Adına "realizm" dediğimizden beri saçmasapan bir hayatın peşinden sürüklenip gidiyoruz...
Realizm nedir? TDK karşılığı: Gerçekçiilik.
neyin gerçekliği, hangi gerçeklik?
mantığın duygunun önüne geçmesi mi? doğal bilimlerin, sosyal bilimlere oranla daha inandırıcı olduğumu mu yoksa, salt deneylere tabi tutulabildiği için...
neden bu kadar kandırıyoruz kendimizi? kandırmaca da bir gerçeklik değil mi? herşey bu kadar çabuk değişip dönüşürken gerçek diye bir gerçeklik olabilir mi?
dünyanın elips şeklinde olduğu koca bir yalan olabilir!DNA'larda ki şifreler çoktan çözülmüş olabilir! oksijen, azot, karbon ve hidrojen dışında yaşamsal olan başka elementler çoktan keşfedilmiş olabilir! nano - tüplerle kanlanımıza çoktan deniz altılar aşılanmış olabilir! var olanın aslında yok olduğu çoktan kanıtlanmış olabilir!
bütün bu yaşadıklarımızın aslında düşlerden ibaret olduğunu, bilimsel verilerle, bir bilim adamı ispatlayabilir! velhasıl boku yeyibileceğimiz an çok yakın olabilir...
gerçeklik nedir?
yazılandır. ispat edilendir. tarihe geçilendir.
peki ya yazılanlar yalansa... yazılanlar oldukça kişiselse...kılıfına uydurulup sözler, bir bir diziliyorsa... karşısında durup, küfür edip, kahkahayı basamıyorsak, gerçek ne kadar gerçektir ki?
yabancılaşmasın insan kendine, yüreğini özgür bıraksın... sözlerini her daim... işte gerçeklik ozaman gerçekliktir!
gerçek olan histir. ve hisler asla kayıt altına alınamazlar. yazılamazlar... çünkü yazmaktan korkar insanlar... okadar samimi olamazlar kendilerine. o kadar da ele vermezler hislerini....
gerçek olan tek şey kendimize söylediğimiz yalanlandan ibarettir.
ve insan için yabancılaşma, kendine söylediği ve inandığı yalanlarla başlar...
peki ya yabancılaşma ve realizm nasıl buluşur?
Uzun Zaman Önce... Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi. Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse ve Suları Kürekle Yarmazdı. Kıyı Dünyanın Sonuydu. Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı! Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın, Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar... Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?
Bu Blogda Ara
27 Aralık 2011 Salı
24 Aralık 2011 Cumartesi
eksik birsey
Eksik bir şey mi var hayatımda
Gözlerim neden sık sık dalıyor
Eksik bir şey mi var hayatımda
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor
Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam
Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle, gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi
Gözlerim neden sık sık dalıyor
Eksik bir şey mi var hayatımda
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor
Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam
Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle, gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi
20 Aralık 2011 Salı
dostum senin icin
benim umudum kesilir hayattan...
bir dostun sesi gelir uzaktan!
an`da yitirilir, zaman da...
geriye sadece gulusler kalir; en samimi olanindan, eskilerden, en eski-taze gunlerden...
benim canim SIKILIR...
bir dost CAN SIKINTISINI ALIR!
en guzel gunlere BIRAKILIR en mavi ucurtmalar.
en guzel gunde, en guzel anililarla karsilanir...
iyiki varsin, iyiki varim...
seni cok seviyorum dostum...
kendine iyi bakasin!
bir dostun sesi gelir uzaktan!
an`da yitirilir, zaman da...
geriye sadece gulusler kalir; en samimi olanindan, eskilerden, en eski-taze gunlerden...
benim canim SIKILIR...
bir dost CAN SIKINTISINI ALIR!
en guzel gunlere BIRAKILIR en mavi ucurtmalar.
en guzel gunde, en guzel anililarla karsilanir...
iyiki varsin, iyiki varim...
seni cok seviyorum dostum...
kendine iyi bakasin!
8 Aralık 2011 Perşembe
film gösterimi
kitera'ya yolculuk
yönetmen: theodoros angelopoulos
10 aralık cumartesi 18:30
im atölyesi sanat ve kültür derneği
konusu:
Yönetmenin ülkesini anlattığı filmde aynı zamanda iki öykü gelişiyor; bir yönetmen siyasi mültecilerle ilgili bir film yapmak isterken yaşlı bir adam sürgünden ülkesine döner. Eski bir partizan olan Spiros, 32 yıl sonra siyasi görüşleri yüzünden sürüldüğü Sovyetler Birliği'nden Yunanistan'a dönmektedir. Oğlu ve kızı, hakkında hiçbir şey bilmedikleri bu adamı karşılamak üzere limana gelir. Spiros her şeyi çok değişmiş bulur; pazar ekonomisine, kapitalizmin acımasız kurallarına teslim olmuş bir toplum; askeri cuntanın ardından demokrasiyi kurmaya çalışan bir ülke. Fakat yaşlı adam kolay kolay teslim olmaya niyetli değildir. Eskiden Afrodit Tapınağı'nın bulunduğu, bugün ise emekli olmuş yaşlıların yaşadığı Kitera Adası'na gitmeye niyetlenir. Asi bir delikanlı gibi davranan Spiros, kendisine tamamen yabancılaşmış ailesiyle işbirliği yapmayı reddeder ve sık sık onu en son bulmayı düşünecekleri yerlere gider. Bu yaşlı adam film yönetmenini büyüler ve yönetmen onu izlemeye başlar.
yönetmen: theodoros angelopoulos
10 aralık cumartesi 18:30
im atölyesi sanat ve kültür derneği
konusu:
Yönetmenin ülkesini anlattığı filmde aynı zamanda iki öykü gelişiyor; bir yönetmen siyasi mültecilerle ilgili bir film yapmak isterken yaşlı bir adam sürgünden ülkesine döner. Eski bir partizan olan Spiros, 32 yıl sonra siyasi görüşleri yüzünden sürüldüğü Sovyetler Birliği'nden Yunanistan'a dönmektedir. Oğlu ve kızı, hakkında hiçbir şey bilmedikleri bu adamı karşılamak üzere limana gelir. Spiros her şeyi çok değişmiş bulur; pazar ekonomisine, kapitalizmin acımasız kurallarına teslim olmuş bir toplum; askeri cuntanın ardından demokrasiyi kurmaya çalışan bir ülke. Fakat yaşlı adam kolay kolay teslim olmaya niyetli değildir. Eskiden Afrodit Tapınağı'nın bulunduğu, bugün ise emekli olmuş yaşlıların yaşadığı Kitera Adası'na gitmeye niyetlenir. Asi bir delikanlı gibi davranan Spiros, kendisine tamamen yabancılaşmış ailesiyle işbirliği yapmayı reddeder ve sık sık onu en son bulmayı düşünecekleri yerlere gider. Bu yaşlı adam film yönetmenini büyüler ve yönetmen onu izlemeye başlar.
21 Kasım 2011 Pazartesi
film gösterimi
(serseri aşıklar)
yön: jean-luc godard
25 kasım cuma 18:30
im atölyesi sanat ve kültür derneği
zenginler mh. gazipaşa cd. no:18 antakya
13 Kasım 2011 Pazar
film gösterimi
haftanın günleri programı
im atölyesi sanat ve kültür derneği
haftanın bazı günleri neler yapabiliriz programı
pazartesi
12:00-20:00 kütüphane
15:30-??? yazı atölyesi
çarşamba
12:00-20:00 kütüphane
cuma
12:00-20:00 kütüphane
18:00-??? film gösterimi
cumartesi
12:00-20:00 çay günleri
20:00-23:00 ritm çalışması
pazar
18:00-??? soba başı masal
*kütüphane üyeliği için kütüphaneye bir kitap verilmesi yeterlidir.
29 Ekim 2011 Cumartesi
16 Ekim 2011 Pazar
Bu Şehirde Bir Kütüphane Var!
Her Pazartesi, Çarşamba ve Cuma 12:00-20:00 saatleri arasında açıktır.
Sanat
Çıkmazı Kütüphanesi yıllardır biriktirdiğimiz kişisel kitap arşivimizin
kullanıma açılmasıyla oluşturulmuştur. Sizlerden gelen bağışlarla
zenginleştirilmiştir. Kitapların birer meta olarak raflarda
tozlanması yerine özgürce dolaşımda olması hayalinin bir ürünüdür. Bu
hayali diri tutmak ve kütüphaneyi korumak adına "üyelik sistemi" tercih
edilmiştir. Yalnızca kayıtlı üyeler kütüphaneden yararlanabilmektedir.
Üye olmanın tek koşulu kütüphaneye bir adet kitap vermektir. Böylece
kütüphane daha da zenginleşeceği gibi "herkesin kütüphanesi" haline de
gelecektir.
Hep birlikte yeşertmek ve yaşatmak dileğiyle...
Şehir dışından kitap yollamak isteyenler için adresimiz: Zenginler mh. Gazipaşa cd. No:18 31070 Antakya/Hatay
17 Eylül 2011 Cumartesi
48.ZAMAN
Tam
iki gün oldu. Saatimin beni kaç dakika aldattığını bilmesem de,
yaklaşık on iki saat yürüyüp 32 saat konakladım. Bu komik bir rakam.
Belki daha fazlasını yapabilirdim. İnsan türüne biraz daha
güvenebilseydim.
Dün
gece korkudan altıma edebilirdim. Çadırımın hemen yanına oturmuş,
zıvanadan çıkıncaya kadar içmeye niyetli, kızlı erkekli genç bir grubun
buluşmasına “masum bir yaz akşamı eğlencesi” olarak inanmaya çalışsam da
beynim buna çok direndi. Onlar oradan kalkıncaya kadar gözümü dahi
kırpmadım. Yalnız kalınca anlıyor ki insan, kendi türümüzden başka
hiçbir şeyden bu kadar korkmuyoruz. Başka hiç bir şeye karşı bu kadar
güvensiz değiliz…
Gün
ağarmaya yakın kalkıyorlar. Ve hiç tanımadığım insanlardan geriye kalan
biraları içiyorum. Güneş iyice yüzünü göstermeye başlıyor.
Bu
sabah bu yolun sonunda olduğuma inandım ve geri dönmeye karar verdim.
Sahilden ana yola doğru yürümeğe başladım. Çantamda ki yeni kıyafetleri
çıkardım ve üzerime giydim. Yoğun bir formaldehit soludum. Cesetleri
muhafaza etmek için kullanılan madde. Yeni evlerde, yeni mobilyalarda ve
yeni elbiselerde formaldehit soluyabilirsiniz. Yeterince soluduktan
sonra midenize ağrı girmesi, kusmanız ve ishal olmanız gayet doğaldır.
Arkama
baktım. Ne kadar yürürsem yürüyeyim, deniz hala olduğu yerde duruyordu.
Aniden kafamda şimşek çakmış gibi, ağaçlar, tatil siteleri, dalgalar,
doğal yaşam, yağmurun uğramadığı bölgeleri aklıma getirmeksizin, denizi
olduğu gibi gördüm. İki gündür hiç kimseyle konuşmamıştım. Bu yüzden
denizi, dilin sınırlarına hapsolmadan algıladım. Çağrışım tuzağına
düşmeden. Denizle ilgili doğru bildiğim her şeyi bir kenara bırakıp,
öylece ona baktım. Çok kısa bir süre için olsa da sanırım onu gerçekten
gördüm. Kafamda beliren bir anlık görüntü aslında “deniz” bile değildi.
Doğal kaynaklardan biri değildi. Adı yoktu. En büyük amaç bu dedim.
“Bilgiyi tedavi etmek”. Eğitimi, kafalarımızın içinde yaşıyor oluşumuzu.
Otoyoldan arabalar geçip gitti. Hiç durmadan yürümeye devam ettim.
Âdem’le
Havva’nın İncil’deki hikâyesinden beri, insanların kasının kendi
iyiliği için fazla çalışır olduğunu düşündüm. Şu elmayı yediklerinden
beri. Çantamdaki son elmayı çıkarıp koca bir ısırık aldım. Ve yola
amaçsız çıkmadığımı gördüm. Amacım vardı. “Tam şifa olmayacak olsa da,
en azından insanları masumiyete geri döndürecek bir tedavi yöntemi
bulmak.”
İçtiğim
biralar işe yaramamıştı. Formaldehit işe yaramamıştı. Doğal ve yapay
kafa yapıcı maddelerin hiçbiri işini görmemişti. Yan yana park etmiş
arabaların arasına süzülmek ve yakıt depolarındaki benzini koklamak
istedim. Kapakları açıp yağları koklamak... Sonra, Havva bu pisliğin
içine bizi nasıl attıysa bende aynı şekilde çıkabilirim diye düşündüm.
Beyin korteksi, yani cerebrum. İşte sorun orada. Eğer sadece beyin sapını kullanarak yaşabilseymiş, sorun ortadan kalkarmış. Bu, mutluluk ve üzüntünün ötesinde bir yer olurmuş.
Balıkların psikolojik durumlarına bağlı olarak ıstırap çektiklerini göremezsiniz.
Süngerler asla kötü bir gün geçirmezler…
Ayaklarımın
altında ki çakıllar üzerine bastıkça o yana bu yana kayıp şıkırdadı.
