
gözlerde yaşlar birikir.terkedişler, geri dönüşler,boşuna çabalar...bilinç yaşanan herşeyi bir bir serer gözler önüne...
işte siyaset daha da kişisel oldu bile..
özü hep aynı olan olaylar bütünüyle akıp giden zaman. ağustos ayının ortanca bir tarihini sabırsızca bekleyen beden..ve,ve-ler..
biraz soluk almak lazım,
bir sıkılma hali vücudu esir almak için çıkmıştır yola...
şehirler kocaman olmuş, arkadaşlar yabancı, bira şişeleri yoldaş...
siyaset herzaman kinden daha kişisel...
son sigara sönmeye yakın aşklar ve anılar canlanır birde.şehir daha da büyür,dayanılmaz bir sıcaklıktadır.belki mesajlar gelir "ben hep yanındayım güzel insan".
insan işte...
gözlerde yaşlar birikir.terkedişler, geri dönüşler,boşuna çabalar...bilinç yaşanan herşeyi bir bir serer gözler önüne...
işte siyaset daha da kişisel oldu bile..
özü hep aynı olan olaylar bütünüyle akıp giden zaman. ağustos ayının ortanca bir tarihini sabırsızca bekleyen beden..ve,ve-ler..
biraz soluk almak lazım,
Kaydol:
Yorumlar (Atom)