Yanlarından geçiyorken, arabalar kendi sıcak rüzgârlarını yaydı. Geçen
arabalara el kaldırmak yerine bir dolmuşu durdurdum. Amacım hayatımı
basitleştirmeye çalışmak değildi. Amacım kendimi basitleştirmekti.
Pencere kenarında ki boş koltuğa oturdum. Bu yürüyüş deki deneyimlerimi
yazdım bir bir.
“Her
bağımlılık aynı sorunu çözmek için bulunmuş bir yöntemdir.
Uyuşturucular, obezite, alkol, seks, büyük evlerde yaşamak veya para
huzuru bulmak için kullanılan farklı farklı yöntemler sadece. Bildiklerimizden kaçmak için. Eğitimimizden, elmayı ısırmış olmaktan.
Dil,
dünyanın nimetlerini ve ihtişamını bertaraf etmek için bulduğumuz bir
yöntem sadece. Yıkmak için. Defetmek için… İnsanlar dünyanın bu denli
güzel olmasına katlanamıyorlar. Açıklanamaz ve anlaşılamaz olmasına. Biz
artık gerçek dünyada yaşamıyoruz. Kavramlar ve semboller dünyasında
yaşıyoruz.”
Yol
bitti, dolmuştan indim. Elimi çantama attım. Şimdi daha uzaktan
gördüğüm denize bakarken “gerçeğe son bir kez göz attığımı hissettim.”
Yarım kalan elmayı son bir ısırıkla bitirdim.
ÖZGE
Mersin 8 Eyl. 11
14 Eylül 2011 Çarşamba
İm Atölyesi Çay Günleri...
Her Cumartesi...
15:00-20:00
cumartesi günleri çay kahve iç ip, dostlarla buluşmak için im atölyesi sanat ve kültür evi herkese açıktır. .
*im atölyesi sanat ve kültür evi; saray caddesi l eban restoranın bulunduğu soka ğın içindedir.
12 Eylül 2011 Pazartesi
5. ZAMAN
Güneşten sıcacık olmuş suyu kana kana içiyorum. Şeftalilerden birini yiyorum. Eşyalarımı toplayıp yürümeye başlıyorum, 9:00 da mola vermek üzere. Bu yaklaşık iki saat yapıyor. Bunun için zorlayacağım kendimi.
Yürürken, sahil boyu dizili bilmem kaç katlı şu yüksek binalar canımı fazlasıyla sıkıyor. Ve artık bana bakan insanları umursamıyorum. Sadece yürüyorum…
11 Eylül 2011 Pazar
4. ZAMAN
Güneş kıçımdan yüzüme kadar yakıyor beni. Çadırdan çıktım saat 06:15. Yeni bir gün. Işıl ışıl bana doğru vuran dalgalar. Sahil boyu hızlı adımlarla yürüyen birkaç insan.
Koşarak denize giriyorum. Batıp çıkıyorum. Her batışımda, kafamda dolanan düşüncelerin birazını denizin derinlerine bırakıyorum…
10 Eylül 2011 Cumartesi
3. ZAMAN
Saat 02.00. korktuğum için uyuyamıyorum. Kumsalda çok fazla yengeç var. Her an bir yerimi kıskaca alacaklarmış gibi.
Chuck Palahnıuk’ un Tıkanma adlı kitabını çıkarıyorum. Sayfaların arasına iliştirdiğim feneri açıyorum ve okumaya koyuluyorum.
9 Eylül 2011 Cuma
2. ZAMAN
Yavaşça girdim suya. Önce dizlerim sonra göbeğim, göğüslerim kayboldu içinde. Su yavaşça değdi dudaklarıma. Öyle tuzlu ki. Biraz midemi bulandırıyor. Yaklaşık on metre uzağımda bir kız çocuğu bağırmaya başlıyor. Simidinin havasının indiğini haykırıyor tüm gücüyle. İrkiliyorum ve refleksle yüzmeye başlıyorum ona doğru. Ben yetişmeden annesi geliyor yanına. Alıyor kızını kollarına. Öpüyor, sarılıyor, gözyaşlarını silerken hep yanında olduğunu söylüyor. Sahile doğru gidiyorlar. Bense, “kahraman” olamıyorum bugün de.
Geriye dönüyorum. Sahile kadar yüzüyorum. İlk kez bu kadar uzun yüzebiliyorum. Saatime bakıyorum 18:18. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamaya çalışıyorum. Sonra vazgeçiyorum. Kaç dakika geçmiş olursa olsun, zamandan çalmayı başarıyorum. Ve suda kaybolmak için henüz çok erken olduğunu anlıyorum. Saati tekrar çalıştırıyorum.
Kumsalda yatarken elmalardan birini yiyorum. O an aklımdan milyonlarca şey geçiyor. Güneş kaybolmaya yüz tutmuş. Dünyanın güneşin etrafında dönüşü, kendi etrafında dönüşü, gece ve gündüz. Mevsimler. Bütün bu dönüşlerde geçen süreler. Ay. Ayın kendisinin ve dünya ile birlikte güneşin etrafında dönüşü. Ve insanoğlunun sırf yaşamını basitleştirmek için bütün bu doğa olaylarından “zaman” kavramını yaratışı…
Bugün daha fazla yürüyemeyeceğimi biliyorum. Çadırımı açıyorum, şuan ihtiyacım olan tek şeyin biraz burada kalmak ve yazmak olduğuna karar verip.
8 Eylül 2011 Perşembe
1. ZAMAN
Yürümeğe başlayalı henüz iki saat oldu. Neden yürüdüğümü ve nereye gitmek istediğimi bilmiyorum. Kendime bir amaç edinmeden koyuldum yola. İki saat oldu! Sanırım çok yavaş ilerliyorum. Şu an bulunduğum yer, başladığım noktadan çok da uzak değil. Bu amaçsız olmamdan ve ne ile karşılaşacağımı bilmeyişimin korkusundan sanırım.
Evet! İtiraf etmeliyim ki fazlaca korkuyorum. Sahil boyu yürürken karşılaştığım insanlardan, gözlerimi kaçırmamdan anladım bunu. İnsanların çoğunun gözü üzerimde. Onlar karşıdan gelirken, dudak hareketlerinden ve üzerime dikilmiş gözlerinden hakkımda konuştuklarını anlayabiliyorum. Yanımdan geçerken bir an için sus pus oluyorlar. Tezimin doğruluğuna inanmak için benden biraz uzaklaştıklarında arkama dönüyorum. Haklıyım… Onlarda gerilerine dönüp, ardında bıraktıkları “bana” bakıyorlar. Kesinlikle hakkımda konuşuyorlar. Bu durum önce beni rahatsız etse de sonradan hoşuma gidiyor. Neticede zihinlerini meşgul ediyorum. Ve belki de başkalarına anlatacakları bir hikâye olarak hayatlarında var olacağım.
Hava aşırı derecede sıcak ve nemli. Sırtımdaki çanta iyice baskı yapmaya başladı omuzlarıma. İçinde ağırlık yapacak bir şey olmasa da. Diş fırçası ve macunu, yeni aldığım bir tişört ve şort, 4 şeftali, 4 armut, 4 elma, bir roman ve bir de böbreklerimin tam üstüne, çantanın alt kısmına yerleştirdiğim tek kişilik çadırdan başka.
Denize bakıyorum. Bu sonsuzluk bir an için aldatıyor beni. Ona doğru yürümek ve bu sularda kaybolmak istiyorum. Olduğum yere bırakıyorum çantamı. Üzerimde ki elbiseyi çıkarıyorum. Terliklerimi bir araya getiriyorum ve hepsini üst üste yığıyorum. Saate bakıyorum 18.18! Küçükken, saatin aynı rakamları gösterdiği ana gelişigüzel denk gelirsem, âşık olduğum insanın o an beni düşündüğüne inanırdım.
Saat 18.18! Gülümsüyorum. Şimdi bu sularda kaybolmanın tam zamanı olduğuna daha çok inanıyorum. Pimini çekiyorum saatin ve durduruyorum zamanı.
1 Eylül 2011 Perşembe
Wilco - How To Fight Loneliness
Yalnızlıkla nasıl baş edilir?
Her zaman gülümse.
Dişlerini anlamsızlıkla parlat
Ve yalanlarla keskinleştir.
Ve ters giden ne varsa
Etrafında dolaşmaya devam edecek
İşte yalnızlığa böyle katlanırsın;
Her şakaya güler,
Körü körüne sarıp sarmalar,
Kalbini dumanla doldurursun.
Ve istediğin ilk şey
İhtiyacın olan son şey.
işte yalnızlıkla böyle baş edersin,
Sadece her zaman gülümse.
25 Ağustos 2011 Perşembe
'Dört örgüt yazmışsınız da, hangisine üyeyim?'
“Merhaba,
Sizlere bu mektubu Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevinden yazıyorum. Uzun tutukluluk süreleri, tutukluluğun cezaya dönüşmesi gibi konular; gazeteciler, komutanlar veya milletvekilleri olunca sık sık tartışılıyor ama sayımız sürekli arttığından olsa gerek, üniversite öğrencilerinin seslerini duyurması pek kolay olmuyor. Böyle bir durumda benim, bizim haberimizi yaptığınız için öncelikle sizlere teşekkür ederim.
23 Ocak günü tutuklandım. Yani bu mektup sizlerin eline geçtiğinde benim tutukluluk sürem 7 ayı geçmiş olacak. Hatırlarsınız, aralık ve ocak ayı üniversite öğrencilerinin sık sık eylem yaptığı bir dönemdi. Özellikle 15 Aralık ve 5 Ocak'ta ODTÜ'de yaşananlar hatırlanacaktır. Tam da böyle bir dönemde 5 üniversite öğrencisinin Ankara'da tutuklanması 'ilginç bir tesadüftü'.
Biz tutuklandıktan dört gün sonra ana haber bültenlerine 'son dakika haberi' olarak düştük. Özetle, 'Üniversiteleri kana bulayacak kaos timi yakalandı!' deniyordu. Bizlere ne savcılıkta ne de tutuklanma talebiyle çıkarıldığımız nöbetçi mahkemede herhangi bir silahla ilgili soru dahi sorulmamasına, böyle bir şeyin lafının bile edilmemesine rağmen; sanki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mühimmat deposunda yakalanmışçasına, bir orduya yetecek sayıda silah görüntüleri ve 'kapı kırma' sahneleri eşliğinde verildi haberimiz ve elbette olmazsa olmaz 'eli kanlı teröristler' ifadesiyle.
Ne de olsa parkta yürürken bir anda çok sayıda sivil polisin etraflarını sarmasıyla gözaltına alınan, daha sonra gecenin bir yarısı kaldığı eve, yurda örneğin, benim ailemle birlikte yaşadığım eve, kapıyı çalarak girilmesi oldukça sıradan olurdu ve haber değeri taşımazdı; hele bir de ortada bahsi geçen bir 'kaos timi' ise. Ama 'Ankara Emniyeti'nin Büyük Operasyonu' olarak haberlere çıkan 'operasyon' yalnızca bu kadardı. Tabi burada şunu sormak gerekiyor: Madem haberlere bu şekilde çıkartılacak kadar delil var ortada, 7 aydır iddianame nasıl hazırlanmaz? Neden bize her ay 'delillerin toplanmamış olması, kaçma şüphesinin olması' gibi sebeplerle tutukluluğun devam kararı alındığı bildirilir? Eğer hala 'delil' arıyorlarsa, bu haberler nasıl yapıldı?
Yaşayarak gördüm ki, eğer bir kere eviniz arandıysa; bundan sonra her şey delildir. Örneğin, hakkında hiçbir toplatma kararı olmayan, birçok kitapçıda bulunabilecek yasal dergiler, sokakta, şehir merkezlerinin en işlek yerlerinde dağıtılan bildirilerden sizin evinizde çıktıysa, bunlar 'yasadışı silahlı terör örgütü üyeliği' için delildir. Peki, tamamen yasal bir şey, nasıl 'yasadışı örgüt üyeliği' için delil olabilir? Sadece bu da değil; örneğin bir kâğıtta isimler ve telefon numaraları yazmışsanız bu bile delil olabilir.
Üst üste gazetecilerin tutuklanması gerçekleştiğinde, gazeteciler 'Not defterimize not almaya korkar olduk' diyorlardı; anlaşılan artık tanıdığımız herkesin telefon numarasını da ezberlemek zorunda kalacağız. Aslında bu konuda öyle ilginç şeyler ortaya çıktı ki; karikatürleştirip kitap haline getirilse kimse gerçek olduğuna inanmaz.
İlk hatırladığım Hopa olaylarında tutuklananların delilinin çizgi film olması ya da benim şu an birlikte kaldığım arkadaşımın dosyasında yer alan üyesi olduğu sanat derneğine ait su faturası. 'Su faturası' nasıl olur da 'yasadışı örgüt üyeliği' için delil olur? Benim karşıma çıkanların en ilginç olanı ise, hatırladığım kadarıyla (çünkü dosyada gizlilik kararı var, bu yüzden 7 ay önce savcılıkta ifade verilirken bana gösterilenler kadarını biliyorum, onların da hatırlayabildiğim kadarını) 'Kapitalizm ve Kriz' üzerine bir sayfaya yazılmış notlardı. Bunu ilginç yapan detay benim Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat öğrencisi olmam. Bu da delil olabiliyorsa, sanırım evimde arama yapan polislere ders kitaplarımı almadıkları için teşekkür etmem gerek; görülen o ki onlar da delil olabilirmiş.
Bize yönelik iddialar ise öyle 'ilginç' ki. Her şey bir yana, bir insan aynı anda dört ayrı örgütün üyesi olabilir mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Ama bizim dosyamızda tam olarak bu var. Gözaltındayken ifadem için küçük bir odaya avukatımla birlikte alındığımda, bilgisayar ekranında iddia kısmında dört ayrı örgüt ismi yazılıp, 'Bunlara üye olmak' diye görünce şaşırdım, görevli polis memuruna sordum; 'Dört tane örgüt yazmışsınız da, ben hangisine üyeymişim?' diye. Aldığım cevabı hiç unutmuyorum, 'İşte, bunlardan biri' demişti bana.
Sanki sayısal loto oynamışlar ya da belki de Nasreddin Hoca misali 'Biz yazalım, ya tutarsa?' demişlerdir. O anda, o cevabı duyduğumda gülmüştüm, 3 günlük gözaltı ve ev araması gerginliğinin üstüne iyi bile gelmişti ama o zaman nereden bilebilirdim ki bunun 7 ay ve daha fazlası bir tutukluluğa sebep olabileceğini?
Bir de F Tipi'nde yaşadıklarım var elbette. Mektupların kaybolması, çok sayıda mektup yasağı cezası ki artık bunlar açık görüş cezası da oluyor, gibi sıradan uygulamalar... Benim asıl anlatmak istediğim, Mayıs ayında üniversiteden iki arkadaşım tutuklanınca, biliyorsunuzdur F Tipi hücreleri 3 kişilik, onların yanına geçmek istedim. Ben bunun için uğraşmaya başladığımda cezaevi idaresi görüşlerden sonra arkadaşlarımın aileleriyle görüşüp; 'Sizin çocuklarınızın yanına teröristler geçmeye çalışıyor, bir dilekçe yazın yanlarına kimseyi geçirmeyelim' demeleri oldu.
Cezaevi idaresi bunu hangi yetkiyle neye dayanarak yapıyor, bilemiyorum. Nasıl olur da onların ailelerini de korkutmaya çalışır onu da anlayamıyorum; sadece bir tek soru sormak istiyorum; bu yaşananlardan sonra aslında benim hakkımda verilecek kararın çoktan verildiğini mi anlamam gerek?
İşte son 7 ayda yaşadıklarım bunlar. Sizlerle de paylaşmak istedim. Hoşçakalın.
Yusufcan Yıldırım
1 Nolu F Tipi Cezaevi
Sincan/ANKARA”
Sizlere bu mektubu Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevinden yazıyorum. Uzun tutukluluk süreleri, tutukluluğun cezaya dönüşmesi gibi konular; gazeteciler, komutanlar veya milletvekilleri olunca sık sık tartışılıyor ama sayımız sürekli arttığından olsa gerek, üniversite öğrencilerinin seslerini duyurması pek kolay olmuyor. Böyle bir durumda benim, bizim haberimizi yaptığınız için öncelikle sizlere teşekkür ederim.
23 Ocak günü tutuklandım. Yani bu mektup sizlerin eline geçtiğinde benim tutukluluk sürem 7 ayı geçmiş olacak. Hatırlarsınız, aralık ve ocak ayı üniversite öğrencilerinin sık sık eylem yaptığı bir dönemdi. Özellikle 15 Aralık ve 5 Ocak'ta ODTÜ'de yaşananlar hatırlanacaktır. Tam da böyle bir dönemde 5 üniversite öğrencisinin Ankara'da tutuklanması 'ilginç bir tesadüftü'.
Biz tutuklandıktan dört gün sonra ana haber bültenlerine 'son dakika haberi' olarak düştük. Özetle, 'Üniversiteleri kana bulayacak kaos timi yakalandı!' deniyordu. Bizlere ne savcılıkta ne de tutuklanma talebiyle çıkarıldığımız nöbetçi mahkemede herhangi bir silahla ilgili soru dahi sorulmamasına, böyle bir şeyin lafının bile edilmemesine rağmen; sanki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mühimmat deposunda yakalanmışçasına, bir orduya yetecek sayıda silah görüntüleri ve 'kapı kırma' sahneleri eşliğinde verildi haberimiz ve elbette olmazsa olmaz 'eli kanlı teröristler' ifadesiyle.
Ne de olsa parkta yürürken bir anda çok sayıda sivil polisin etraflarını sarmasıyla gözaltına alınan, daha sonra gecenin bir yarısı kaldığı eve, yurda örneğin, benim ailemle birlikte yaşadığım eve, kapıyı çalarak girilmesi oldukça sıradan olurdu ve haber değeri taşımazdı; hele bir de ortada bahsi geçen bir 'kaos timi' ise. Ama 'Ankara Emniyeti'nin Büyük Operasyonu' olarak haberlere çıkan 'operasyon' yalnızca bu kadardı. Tabi burada şunu sormak gerekiyor: Madem haberlere bu şekilde çıkartılacak kadar delil var ortada, 7 aydır iddianame nasıl hazırlanmaz? Neden bize her ay 'delillerin toplanmamış olması, kaçma şüphesinin olması' gibi sebeplerle tutukluluğun devam kararı alındığı bildirilir? Eğer hala 'delil' arıyorlarsa, bu haberler nasıl yapıldı?
Yaşayarak gördüm ki, eğer bir kere eviniz arandıysa; bundan sonra her şey delildir. Örneğin, hakkında hiçbir toplatma kararı olmayan, birçok kitapçıda bulunabilecek yasal dergiler, sokakta, şehir merkezlerinin en işlek yerlerinde dağıtılan bildirilerden sizin evinizde çıktıysa, bunlar 'yasadışı silahlı terör örgütü üyeliği' için delildir. Peki, tamamen yasal bir şey, nasıl 'yasadışı örgüt üyeliği' için delil olabilir? Sadece bu da değil; örneğin bir kâğıtta isimler ve telefon numaraları yazmışsanız bu bile delil olabilir.
Üst üste gazetecilerin tutuklanması gerçekleştiğinde, gazeteciler 'Not defterimize not almaya korkar olduk' diyorlardı; anlaşılan artık tanıdığımız herkesin telefon numarasını da ezberlemek zorunda kalacağız. Aslında bu konuda öyle ilginç şeyler ortaya çıktı ki; karikatürleştirip kitap haline getirilse kimse gerçek olduğuna inanmaz.
İlk hatırladığım Hopa olaylarında tutuklananların delilinin çizgi film olması ya da benim şu an birlikte kaldığım arkadaşımın dosyasında yer alan üyesi olduğu sanat derneğine ait su faturası. 'Su faturası' nasıl olur da 'yasadışı örgüt üyeliği' için delil olur? Benim karşıma çıkanların en ilginç olanı ise, hatırladığım kadarıyla (çünkü dosyada gizlilik kararı var, bu yüzden 7 ay önce savcılıkta ifade verilirken bana gösterilenler kadarını biliyorum, onların da hatırlayabildiğim kadarını) 'Kapitalizm ve Kriz' üzerine bir sayfaya yazılmış notlardı. Bunu ilginç yapan detay benim Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat öğrencisi olmam. Bu da delil olabiliyorsa, sanırım evimde arama yapan polislere ders kitaplarımı almadıkları için teşekkür etmem gerek; görülen o ki onlar da delil olabilirmiş.
Bize yönelik iddialar ise öyle 'ilginç' ki. Her şey bir yana, bir insan aynı anda dört ayrı örgütün üyesi olabilir mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Ama bizim dosyamızda tam olarak bu var. Gözaltındayken ifadem için küçük bir odaya avukatımla birlikte alındığımda, bilgisayar ekranında iddia kısmında dört ayrı örgüt ismi yazılıp, 'Bunlara üye olmak' diye görünce şaşırdım, görevli polis memuruna sordum; 'Dört tane örgüt yazmışsınız da, ben hangisine üyeymişim?' diye. Aldığım cevabı hiç unutmuyorum, 'İşte, bunlardan biri' demişti bana.
Sanki sayısal loto oynamışlar ya da belki de Nasreddin Hoca misali 'Biz yazalım, ya tutarsa?' demişlerdir. O anda, o cevabı duyduğumda gülmüştüm, 3 günlük gözaltı ve ev araması gerginliğinin üstüne iyi bile gelmişti ama o zaman nereden bilebilirdim ki bunun 7 ay ve daha fazlası bir tutukluluğa sebep olabileceğini?
Bir de F Tipi'nde yaşadıklarım var elbette. Mektupların kaybolması, çok sayıda mektup yasağı cezası ki artık bunlar açık görüş cezası da oluyor, gibi sıradan uygulamalar... Benim asıl anlatmak istediğim, Mayıs ayında üniversiteden iki arkadaşım tutuklanınca, biliyorsunuzdur F Tipi hücreleri 3 kişilik, onların yanına geçmek istedim. Ben bunun için uğraşmaya başladığımda cezaevi idaresi görüşlerden sonra arkadaşlarımın aileleriyle görüşüp; 'Sizin çocuklarınızın yanına teröristler geçmeye çalışıyor, bir dilekçe yazın yanlarına kimseyi geçirmeyelim' demeleri oldu.
Cezaevi idaresi bunu hangi yetkiyle neye dayanarak yapıyor, bilemiyorum. Nasıl olur da onların ailelerini de korkutmaya çalışır onu da anlayamıyorum; sadece bir tek soru sormak istiyorum; bu yaşananlardan sonra aslında benim hakkımda verilecek kararın çoktan verildiğini mi anlamam gerek?
İşte son 7 ayda yaşadıklarım bunlar. Sizlerle de paylaşmak istedim. Hoşçakalın.
Yusufcan Yıldırım
1 Nolu F Tipi Cezaevi
Sincan/ANKARA”
19 Ağustos 2011 Cuma
yolculuk
Simurg, bir masal kuşudur.
Uzun boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzer kocaman bir kuş…
Kuşların sultanıdır.
Kaf dağının ardında yaşar.
Efsaneye göre, kuşlar, sultanlarını bulmak üzere toplanıp yola çıkarlar bir gün…
Yol uzun, yolculuk zorludur.
Aşk denizinden geçerler önce…
Ayrılık vadisinden uçarlar… Hırs ovasını aşıp, kıskançlık gölüne saparlar…
Kuşların kimi aşk denizine dalar, kimi ayrılık vadisinde kopar sürüden…
Kimi hırslanıp düşer ovaya, kimi kıskanıp batar göle…
Yolculuk bittiğinde, Kaf dağının ardına sadece 30 kuş varabilmiştir.
Sultanları Simurg’u bulamazlar orada…
Sonunda sırrı, sözcükler çözer:
Farsça “si”, “otuz” demektir.
…”murg” ise “kuş”…
“otuz kuş” anlar ki, aradıkları sultan kendileridir.
Ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.
Uzun boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzer kocaman bir kuş…
Kuşların sultanıdır.
Kaf dağının ardında yaşar.
Efsaneye göre, kuşlar, sultanlarını bulmak üzere toplanıp yola çıkarlar bir gün…
Yol uzun, yolculuk zorludur.
Aşk denizinden geçerler önce…
Ayrılık vadisinden uçarlar… Hırs ovasını aşıp, kıskançlık gölüne saparlar…
Kuşların kimi aşk denizine dalar, kimi ayrılık vadisinde kopar sürüden…
Kimi hırslanıp düşer ovaya, kimi kıskanıp batar göle…
Yolculuk bittiğinde, Kaf dağının ardına sadece 30 kuş varabilmiştir.
Sultanları Simurg’u bulamazlar orada…
Sonunda sırrı, sözcükler çözer:
Farsça “si”, “otuz” demektir.
…”murg” ise “kuş”…
“otuz kuş” anlar ki, aradıkları sultan kendileridir.
Ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.
18 Ağustos 2011 Perşembe
Mihri Belli'den bize kalan: Devrimin güncelliği
“Lenin’in düşüncesinin özü ve onu Marx’a bağlayan belirleyici halka devrimin güncelliğidir,” der George Lukacs, 1924’te yazdığı Lenin değerlendirmesinde. 1960’ların ikinci yarısında Mihri Belli’ye çağdaşları arasında özgün bir konum sağlayan ve onu “devrimci gençlik” hareketinin kutup yıldızı kılan da aynı şeydi: Devrimin güncelliği.
1960’ların hummalı “devrim stratejisi” tartışmaları içinde Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim”ini “devrimci militan”ın gözünde anlamlı kılan, onun teorik olarak tutarlı bir bütün oluşturup oluşturmadığı değil, devrimi güncel bir süreç olarak kavramamıza yardımcı olan kurgusuydu… O yıllarda devrimin bilgisi henüz “devrimci militan”ın kendi pratiğinin ürünü değildi. Bunun için kendi devrimci eyleminin sonuçlarıyla yüzleşeceği sonraki kırk yılın yaşanması, devrimcilerin kendilerini bekleyen darağaçları, makineli tüfek mermileri, zindanlar, işkence merkezleri, prangalar, demirden döşekler, taştan sedirlerle; dostların gülleriyle, zalimin zulmüyle tanışmaları gerekecekti.
Mihri Belli’nin ve onun kuşağından olanların -eşi Sevim Belli (Tarı), Şevki Akşit, İlhan Erdost, Sevinç Özgüner…-benim kuşağım için asıl anlamı işte burada, hayatta tutulacak bir yol, kendini feda edeceği bir dava peşinde koşan genç aydına verdikleri esindeydi: Bütün insanlığın ezme ve ezilme ilişkilerinden özgürleşmesi, bir total kurtuluş pratiği, komünizme giden bir devrim, mümkün ve günceldir.
Haklarını yemeyelim, tek parti devrinin hapishane ve işkenceli sorgu merkezlerinden çıkıp gelen; sosyalizmin bilgisini yasaklara rağmen sonraki devrimci kuşaklara, devrimin öznesi emekçiye taşımak için teksir makinelerinde, el ile çalışan matbaalarda çoğaltan, bunun bedelini hayatlarıyla ödeyen, aynı taze devrimci mesajı bugün de bize ileten marşları ve şarkıları yaratan bütün sosyalistlerin 1960’ların ikinci yarısındaki büyük uyanışta payı vardı.
Mihri Belli’nin özgünlüğü ise her günkü mücadeleye devrimci bir bağlam kazandırabileceğiniz bir genel çerçeveyi kurmaya talip olmasında ve elbette en az bunun kadar arkasında sürüklediği pelerininde, özgeçmişindeydi… Mihri Belli 1980 sonrasında İsveç’e sürgüne gidinceye kadar, kendi yaşamı ve deneyimini, öznesi birinci tekil şahıs olan cümlelerle hiç anlatmamıştı kamusal alanda. O kuşak sözüne “ben” diye başlamayı “ayıp”, kendi erdeminden söz etmeyi ise “çok ayıp” sayardı. Kötü ünlü “1951 tevkifatı”nda, Sansaryan Han’daki hücresinde bir yıl boyunca her gün işkence gördüğü halde Mihri Belli’nin “konuşmadı”ğını, aynı tevkifatta mahkemeyle işbirliği yapan Aclan Sayılgan’ın kitaplarından öğrenecektik. Çenesindeki yara izinin Yunanistan iç savaşındaki gerilla mücadelesinden kalma olduğu ise bir söylence olmaya devam edecekti!.. Mihri Belli hapisten çıkmış ve işte bir başka devrime yardımcı olmak için eşiyle birlikte Cezayir’e gitmişti ve şimdi yurduna dönmüştü… Bir başka devrim için. “Devrimin güncelliği”nin bir kişide somutlaşmasının 20’lerindeki militanlar için bundan daha açık ve daha etkileyici bir ifadesi olabilir miydi? Bu somutluğun içinden savunulan bir tezin karşısında durmak çok zordu, herkes için.
96 yılın üstesinden gelmek
Ama gün gelecek Mihri Belli birinci şahsın gözünden Çin Devrimi’nden manzaralar aktarmak zorunda kalacaktı devrimci militanlara. 1970 yazı gelmiş, 15-16 Haziran işçi ayaklanması “devrimin güncelliği” tartışmasını “Milli Demokratik Devrim” karargahının kapılarına dayamıştı. Şimdi “devrimin güncelliği” algısıyla bir “devrim yapma”ya kalkışacak devrimci militanları uyarması gerekiyordu Mihri Belli’nin; bir devrim için “devrimci durum”un olgunlaşmış olması gerekirdi. Mihri Belli yaz tatili günlerinde olunmasına karşın hınca hınç dolu Ankara SBF büyük anfisinde anlatıyordu: “Edgar Snow’un eşiyle aynı gemideyiz, Şanghay limanına vardık. Günde bir tas pirinç için insanlar birbirini yiyor. On iki yaşında kız çocukları fahişelik yapıyor… İşte Çin Devrimi bu arka planda olgunlaştı…” Heyhat, uyarı mesajı onu can kulağıyla dinleyen militanın zihnindeki Mihri Belli imgesinin daha da renklenmesinden başka bir şeye yaramayacaktı: “Mihri Abi, Çin Devrimi’nde de yer almış!”
12 Mart 1971 yarı-askeri darbesiyle devrimci hareketin pratik karşı karşıya gelişi Türkiye sosyalist hareketinin ve Türkiye siyasi topoğrafyasının tamamını değişime uğratırken, Mihri Belli de sosyalist mücadelenin merkezi politik önderliği rolünü kendi okulundan yetişmiş gençlere bırakmaksızın edemezdi.
Ama, hiç değişmeyen mutlak hakikatler de var: Marx ve Lenin’in “devrimin güncelliği”ni vazeden yapıtlarını, Marksizmin devrimci geleneğini Türkiye toprağına taşıyan Mihri Belli ve onun dava arkadaşlarıydı; devrimci mücadelenin yüksek ahlaki standartlarını sonraki kuşaklara aktaranlar da onlardı. 96 yıl yaşamak bir devrimci için çok riskli olabilirdi. Ama Mihri Belli bunun da üstesinden geldi, 96 yıl boyunca davasına sadık kalmayı başardı. Hep Lenin’i Marx’a bağlayan halkaya bağladı kendisini: Devrimin güncelliği!
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ
1960’ların hummalı “devrim stratejisi” tartışmaları içinde Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim”ini “devrimci militan”ın gözünde anlamlı kılan, onun teorik olarak tutarlı bir bütün oluşturup oluşturmadığı değil, devrimi güncel bir süreç olarak kavramamıza yardımcı olan kurgusuydu… O yıllarda devrimin bilgisi henüz “devrimci militan”ın kendi pratiğinin ürünü değildi. Bunun için kendi devrimci eyleminin sonuçlarıyla yüzleşeceği sonraki kırk yılın yaşanması, devrimcilerin kendilerini bekleyen darağaçları, makineli tüfek mermileri, zindanlar, işkence merkezleri, prangalar, demirden döşekler, taştan sedirlerle; dostların gülleriyle, zalimin zulmüyle tanışmaları gerekecekti.
Mihri Belli’nin ve onun kuşağından olanların -eşi Sevim Belli (Tarı), Şevki Akşit, İlhan Erdost, Sevinç Özgüner…-benim kuşağım için asıl anlamı işte burada, hayatta tutulacak bir yol, kendini feda edeceği bir dava peşinde koşan genç aydına verdikleri esindeydi: Bütün insanlığın ezme ve ezilme ilişkilerinden özgürleşmesi, bir total kurtuluş pratiği, komünizme giden bir devrim, mümkün ve günceldir.
Haklarını yemeyelim, tek parti devrinin hapishane ve işkenceli sorgu merkezlerinden çıkıp gelen; sosyalizmin bilgisini yasaklara rağmen sonraki devrimci kuşaklara, devrimin öznesi emekçiye taşımak için teksir makinelerinde, el ile çalışan matbaalarda çoğaltan, bunun bedelini hayatlarıyla ödeyen, aynı taze devrimci mesajı bugün de bize ileten marşları ve şarkıları yaratan bütün sosyalistlerin 1960’ların ikinci yarısındaki büyük uyanışta payı vardı.
Mihri Belli’nin özgünlüğü ise her günkü mücadeleye devrimci bir bağlam kazandırabileceğiniz bir genel çerçeveyi kurmaya talip olmasında ve elbette en az bunun kadar arkasında sürüklediği pelerininde, özgeçmişindeydi… Mihri Belli 1980 sonrasında İsveç’e sürgüne gidinceye kadar, kendi yaşamı ve deneyimini, öznesi birinci tekil şahıs olan cümlelerle hiç anlatmamıştı kamusal alanda. O kuşak sözüne “ben” diye başlamayı “ayıp”, kendi erdeminden söz etmeyi ise “çok ayıp” sayardı. Kötü ünlü “1951 tevkifatı”nda, Sansaryan Han’daki hücresinde bir yıl boyunca her gün işkence gördüğü halde Mihri Belli’nin “konuşmadı”ğını, aynı tevkifatta mahkemeyle işbirliği yapan Aclan Sayılgan’ın kitaplarından öğrenecektik. Çenesindeki yara izinin Yunanistan iç savaşındaki gerilla mücadelesinden kalma olduğu ise bir söylence olmaya devam edecekti!.. Mihri Belli hapisten çıkmış ve işte bir başka devrime yardımcı olmak için eşiyle birlikte Cezayir’e gitmişti ve şimdi yurduna dönmüştü… Bir başka devrim için. “Devrimin güncelliği”nin bir kişide somutlaşmasının 20’lerindeki militanlar için bundan daha açık ve daha etkileyici bir ifadesi olabilir miydi? Bu somutluğun içinden savunulan bir tezin karşısında durmak çok zordu, herkes için.
96 yılın üstesinden gelmek
Ama gün gelecek Mihri Belli birinci şahsın gözünden Çin Devrimi’nden manzaralar aktarmak zorunda kalacaktı devrimci militanlara. 1970 yazı gelmiş, 15-16 Haziran işçi ayaklanması “devrimin güncelliği” tartışmasını “Milli Demokratik Devrim” karargahının kapılarına dayamıştı. Şimdi “devrimin güncelliği” algısıyla bir “devrim yapma”ya kalkışacak devrimci militanları uyarması gerekiyordu Mihri Belli’nin; bir devrim için “devrimci durum”un olgunlaşmış olması gerekirdi. Mihri Belli yaz tatili günlerinde olunmasına karşın hınca hınç dolu Ankara SBF büyük anfisinde anlatıyordu: “Edgar Snow’un eşiyle aynı gemideyiz, Şanghay limanına vardık. Günde bir tas pirinç için insanlar birbirini yiyor. On iki yaşında kız çocukları fahişelik yapıyor… İşte Çin Devrimi bu arka planda olgunlaştı…” Heyhat, uyarı mesajı onu can kulağıyla dinleyen militanın zihnindeki Mihri Belli imgesinin daha da renklenmesinden başka bir şeye yaramayacaktı: “Mihri Abi, Çin Devrimi’nde de yer almış!”
12 Mart 1971 yarı-askeri darbesiyle devrimci hareketin pratik karşı karşıya gelişi Türkiye sosyalist hareketinin ve Türkiye siyasi topoğrafyasının tamamını değişime uğratırken, Mihri Belli de sosyalist mücadelenin merkezi politik önderliği rolünü kendi okulundan yetişmiş gençlere bırakmaksızın edemezdi.
Ama, hiç değişmeyen mutlak hakikatler de var: Marx ve Lenin’in “devrimin güncelliği”ni vazeden yapıtlarını, Marksizmin devrimci geleneğini Türkiye toprağına taşıyan Mihri Belli ve onun dava arkadaşlarıydı; devrimci mücadelenin yüksek ahlaki standartlarını sonraki kuşaklara aktaranlar da onlardı. 96 yıl yaşamak bir devrimci için çok riskli olabilirdi. Ama Mihri Belli bunun da üstesinden geldi, 96 yıl boyunca davasına sadık kalmayı başardı. Hep Lenin’i Marx’a bağlayan halkaya bağladı kendisini: Devrimin güncelliği!
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ
14 Ağustos 2011 Pazar
Sareri Hovin Mernem
Zehra'nın türküsü: "Sareri Hovin Mernem"
Bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacında, pür dikkat Zehra'nın yanık sesini dinliyoruz. Zehra gözlerini kapatmış, " Turnam gidersen Mardin'e/ Turnam yare selam söyle" diyor. Öyle yanık ki sesi, öyle içten söylüyor ki hasretini...
Bir gün, bir trafik kazasında ölüm susturuyor Zehra'nın sesini, nefesini...
Her türkü, yaratıcısının yüklediği anlamını veya anılar zincirini, varsa hikayesini yazar. Bir de bizim için ayrı bir hikaye oluşturur. Çok sevdiğimiz eski bir arkadaşımızın büyülü sesini fısıldar kulaklarımıza, her duyduğumuzda içimize oturur. O an neredeysek her şey değişir ve biz bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacına gider, gözümüzün önünde Zehra, onun yanık sesini dinleriz.
Bir başkasının hafızasında alçak bir katliamın izlerini taşır bazen bir türkü. Ninelerin ağıtları ve çocukların şaşkın bakışlarıyla uğurlanır ölüler. Şehrin taş evlerine çarpar, yankılanır çığlıklar. Bir daha dönmeyeceğini bilmenin çaresizliği yakar yürekleri " Hem kavime hem kardaşa/ Turnam yare selam söyle..."
Ya da bir yıldır görmemiştir sevdalısını bir Ermeni genci ve onun uğruna ölümü bile hiçe sayar, onu gören gözlere hayatını adar. Nasıl bir sevdadır ki bu canından vazgeçirebilir insanı. " Dağların rüzgarına öleyim/ Yarimin boyuna öleyim/ Bir yıldır ki görmemişim/ Görenin gözüne öleyim/ Durmuşum gelemiyorum/ Dolmuşum ağlayamıyorum/ Bir yıldır ki görmemişim/ Görenin gözüne öleyim. "
Bir türkü iki kardeş dilde
Zehra'nın söylediği bu türkünün bir Ermeni türküsü olduğunu öğrendiğimde türkünün anlamı bir kat daha artacaktı benim için. Ne de güzel olacaktı, bir türkü iki kardeş dilde ve tek bir ezgide birleşecekti artık.
Ermeni asıllı İranlı müzisyen Hovannes Badalyan, türküyü saklı bir hazineyken gün ışığına çıkarmış, notaya almış ve halk arasında çokça söylenir hale gelmesini sağlamış.Türküye başka dillerde de söz yazılmış ve hangi millete ait olduğu sıkça tartışılmış.
Bizim olmayana onursuzca sahip çıkmak çirkin bir tutum elbette. Örneğin, Kürt, Ermeni ve Azeri ezgilerinin üzerine söz yazıp TRT arşivlerine geçirilmesi gibi örnekler belleğimizdeki yerini koruyor. Ama şimdilik olaya burdan bakmak yerine, başka bir açıdan bakalım.
Pakrat Estukyanın dediği gibi " Hindistan'dan gelmedi ya bu türkü! " Her iki dilde de hasreti, aşkı anlatmıyor mu? Bunlar kardeş iki halk değil mi? Elbette ki etkileşim yaşayacaklar, elbette ki türküleri iç içe geçecek, karışacak, hatta bazen kime ait olduğu bile belli olmayacak. Bunlar çok normal, tersi bir durum anormal olmaz mıydı? Neden her iki dilde de dinlediğim bu türküden ayrı ayrı haz aldığımda yaşadığım güzelliği yabana atayım? Neden haz almak yerine kavgaya düşeyim? Birilerinin kurnazlıklarının ağına takılarak yaşayacağım güzellikleri görmezden geleyim.
Türküler kimsenin değil ki!
Onlara sahip çıkmak, koruyup kollamak başka, onları hoyratça sahiplenip, üzerinde hak iddia etmek başka.
Türküler kimsenin değil ki!
Onlar bazen deli bir genç kızın rüzgarda sallanan saçlarında, bazen fırtınada mavi beyaz köpüklü dalgaların kıvrımlarında.
Onları tutmak, zincire vurup " sen benim esirimsin! " demek ne mümkün.
Şimdi gözlerimi kapatıyorum.Şu an herşey değişiyor ve ben bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacına gidiyorum. Gözümün önünde Zehra, onun yanık sesini dinliyorum.
Turnam gidersen Mardin'e
Turnam yare selam söyle...
dilek ersoy
Bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacında, pür dikkat Zehra'nın yanık sesini dinliyoruz. Zehra gözlerini kapatmış, " Turnam gidersen Mardin'e/ Turnam yare selam söyle" diyor. Öyle yanık ki sesi, öyle içten söylüyor ki hasretini...
Bir gün, bir trafik kazasında ölüm susturuyor Zehra'nın sesini, nefesini...
Her türkü, yaratıcısının yüklediği anlamını veya anılar zincirini, varsa hikayesini yazar. Bir de bizim için ayrı bir hikaye oluşturur. Çok sevdiğimiz eski bir arkadaşımızın büyülü sesini fısıldar kulaklarımıza, her duyduğumuzda içimize oturur. O an neredeysek her şey değişir ve biz bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacına gider, gözümüzün önünde Zehra, onun yanık sesini dinleriz.
Bir başkasının hafızasında alçak bir katliamın izlerini taşır bazen bir türkü. Ninelerin ağıtları ve çocukların şaşkın bakışlarıyla uğurlanır ölüler. Şehrin taş evlerine çarpar, yankılanır çığlıklar. Bir daha dönmeyeceğini bilmenin çaresizliği yakar yürekleri " Hem kavime hem kardaşa/ Turnam yare selam söyle..."
Ya da bir yıldır görmemiştir sevdalısını bir Ermeni genci ve onun uğruna ölümü bile hiçe sayar, onu gören gözlere hayatını adar. Nasıl bir sevdadır ki bu canından vazgeçirebilir insanı. " Dağların rüzgarına öleyim/ Yarimin boyuna öleyim/ Bir yıldır ki görmemişim/ Görenin gözüne öleyim/ Durmuşum gelemiyorum/ Dolmuşum ağlayamıyorum/ Bir yıldır ki görmemişim/ Görenin gözüne öleyim. "
Bir türkü iki kardeş dilde
Zehra'nın söylediği bu türkünün bir Ermeni türküsü olduğunu öğrendiğimde türkünün anlamı bir kat daha artacaktı benim için. Ne de güzel olacaktı, bir türkü iki kardeş dilde ve tek bir ezgide birleşecekti artık.
Ermeni asıllı İranlı müzisyen Hovannes Badalyan, türküyü saklı bir hazineyken gün ışığına çıkarmış, notaya almış ve halk arasında çokça söylenir hale gelmesini sağlamış.Türküye başka dillerde de söz yazılmış ve hangi millete ait olduğu sıkça tartışılmış.
Bizim olmayana onursuzca sahip çıkmak çirkin bir tutum elbette. Örneğin, Kürt, Ermeni ve Azeri ezgilerinin üzerine söz yazıp TRT arşivlerine geçirilmesi gibi örnekler belleğimizdeki yerini koruyor. Ama şimdilik olaya burdan bakmak yerine, başka bir açıdan bakalım.
Pakrat Estukyanın dediği gibi " Hindistan'dan gelmedi ya bu türkü! " Her iki dilde de hasreti, aşkı anlatmıyor mu? Bunlar kardeş iki halk değil mi? Elbette ki etkileşim yaşayacaklar, elbette ki türküleri iç içe geçecek, karışacak, hatta bazen kime ait olduğu bile belli olmayacak. Bunlar çok normal, tersi bir durum anormal olmaz mıydı? Neden her iki dilde de dinlediğim bu türküden ayrı ayrı haz aldığımda yaşadığım güzelliği yabana atayım? Neden haz almak yerine kavgaya düşeyim? Birilerinin kurnazlıklarının ağına takılarak yaşayacağım güzellikleri görmezden geleyim.
Türküler kimsenin değil ki!
Onlara sahip çıkmak, koruyup kollamak başka, onları hoyratça sahiplenip, üzerinde hak iddia etmek başka.
Türküler kimsenin değil ki!
Onlar bazen deli bir genç kızın rüzgarda sallanan saçlarında, bazen fırtınada mavi beyaz köpüklü dalgaların kıvrımlarında.
Onları tutmak, zincire vurup " sen benim esirimsin! " demek ne mümkün.
Şimdi gözlerimi kapatıyorum.Şu an herşey değişiyor ve ben bir köy avlusunun uçuruma bakan yamacına gidiyorum. Gözümün önünde Zehra, onun yanık sesini dinliyorum.
Turnam gidersen Mardin'e
Turnam yare selam söyle...
dilek ersoy
9 Temmuz 2011 Cumartesi
Bir ayna karşısında duranı yansıtır.
En ucuza getirilmiş aşk, bedelini bir başkasının ödediği aşktır. Öyle bir aşk da ucuzdur doğrusu…
Beyaz bir akdeniz evinin duvarında, kanatlarını kaşırken –bir insanoğlunun ölücül bir hareketi- elini kaldırdığı anda, o ele yakalanmadan kaçabilen bir böcek. Sinekler… Üç yüz altmış derece görüş açısına sahiptirler. Yani biz insanoğlunun tabiriyle arkalarını da görürler.
Kıskanılacak bir durum olabilir. Kimbilir nasıl olurdu dünya, arkamızıda görebilseydik?
Geri kalmış ülkelerde açlıktan ölmek üzere olan insanların ağızlarının, gözlerinin içinde görürüz onları. Gelişmiş ülkelerin sefalet simgeleridir bunlar. Bir “nezaman bitecek bu sömürü” sorusudur. Onlar, aklın herzaman işe yaramayacağı gerçeğinin somutlaştırılmış örneğidir. İnsanoğlu doğadaki en zeki canlı olsada bir sinek kadar kolaylaştıramadıktan sonra hayatını bu neye yarar ki?
Belki de bir sinek kadar mutlu olmak vardı, mutluluk diye bir düşünce olmasaydı. Eğer düşünceyse yaşam, güçse ve soluksa ve yokluğu ölümse düşüncenin, öyleyse ben mutlu bir sineğim.
İster yaşayayım, ister öleyim.
(anlamaya başlamanın ilk belirtilerinden biri, ölme isteğidir.)
Beyaz bir akdeniz evinin duvarında, kanatlarını kaşırken –bir insanoğlunun ölücül bir hareketi- elini kaldırdığı anda, o ele yakalanmadan kaçabilen bir böcek. Sinekler… Üç yüz altmış derece görüş açısına sahiptirler. Yani biz insanoğlunun tabiriyle arkalarını da görürler.
Kıskanılacak bir durum olabilir. Kimbilir nasıl olurdu dünya, arkamızıda görebilseydik?
Geri kalmış ülkelerde açlıktan ölmek üzere olan insanların ağızlarının, gözlerinin içinde görürüz onları. Gelişmiş ülkelerin sefalet simgeleridir bunlar. Bir “nezaman bitecek bu sömürü” sorusudur. Onlar, aklın herzaman işe yaramayacağı gerçeğinin somutlaştırılmış örneğidir. İnsanoğlu doğadaki en zeki canlı olsada bir sinek kadar kolaylaştıramadıktan sonra hayatını bu neye yarar ki?
Belki de bir sinek kadar mutlu olmak vardı, mutluluk diye bir düşünce olmasaydı. Eğer düşünceyse yaşam, güçse ve soluksa ve yokluğu ölümse düşüncenin, öyleyse ben mutlu bir sineğim.
İster yaşayayım, ister öleyim.
(anlamaya başlamanın ilk belirtilerinden biri, ölme isteğidir.)
3 Temmuz 2011 Pazar
Sincan'daki öğrenciden rektörüne mektup
"Uğur Hocam, merhaba,
Bugün bir öğrenciniz cezaevinde, bundan haberiniz var mı? Ben Uluslararası İlişkiler 2. sınıf öğrencisi Can Kaya. Hatırlarsınız birkaç kez görüşmüştük.
Bugün Öğrenci Kolektifleri "terör örgütüne" üye olduğum şüphesiyle tutukluyum. Hatırlayın hocam, ne yapmıştı Öğrenci Kolektifleri?
Her geçen gün daha da büyük bir eziyet haline gelen ulaşım sorunu için otobüslere kart basmadan binme eylemi yapmıştı Beytepe'de. Bu konuyu konuştuğumuzda, aynı eylemi sizin de üniversite yıllarında Sıhhiye'de yaptığınızı söylemiştiniz.
Parasız eğitim istemişti Öğrenci Kolektifleri. Bugün üniversitelerimizde beslenmeden barınmaya, ulaşıma ve hatta aldığımız eğitime kadar her şey paraya tahvil edilmiş durumda, değil mi? Bugün üniversite öğrencilerinin bin bir güçlükle okuduğunu ve hatta kat kat fazlasının da okuyamadığını ikimizde çok iyi biliyoruz.
Üniversitelerde söz, yetki ve karar hakkını talep etti Öğrenci Kolektifleri. Eminim ki; en basit örneği olarak rektörlük seçimlerinde öğrencilerin oy hakkını bırakın, görüş bildirme hakkının dahi olması sizi rahatsız ediyordur.
"Üniversiteler ticarethane, üniversiteliler müşteri değildir" dedi Öğrenci Kolektifleri. Üniversiteyi piyasalaştırma/ üniversiteliyi müşterileştirme ataklarına karşı mücadele etti. Siz söyleyin hocam, Hacettepe Üniversitesi devletten alması gereken maddi kaynağı kendi bulmaya kalkarsa ne olur? Bir üniversite ticarethane gibi işletilebilir mi? YÖK Başkanı'nın dediği gibi, rektör seçilecek kişilerin alanlarında yetkin olması mıdır önemli olan, yoksa "bir işletmeci zekasına sahip olmaları" mı?
"Okumuş İnsan Halkın Yanındadır" diyerek yaz aylarında yoksul mahallere gitti Öğrenci Kolektifleri. Orada, yoksulluk sebebiyle dersaneye gidemeyen, cemaatlerin kucağına itilen çocuklara umut oldu. O çocukların gözlerindeki ışıltıyı tahmin edebiliyor musunuz hocam? Yazın toplayabileceğim onlarca sertifikadan çok daha değerlidir o çocukların gülümsemesi, "parasız eğitim böyle olur" diyebilmesi. Üniversiteli olmanın yüklediği sorumluluğu ben orada anladım hocam. O çocukların ailelerinin bize bakışlarıyla fark ettim. Bizden ne çok şey beklediklerini, omuzlarımızdaki yükün ağırlığını, geleceğin aydın insanı olmanın ne demek olduğunu o yoksul mahallelerde gördüm.
Hopa'da yaşanan vahşete sessiz kalmadı Öğrenci Kolektifleri, Metin Hoca'nın 'üzerinde durma gereği duydu.' Bir emekli öğretmen gaz bombalarının altında can verdi hocam. Bilir misiniz gaz bombasını? O gaz bulutunun altında kaldınız mı hiç? Nefes alamadan, etrafınızı görmeden, hareket dahi edemeden orada kalmak nedir, bilir misiniz? Sizce polis elini uzatıp sizi yakalabilecek kadar yakınken size, neden ateşler o gaz bombası tüfeğini kalabalığın tam da ortasına? Torba yasayı protesto eyleminde bir kadının kafasına isabet eden gaz bombasıyla yaralandığını hatırlıyor musunuz? Tıpçısınız hocam, bir insanın kafasının çatlaması nedir, anlatır mısınız hocam?
Bir kadının, Dilşat Aktaş'ın saatlerce tekmelenmesi ne demek hocam? Bir insanın kalça kemiğini kırıp, onu aylarca yatağa mahkum eden polisin insanlığından söz edebilir misiniz?
Ben, bu "terör örgütüne" üye olduğum gerekçesiyle tutuklandım hocam. Bahsettiğim terör eylemlerine katılmışım. 18 Haziran'dan beri Sincan F Tipi Cezaevi'nde yatıyorum. 15 Haziran'da evimi basan polis, ders kitaplarıma kadar topladı. Dışarıdayken koltuğumun altına kıstırıp, dersime girdiğim kitaplardan birkaçı iddianamede "örgüt üyeliğine kanıt" olarak geçiyor şimdi.
Bir öğrenciniz, üstelik aynı masanın etrafında oturup, çay içtiğiniz, okulun sorunlarını tartıştığınız bir öğrenciniz bugün cezaevinde. Adına F tipi denilen tecritte.
Sizden destek bekliyorum hocam. Üniversitemin rektöründen, özgür düşüncelerin yeşerebileceği yegane yer olan üniversitemden, hocalarımdan destek bekliyorum.
Giydiğiniz cübbelerin hakkını vermenizi bekliyorum hocam. Bir akademisyene yakıştığı gibi, öğrencinize sahip çıkmanızı bekliyorum. Bir akademisyenin görevi sadece öğrencilerini ileride atılacakları mesleğe hazırlamak mıdır? Üniversiteler kalifiye eleman mı yetiştirir? Yoksa üniversite dediğimiz olguyu oluşturan şeylerin başında demokrasi ve özgürlük kavramları mı gelir?
John Stuart Mill'in sözünü aklınıza getirin hocam: "Üniversitenin ne olmadığı konusunda genel bir anlaşma var. Mesleki bir eğitim yeri değildir.Üniversiteler insanlara hayatlarını belli bir biçimde kazanmalarını sağlayacak bilgileri öğretmekle yükümlü değildirler. Amaçları maharetli hukukçular, fizikçiler ya da mühendisler çıkarmak değil, yetenekli ve muktedir beşeri varlıklar yetiştirmektir."
Öyle sanıyorum ki; sizinle ittifak halindeyizdir, üniversitenin toplumsal misyonu konusunda.
Bu davada yargılanan üniversitenin, üniversite gençliğinin talepleridir hocam. Bu davanın sanığı tüm bir gençliktir. Tutsak edilmeye çalışılan yalnızca ben değilim, yalnızca arkadaşlarım değil, tüm bir üniversite!
Yanımızda olun hocam bu davada. "Parasız eğitim isteyen gençleri destekliyorum" deyin, "Okumuş insanların yanındayım" deyin. Sizden destek bekliyorum hocam. Bir öğrenciniz olarak "öğrencimin yanındayım" demenizi bekliyorum.
Özgür günlerde görüşmek dileğiyle..
Can Kaya
Hacettepe Üniversitesi öğrencisi"
Bugün bir öğrenciniz cezaevinde, bundan haberiniz var mı? Ben Uluslararası İlişkiler 2. sınıf öğrencisi Can Kaya. Hatırlarsınız birkaç kez görüşmüştük.
Bugün Öğrenci Kolektifleri "terör örgütüne" üye olduğum şüphesiyle tutukluyum. Hatırlayın hocam, ne yapmıştı Öğrenci Kolektifleri?
Her geçen gün daha da büyük bir eziyet haline gelen ulaşım sorunu için otobüslere kart basmadan binme eylemi yapmıştı Beytepe'de. Bu konuyu konuştuğumuzda, aynı eylemi sizin de üniversite yıllarında Sıhhiye'de yaptığınızı söylemiştiniz.
Parasız eğitim istemişti Öğrenci Kolektifleri. Bugün üniversitelerimizde beslenmeden barınmaya, ulaşıma ve hatta aldığımız eğitime kadar her şey paraya tahvil edilmiş durumda, değil mi? Bugün üniversite öğrencilerinin bin bir güçlükle okuduğunu ve hatta kat kat fazlasının da okuyamadığını ikimizde çok iyi biliyoruz.
Üniversitelerde söz, yetki ve karar hakkını talep etti Öğrenci Kolektifleri. Eminim ki; en basit örneği olarak rektörlük seçimlerinde öğrencilerin oy hakkını bırakın, görüş bildirme hakkının dahi olması sizi rahatsız ediyordur.
"Üniversiteler ticarethane, üniversiteliler müşteri değildir" dedi Öğrenci Kolektifleri. Üniversiteyi piyasalaştırma/ üniversiteliyi müşterileştirme ataklarına karşı mücadele etti. Siz söyleyin hocam, Hacettepe Üniversitesi devletten alması gereken maddi kaynağı kendi bulmaya kalkarsa ne olur? Bir üniversite ticarethane gibi işletilebilir mi? YÖK Başkanı'nın dediği gibi, rektör seçilecek kişilerin alanlarında yetkin olması mıdır önemli olan, yoksa "bir işletmeci zekasına sahip olmaları" mı?
"Okumuş İnsan Halkın Yanındadır" diyerek yaz aylarında yoksul mahallere gitti Öğrenci Kolektifleri. Orada, yoksulluk sebebiyle dersaneye gidemeyen, cemaatlerin kucağına itilen çocuklara umut oldu. O çocukların gözlerindeki ışıltıyı tahmin edebiliyor musunuz hocam? Yazın toplayabileceğim onlarca sertifikadan çok daha değerlidir o çocukların gülümsemesi, "parasız eğitim böyle olur" diyebilmesi. Üniversiteli olmanın yüklediği sorumluluğu ben orada anladım hocam. O çocukların ailelerinin bize bakışlarıyla fark ettim. Bizden ne çok şey beklediklerini, omuzlarımızdaki yükün ağırlığını, geleceğin aydın insanı olmanın ne demek olduğunu o yoksul mahallelerde gördüm.
Hopa'da yaşanan vahşete sessiz kalmadı Öğrenci Kolektifleri, Metin Hoca'nın 'üzerinde durma gereği duydu.' Bir emekli öğretmen gaz bombalarının altında can verdi hocam. Bilir misiniz gaz bombasını? O gaz bulutunun altında kaldınız mı hiç? Nefes alamadan, etrafınızı görmeden, hareket dahi edemeden orada kalmak nedir, bilir misiniz? Sizce polis elini uzatıp sizi yakalabilecek kadar yakınken size, neden ateşler o gaz bombası tüfeğini kalabalığın tam da ortasına? Torba yasayı protesto eyleminde bir kadının kafasına isabet eden gaz bombasıyla yaralandığını hatırlıyor musunuz? Tıpçısınız hocam, bir insanın kafasının çatlaması nedir, anlatır mısınız hocam?
Bir kadının, Dilşat Aktaş'ın saatlerce tekmelenmesi ne demek hocam? Bir insanın kalça kemiğini kırıp, onu aylarca yatağa mahkum eden polisin insanlığından söz edebilir misiniz?
Ben, bu "terör örgütüne" üye olduğum gerekçesiyle tutuklandım hocam. Bahsettiğim terör eylemlerine katılmışım. 18 Haziran'dan beri Sincan F Tipi Cezaevi'nde yatıyorum. 15 Haziran'da evimi basan polis, ders kitaplarıma kadar topladı. Dışarıdayken koltuğumun altına kıstırıp, dersime girdiğim kitaplardan birkaçı iddianamede "örgüt üyeliğine kanıt" olarak geçiyor şimdi.
Bir öğrenciniz, üstelik aynı masanın etrafında oturup, çay içtiğiniz, okulun sorunlarını tartıştığınız bir öğrenciniz bugün cezaevinde. Adına F tipi denilen tecritte.
Sizden destek bekliyorum hocam. Üniversitemin rektöründen, özgür düşüncelerin yeşerebileceği yegane yer olan üniversitemden, hocalarımdan destek bekliyorum.
Giydiğiniz cübbelerin hakkını vermenizi bekliyorum hocam. Bir akademisyene yakıştığı gibi, öğrencinize sahip çıkmanızı bekliyorum. Bir akademisyenin görevi sadece öğrencilerini ileride atılacakları mesleğe hazırlamak mıdır? Üniversiteler kalifiye eleman mı yetiştirir? Yoksa üniversite dediğimiz olguyu oluşturan şeylerin başında demokrasi ve özgürlük kavramları mı gelir?
John Stuart Mill'in sözünü aklınıza getirin hocam: "Üniversitenin ne olmadığı konusunda genel bir anlaşma var. Mesleki bir eğitim yeri değildir.Üniversiteler insanlara hayatlarını belli bir biçimde kazanmalarını sağlayacak bilgileri öğretmekle yükümlü değildirler. Amaçları maharetli hukukçular, fizikçiler ya da mühendisler çıkarmak değil, yetenekli ve muktedir beşeri varlıklar yetiştirmektir."
Öyle sanıyorum ki; sizinle ittifak halindeyizdir, üniversitenin toplumsal misyonu konusunda.
Bu davada yargılanan üniversitenin, üniversite gençliğinin talepleridir hocam. Bu davanın sanığı tüm bir gençliktir. Tutsak edilmeye çalışılan yalnızca ben değilim, yalnızca arkadaşlarım değil, tüm bir üniversite!
Yanımızda olun hocam bu davada. "Parasız eğitim isteyen gençleri destekliyorum" deyin, "Okumuş insanların yanındayım" deyin. Sizden destek bekliyorum hocam. Bir öğrenciniz olarak "öğrencimin yanındayım" demenizi bekliyorum.
Özgür günlerde görüşmek dileğiyle..
Can Kaya
Hacettepe Üniversitesi öğrencisi"
30 Haziran 2011 Perşembe
film gösterimi
belgesel film gösterimi
kol kola yürüdük
ama onun dokunuşunu hissetmedim
arzu, ilk saklamayı denemiş olduğum şeydi
içerideki o karıncalanma gitmişti
ve bana sorduğunda, beni hala seviyor musun? diye
yüzümü yana çevirdim
ona söylemek istemedim
"kalbim, her günle daha da soğuk büyür"
çok uzun zaman sevdiğinde
heyecanın gitmiş olur
ve geceleyinki öpücüklerin
gözyaşlarıyla değiştirildi
ve rüyalarında
enkaz şehrini eğitmek için bir trendesin
şimdi sana soruyorum
bir kız ne yapmak içindir ki?
beni alıp götüreceğini söyledi
bişeyleri çözebileceğimizi
ve ona söylemek istemedim
ama bundan sonra söylemeliydim
zamanında çok şey paylaştık
hepsi karartıldı
ve yarasamın yıldırım kalbi
uzaklara uçmak ister
çok uzun zaman sevdiğinde
heyecanın gitmiş olur
ve geceleyinki öpücüklerin
gözyaşlarıyla değiştirildi
ve rüyalarında
enkaz şehrini eğitmek için bir trendesin
şimdi sana soruyorum
bir kız ne yapmak içindir ki?
ama onun dokunuşunu hissetmedim
arzu, ilk saklamayı denemiş olduğum şeydi
içerideki o karıncalanma gitmişti
ve bana sorduğunda, beni hala seviyor musun? diye
yüzümü yana çevirdim
ona söylemek istemedim
"kalbim, her günle daha da soğuk büyür"
çok uzun zaman sevdiğinde
heyecanın gitmiş olur
ve geceleyinki öpücüklerin
gözyaşlarıyla değiştirildi
ve rüyalarında
enkaz şehrini eğitmek için bir trendesin
şimdi sana soruyorum
bir kız ne yapmak içindir ki?
beni alıp götüreceğini söyledi
bişeyleri çözebileceğimizi
ve ona söylemek istemedim
ama bundan sonra söylemeliydim
zamanında çok şey paylaştık
hepsi karartıldı
ve yarasamın yıldırım kalbi
uzaklara uçmak ister
çok uzun zaman sevdiğinde
heyecanın gitmiş olur
ve geceleyinki öpücüklerin
gözyaşlarıyla değiştirildi
ve rüyalarında
enkaz şehrini eğitmek için bir trendesin
şimdi sana soruyorum
bir kız ne yapmak içindir ki?
13 Haziran 2011 Pazartesi
9 Haziran 2011 Perşembe
3.mektup
Samimiyetini yitirdiğinde, elleri çenesinde kalakalmıştı. Neyi neden yaptığını sorgular gibiydi. Geçmiş ve gelecek hesaplaması seriliydi önünde. Elini dahi kaldıramıyor, öylece bakıyordu. Ne yitirdikleri ne de yeni gelenler ruhuna dokunamıyordu…
Zamanın derinliklerinden bir kadınla karşılaşmıştı, terk etmeye niyetlendiği yolun sonunda… Bir gece öylece, sanki onca zaman yitirmemiş gibi duyguları…
Kadeh tokuşturup, salya sümük olup, sıkıca sarılıp kendine ayakta kalmayı zorladı…
Ne olursa olsun sonunda yine hayata kalıyor gibiydi.
Ölümden uzak. Yaşamaya dalıyor…
Kimi eksik, kimi fazla.
Kimi yalan, kimi gerçek,o yine kendine kalıyordu.
Zamanın derinliklerinden bir kadınla karşılaşmıştı, terk etmeye niyetlendiği yolun sonunda… Bir gece öylece, sanki onca zaman yitirmemiş gibi duyguları…
Kadeh tokuşturup, salya sümük olup, sıkıca sarılıp kendine ayakta kalmayı zorladı…
Ne olursa olsun sonunda yine hayata kalıyor gibiydi.
Ölümden uzak. Yaşamaya dalıyor…
Kimi eksik, kimi fazla.
Kimi yalan, kimi gerçek,o yine kendine kalıyordu.
5 Haziran 2011 Pazar
2. Mektup
Hava soğuk ve durgun. Yıldızlarlarla dolu bir gökyüzü başımın üzerinde… Kayalıkların en uç noktasına yürüdüm ve orada durup sigaramı içtim. Uzaktan kentin iç kısımlarının ışıkları görünüyor. Bir başka dünya, yabancı bir gezegen gibi şimdi kent.
Eve gelince uyku tutmadı. Bir şişe şarap açtım, salonun bir ucundan öbür ucuna yürüyor, bir yandan da şarabımdan iri iri yudumlar alıyordum. Kendi kendime, daha doğrusu duvarlarla konuşmaya başladım. Bütün şişeyi devirdikten sonra ikincisini açtım.
Dışarısı hala zifiri karanlık, ufuk çizgisi bir santim bile aydınlanmamış. Bana öyle geliyor ki, ben ortalığı bir düzene sokana dek de doğmayacak güneş.
Eve gelince uyku tutmadı. Bir şişe şarap açtım, salonun bir ucundan öbür ucuna yürüyor, bir yandan da şarabımdan iri iri yudumlar alıyordum. Kendi kendime, daha doğrusu duvarlarla konuşmaya başladım. Bütün şişeyi devirdikten sonra ikincisini açtım.
Dışarısı hala zifiri karanlık, ufuk çizgisi bir santim bile aydınlanmamış. Bana öyle geliyor ki, ben ortalığı bir düzene sokana dek de doğmayacak güneş.
4 Haziran 2011 Cumartesi
1.Mektup
Seni düşünüyorum! Hep düşünüyorum! Ev boş ve terk edilmiş... Ancak geçmiş sohbetlerimizden replikler çalınıyor kulağıma. Görüntüler var...
Zamanın dairesel bir döngü olduğunu düşünüyorum, çağdaş kültürümüzde kabul gördüğü gibi doğrusal değil yani! Her şey aynı anda ve hep birlikte meydana geliyor ve renkler, biçimler, duygular, rüyalar ve sesli izlenimlerden oluşan dev bir tablo biçiminde tekrar ediyor. Bunu böyle kabul ettiğimizde hala eski masum çocuklar olmaya devam ediyoruz ve ölümü, idrak yüzeyinin altında kalan bir deneyim olarak içimizde yaşatıyoruz.
Saatler boyu pencerenin önünde oturup bahçede ki ağaçları seyrettiğim oluyor. Dallar rüzgarda salınıyor. Bu görüntüde hipnotize eden, geride yatan, başka bir şeye doğru çeken bir güç var. Bir gerçeklik içinde kulaç atıyoruz ama bu aslında bizim fiziki gerçeklik olarak kavradığımız şeyin, sınırsız bütünün yalnızca bir parçası, bir mızrağın en uç noktası... Bütün yaptıklarımız ve bütün düşüncelerimiz gerçeğin yalnızca bir yansıması.
Sen artık konuşmaktan vazgeçtin. Evet, tamam. Demek ki suskunluğun, içindeki kilitli odalardan gelen bir çeşit yankı... Seni anlayamıyorum, belkide hiç anlayamadım...
Beş duyumuzla algılayamadığımız bir şeyler var bizim dışımızda, hem bana hem de sana aynı uyarıları gönderen...
Mektubuma cevap vermeyeceğini bildiğimden, cevap yaz demiyorum. Ancak arada sırada buraları da bir düşün, e mi?
Zamanın dairesel bir döngü olduğunu düşünüyorum, çağdaş kültürümüzde kabul gördüğü gibi doğrusal değil yani! Her şey aynı anda ve hep birlikte meydana geliyor ve renkler, biçimler, duygular, rüyalar ve sesli izlenimlerden oluşan dev bir tablo biçiminde tekrar ediyor. Bunu böyle kabul ettiğimizde hala eski masum çocuklar olmaya devam ediyoruz ve ölümü, idrak yüzeyinin altında kalan bir deneyim olarak içimizde yaşatıyoruz.
Saatler boyu pencerenin önünde oturup bahçede ki ağaçları seyrettiğim oluyor. Dallar rüzgarda salınıyor. Bu görüntüde hipnotize eden, geride yatan, başka bir şeye doğru çeken bir güç var. Bir gerçeklik içinde kulaç atıyoruz ama bu aslında bizim fiziki gerçeklik olarak kavradığımız şeyin, sınırsız bütünün yalnızca bir parçası, bir mızrağın en uç noktası... Bütün yaptıklarımız ve bütün düşüncelerimiz gerçeğin yalnızca bir yansıması.
Sen artık konuşmaktan vazgeçtin. Evet, tamam. Demek ki suskunluğun, içindeki kilitli odalardan gelen bir çeşit yankı... Seni anlayamıyorum, belkide hiç anlayamadım...
Beş duyumuzla algılayamadığımız bir şeyler var bizim dışımızda, hem bana hem de sana aynı uyarıları gönderen...
Mektubuma cevap vermeyeceğini bildiğimden, cevap yaz demiyorum. Ancak arada sırada buraları da bir düşün, e mi?
3 Haziran 2011 Cuma
gece defteri

Rüyamda O’nunla Mersin boyunca yürüyorduk. Sonbahardı, çürümekte olan yapraklar ekşimsi kokuyor, çıplak siyah ağaçlardan sular damlıyordu. O’ nu elinden tutmuş götürüyordum. Ayağımda bir çift kocaman lastik çizme vardı. Bunu pek düşünmemiştim ama biliyordum ki – hani düşlerde hep olur ya hissedersin ve bilirsin- ayağımdakiler babamın çizmeleriydi. Uzağa, uzak uzak yerlere gidiyorduk; karanlık, ürkütücü, tanımlanamayan ama içimi buran sevimsiz bir şeyden uzaklaşıyorduk. Sonra neredeyse denizin içine kadar uzanan o ulu ağaçlardan birinin altında durduk. Aramızda bir konuşma geçmedi. Ama O çişini yapacaktı, patikaya döndü ve işedi. Ve ben –ne kadar da mantıksız!- birden tepedeki dallardan birine asılı, sallanıyor halde buldum kendimi ve bilincim gövdemden daha yukarı bir yerde duruyordu. Kocaman çizmelerimi görebiliyordum tepeden, çizmeler havada sallanıyor ama yere düşmüyordu. Yağmur yağıyordu, karanlıktı. O ileride durmuş çişini yapıyordu. O zaman köpekleri duydum işte. Yaklaşıyorlar ve hevesle havlıyorlardı, kocaman köpeklerdi bunlar, dev gibi ağızları vardı. O eridi ve kayboldu birden.
Sonra çamurda ilerleyen bir eski zaman arabasının tekerleklerinin sesini duydum. Demir kasnağa geçirilmiş ahşap tekerler, yumuşak çamurun içinde dönmeye çalışıyor, bir yandan da şlap şlup diye sesler çıkarıyordu. Bir şey görür gibi oldum, içime girip, sonra dışarı çıkan bir şey. Sonra tekerlekler, toprağa çarpan su, toprağa çarpıp içine nüfuz eden su. Bir arabacı gördüm, hayır sezinledim, yüzü olmayan bir adam, elinde kırbaç, başı öne eğik yaşlı ve yorgun bir at, koşulduğu araba parçalanmış, ben orada şıpır şıpır bu ıslaklığın ortasında kıpırtısız ve bembeyaz yatıyorum. Uzakta bir yerlerde köpekler var. O kaybolmuş. Babamın boşlukta sallanan lastik çizmelerine bakıyorum, daha da aşağılara kendime bakıyorum. Feci bir şey olmuş olmalı, sanki birisi beni almaya gelmiş gibi, birisi…
Uyandım. Yok hayır kendi kendimi uyandırdım. Bir an için nerede olduğumu bilemedim. Alışmış olduğumdan farklı kokular duyuyordum. Ekşi ekşi ter kokuyordu, çarşaflar sırılsıklam olmuştu terden. Yatağın içinde doğruldum. Her şey yavaş yavaş yerine oturmaya başlıyordu. Tekrar yatağa gömüldüm. Sızdım, uyandım, sızdım, uyandım. İki dünya arasında sırt üstü yüzmekteydim!
Sonra dışarı çıktım.
Sabah olmuştu. Beyaz zeminde siyah izler vardı.
Bir köpek, belki de bir tilki geçmişti hayatımdan, bir insan değil...
1 Haziran 2011 Çarşamba
istediğini ikinci kez yaptım:)
Zaman düşer, ellerimden yere,
Oradan tahtaboşa.
Saatler çalışır izinsiz, hep bir sonraya.
Resimler sarı güneşsizlikten, duygular değişir...
Dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına.
Ve sen, ben, değirmenlere karşı bile bile birer yitik savaşçı,
Akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle...
Uçurma uçar, sözlüğümden, geri gelmeyecek bir kuş.
Yaşanmamış kırıntılar, sadece bir düş.
Zaman düşer, ellerimden yere,
Oradan tahtaboşa.
Saatler çalışır izinsiz, hep bir sonraya.
Ve sen, ben, değirmenlere karşı bile bile birer yitik savaşçı,
Akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle...
Oradan tahtaboşa.
Saatler çalışır izinsiz, hep bir sonraya.
Resimler sarı güneşsizlikten, duygular değişir...
Dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına.
Ve sen, ben, değirmenlere karşı bile bile birer yitik savaşçı,
Akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle...
Uçurma uçar, sözlüğümden, geri gelmeyecek bir kuş.
Yaşanmamış kırıntılar, sadece bir düş.
Zaman düşer, ellerimden yere,
Oradan tahtaboşa.
Saatler çalışır izinsiz, hep bir sonraya.
Ve sen, ben, değirmenlere karşı bile bile birer yitik savaşçı,
Akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle...
istediğini yaptım:)
Yine resmin duvarda
Geceler yine sensiz
Gönlümde üç kurşun sevdalı
Saatler yine sensiz
Eski bir şarkı bu
Tarihin kaderinde
Ne güzel aşk yaşamıştık
Akdenizde Egede
Ah, nerdesin, seni unutamıyorum!
Geceler yine sensiz
Gönlümde üç kurşun sevdalı
Saatler yine sensiz
Eski bir şarkı bu
Tarihin kaderinde
Ne güzel aşk yaşamıştık
Akdenizde Egede
Ah, nerdesin, seni unutamıyorum!
30 Mayıs 2011 Pazartesi
ya...!
Ben onun dert ortağıydım. Yalancı bir dert ortağı! Herşey iyiye gidecek derdim.
İyiye gitmiyor herşey. Bir şarampolde ya da bir akıl hastanesinde bitiyor. Sidik ve dışkıya batarak bitiyor, insan acı ve çaresizlik içinde haykırırken bitiyor ve geçirdiği her iyi günden nefret edecek hale geliyor; zira o iyi günlerin anısı bile alınıyor ellerinden.
İnsan çocuk olarak emekler, küreğiyle toprağı kazar yada top oynarken, bir başka yerde bir başka çocuk da aynı şeyleri yapıyor. O başka çocuk günün birinde seni mahvedecek yada mutluluktan havalara uçuracak. Veya tam tersi. Bu başka çocuğu sen öldüreceksin bir gün; ya da birlikte yaşamayı öğreneceksin.
ya "cennete" gidemezsek?
ya bir hayatın tamamını yaşamak zorunda kalırsak bu dünyada?
İyiye gitmiyor herşey. Bir şarampolde ya da bir akıl hastanesinde bitiyor. Sidik ve dışkıya batarak bitiyor, insan acı ve çaresizlik içinde haykırırken bitiyor ve geçirdiği her iyi günden nefret edecek hale geliyor; zira o iyi günlerin anısı bile alınıyor ellerinden.
İnsan çocuk olarak emekler, küreğiyle toprağı kazar yada top oynarken, bir başka yerde bir başka çocuk da aynı şeyleri yapıyor. O başka çocuk günün birinde seni mahvedecek yada mutluluktan havalara uçuracak. Veya tam tersi. Bu başka çocuğu sen öldüreceksin bir gün; ya da birlikte yaşamayı öğreneceksin.
ya "cennete" gidemezsek?
ya bir hayatın tamamını yaşamak zorunda kalırsak bu dünyada?
18 Mayıs 2011 Çarşamba
Şeytan'a Övgü Notları 1...
İyilik -fazla mütevazi bir kelime-
bunu sevmiyorum, bunun için hareket etmeyi sevmiyorum, ilgiyi ve şevkati hiç...
sırtım kaşınıyor ve alnımda...
sırtımın kaşınmasını sevmiyorum,alnımda ki acı daha çok hoşuma gidiyor...
az bir zaman kaldı!evet, evet çok az zaman sonra...
ya kanatlarla (ve bundan korkuyorum)
ya da... (ve bu en anlamlısı olur)
neyse...
söyleyip de büyüsünü bozmak istemiyorum!
bunu sevmiyorum, bunun için hareket etmeyi sevmiyorum, ilgiyi ve şevkati hiç...
sırtım kaşınıyor ve alnımda...
sırtımın kaşınmasını sevmiyorum,alnımda ki acı daha çok hoşuma gidiyor...
az bir zaman kaldı!evet, evet çok az zaman sonra...
ya kanatlarla (ve bundan korkuyorum)
ya da... (ve bu en anlamlısı olur)
neyse...
söyleyip de büyüsünü bozmak istemiyorum!
Godot'u Beklerken...
VLADIMIR -
Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım!(Bir an, şiddetle)
Fırsat varken bir şeyler yapalım!
Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor.
Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar.
Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapalirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş!
Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz.
Çok geç olmadan bundan yararlanalım!
Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin? (Estragon hiçbir şey söylemez)
Kollarımızı kavuşturup yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize kötülük etmediğimiz doğru.
Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner.
Ama sorun bu değil.
Sorun burada ne yaptığımız.
Ve cevabı bildiğimiz için mutluyuz.
Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin olan tek bir şey var.
Godot'nun gelmesini bekliyoruz.
Ya da gecenin çökmesini.
(Bir an)
Buluşacağımız yere saatinde geldik ve bu da sonu işte.
Aziz değiliz ama bu da sonu işte.
Aziz değiliz ama buluşacağımız yere saatinde geldik.
Kaç insan böyle bir şeyle övünebilir?
Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım!(Bir an, şiddetle)
Fırsat varken bir şeyler yapalım!
Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor.
Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar.
Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapalirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş!
Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz.
Çok geç olmadan bundan yararlanalım!
Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin? (Estragon hiçbir şey söylemez)
Kollarımızı kavuşturup yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize kötülük etmediğimiz doğru.
Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner.
Ama sorun bu değil.
Sorun burada ne yaptığımız.
Ve cevabı bildiğimiz için mutluyuz.
Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin olan tek bir şey var.
Godot'nun gelmesini bekliyoruz.
Ya da gecenin çökmesini.
(Bir an)
Buluşacağımız yere saatinde geldik ve bu da sonu işte.
Aziz değiliz ama bu da sonu işte.
Aziz değiliz ama buluşacağımız yere saatinde geldik.
Kaç insan böyle bir şeyle övünebilir?
14 Mayıs 2011 Cumartesi
im atölyesi İS'YAN sayısı çıktı!

BAŞARISIZLAR...
YETENEKSİZ diyorlar bize,evet yeteneksiziz.
Hiçiz biz ve TAMAMEN HİÇ,
ve HİÇ'e hizmet etmekten başka birşey düşünmüyoruz.
"onurlu insanlar" bize durmadan "ÇALIŞIN" diyorlar:
"BAŞARIN ARTIK!"
NEYİ BAŞARMAK!NEREYE ULAŞMAK? VE HANGİ DURUMDA?
Bizim sloganımız: ULAŞMAMAK İÇİN,
ÖZELLİKLE HAREKET ETMEMEK.
YETENEKSİZLER,
İŞE YARAMAZLAR,
AYLAKLAR,
BARLARIN BALDIRI ÇIPLAKLARI!
Büyük Başarısızlar Mitingine gelin,
Bizi tanıyın ve inanın buna iyice...
(başarısızlar grubunun daktiloyla yazılmış davetiyesi, 16 Mart 1950)
6 Mayıs 2011 Cuma
hoşçakal
Gün penceremde, uyandı güneş
Tenimde terin, gözümde ferin, bekler beni kardeşlerim
Bana şans dile, yolculuk kente
Dostlarımla biz, göstereceğiz, o kiralık katillere
Ve şimdi bakın, durmayın bakın
Güneş ışığı, satılık değil, malınız mülkünüz değil
Sana bir daha, göründüğümde
TV’de belki, belki hapiste, yüzümde var gülümseme
Tenimde terin, gözümde ferin, bekler beni kardeşlerim
Bana şans dile, yolculuk kente
Dostlarımla biz, göstereceğiz, o kiralık katillere
Ve şimdi bakın, durmayın bakın
Güneş ışığı, satılık değil, malınız mülkünüz değil
Sana bir daha, göründüğümde
TV’de belki, belki hapiste, yüzümde var gülümseme
4 Mayıs 2011 Çarşamba
YAN YANA
Güzel cümleler bekler şimdi.
güzel sözler, bakışlar,,gülüşler...
güzel yollar...
"bu yollar da kimler ne yollar?"
yeni denklemler,yeni yüzler...
hep yeniler.
yepyeni birliktelikler!
bir'likler.çünkü:
"yan yana yazılmaz YAN YANA..."
güzel sözler, bakışlar,,gülüşler...
güzel yollar...
"bu yollar da kimler ne yollar?"
yeni denklemler,yeni yüzler...
hep yeniler.
yepyeni birliktelikler!
bir'likler.çünkü:
"yan yana yazılmaz YAN YANA..."
28 Nisan 2011 Perşembe
Eski Göz Kırptığında!
Sahi nedir ki yeni?
Değil mi ki yeni olan kirlenmemiş, saf ve duru…
Değil mi ki onu, istediğin gibi işleyebilirsin
ve yine değil mi ki oda bir gün eskiyecek…
sahi nedir ki eski?
Değil mi ki yeni olan kirlenmemiş, saf ve duru…
Değil mi ki onu, istediğin gibi işleyebilirsin
ve yine değil mi ki oda bir gün eskiyecek…
sahi nedir ki eski?
25 Nisan 2011 Pazartesi
25 nisan
aldatma mayanı, aldatma geldiğin uzay parçasından aklında kalanı!
insana doğru kaymaz hiçbir yıldız.
insana doğru yükselmez hiçbir dağ.
bunların hepsi tanrının, çocukları peygamberleri kandırma yalanı!
insana doğru kaymaz hiçbir yıldız.
insana doğru yükselmez hiçbir dağ.
bunların hepsi tanrının, çocukları peygamberleri kandırma yalanı!
bu son olsun artık...
yeşil bir deniz, uçuyor duvarlardan
içeriye yıkılıyor camlardan sarhoş bir rüzgar
zemin,düşen bir tarla
beyaz gölgeler içimde çemberler çiziyor.
beklenti.
batan bir dünya bu
yıpranmış çamların ardında, her bir evin kafa tasında
fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke
batan bir dünya bu, bir kuşkuyu alıyor ellerime
batan bir dünya bu, etime!
yanıp yokoluyor bir cümle, tümce doğuruyor
bense bi desenden başka bir şey değilim
balık sırtına çizilmiş
batan bir dünya bu, batmış etime
yağmur sonu birikintilerde yüzen bir balık
sırtına çizilmiş
batan bir dünya bu! batmış etime
bense balık sırtına çizilmiş bi desenden...
bi de senden bi desene
bi de sensen...
sen desen ben başka bişiysin.
yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
kayboluyorsun bu gölgelikte
sonsuuuzluktan bahseden gölgelerle
sonsuuuz...
ölülerin sesleri sonsuz, ardıç kuşunu susturacak kadar
ölülerin nabzı yok ardıç kuşunu susturacak kadar
sessiz ve derinden, sessiz ve kimsesiz, kör bir öfke.
kör bir öfke... kör bir öfke...
kör bir öfke çatılarını uçuruyor evlerin
tsunamiler yaratıyor.
ışığın hükümdarlığı sarıyor tüm yeryüzünü
evrendesin!
evrendesin!
batan bir dünya bu
çırpındıkça batan bi rüya bu...
batan bir dünya bu
çırpındıkça battığın bi rüya bu
detone detone haykırışlarına karışan
güya bu.
içeriye yıkılıyor camlardan sarhoş bir rüzgar
zemin,düşen bir tarla
beyaz gölgeler içimde çemberler çiziyor.
beklenti.
batan bir dünya bu
yıpranmış çamların ardında, her bir evin kafa tasında
fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke
batan bir dünya bu, bir kuşkuyu alıyor ellerime
batan bir dünya bu, etime!
yanıp yokoluyor bir cümle, tümce doğuruyor
bense bi desenden başka bir şey değilim
balık sırtına çizilmiş
batan bir dünya bu, batmış etime
yağmur sonu birikintilerde yüzen bir balık
sırtına çizilmiş
batan bir dünya bu! batmış etime
bense balık sırtına çizilmiş bi desenden...
bi de senden bi desene
bi de sensen...
sen desen ben başka bişiysin.
yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
kayboluyorsun bu gölgelikte
sonsuuuzluktan bahseden gölgelerle
sonsuuuz...
ölülerin sesleri sonsuz, ardıç kuşunu susturacak kadar
ölülerin nabzı yok ardıç kuşunu susturacak kadar
sessiz ve derinden, sessiz ve kimsesiz, kör bir öfke.
kör bir öfke... kör bir öfke...
kör bir öfke çatılarını uçuruyor evlerin
tsunamiler yaratıyor.
ışığın hükümdarlığı sarıyor tüm yeryüzünü
evrendesin!
evrendesin!
batan bir dünya bu
çırpındıkça batan bi rüya bu...
batan bir dünya bu
çırpındıkça battığın bi rüya bu
detone detone haykırışlarına karışan
güya bu.
31 Mart 2011 Perşembe
30.03.2011
Ellerinde umudu tutan çocuklar ağlıyorlar...
39 yıl önceydi, bugündü, ON'lar daha güzel, insanca bir yaşam için verdikleri mücadelede yoldaşlarını esir alanlara karşı kızılderede, eski bir eve sığınmıştı.
Kışdı. Yeşile dair bir tek şey yoktu köyde. Elleri silahlı, zor aygıtlarını yığmadan devlet köye...
Öyle bir yeşile büründü ki bir anda... Her yer yer şey yemyeşil! Hani baksan gökyüzünden ayıramazsın çimenlerle askerleri... Ama verir mi bir ağacın yeşilinin hissini?
Teslim olmadılar, üzerlerine gelen kurşunlara inat son ana kadar tek bir mermi dahi kullanmadılar. Marttı. Soğuktu. Belki içlerinden birine gelen kurşunla ısındılar. Ozaman işte silahlarına sarıldılar.
On kişilerdi. Her biri teker teker düşüyordu. “Tek yol devrim” diye bir ses duyuldu dışarıya. “Tek yol devrim”… Ve son adamda düştü. Mahir çayan… Yeşil kendini kırmızıya bıraktı. Şimdi heryer kıpkırmızı…
39 yıl önceydi. Bugün hala onların nefesini içine almış yeni, taze zihinler var. Kanlarıyla sulanan yollardan geçen. Dün yitirdiklerini, ON’ları andılar. Türküleriyle, şiirleriyle ve inançlarıyla… Son ana kadar gülüyorlardı. Neticede verdikleri mücadelede daha yitirecekleri çok yoldaşları vardı. Duygusal olmak onların işi değildi. Bilinç, bu mücadelenin ana damarıydı…
Bir liseli kız öğrenci çıktı kürsüye. Abileri, canları, yoldaşları için bir şiir okumak üzere ve gözyaşlarını tutamadı. Kızıyordu kendine, dudağını bükmesinden belli. Kızıyordu katillere, yumruğunu sıkmasından belli. Oturdu yerine…
Derin bir sessizlik…
Ağlama küçük kız. Var mıdır yeryüzünde acısız bir aşk, hüzünsüz bir hayat? Batan bir dünya bu. Kirlendikçe batan bir dünya bu. Ölülerin sesleri ağır. Ardıç kuşunu bastıracak kadar. Sessiz ve derinden. Sessiz ve kimsesiz. Kör bir öfke. Hala sürüyor kavga. Hala ölüyor genç kızlar, erkekler, kadınlar, yaşlılar, Hrant’lar ve çocuklar. Barış için açılan çadırlara hala saldırıyorlar. Ana dilini konuşmak isteyenler ötekileştiriliyorlar. Hala dağlarda ölü bedenleri kayboluyor insanların. Adını bile bilmediğimiz yitirdiğimiz milyonları anıyoruz on’ların vesilesiyle.
Ağlama güzel kız. Yaşıtların okul koridorlarında aşk oyunları oynuyorlar. Yaşıtların türkülerden yoksun büyüyorlar. İfadesizler.
Ağla güzel insan. Anneni tutmuşsun bak kolundan ve küçük kardeşlerini. Devrimcileri anıyorsun, seni izliyorlar. Kaçımız yapabiliyoruz bunu.
Sen ağla, duygulanman inancındandır. Sen ağla, gözyaşlarını o güzel bilincin siler elbet.
Ve biz susalım. Yalnızlıklarımıza gömüldüğümüz için. Büyüdükçe kirlettiğimiz için dünyayı. Sizlere umud etmenin güzelliğini, düşlerin yeşilini ve kırmızısını anlatamadığımız için.
Ve biz utanalım kendizmizden. Bilinçsiz akan göz yaşlarımız için…
39 yıl önceydi, bugündü, ON'lar daha güzel, insanca bir yaşam için verdikleri mücadelede yoldaşlarını esir alanlara karşı kızılderede, eski bir eve sığınmıştı.
Kışdı. Yeşile dair bir tek şey yoktu köyde. Elleri silahlı, zor aygıtlarını yığmadan devlet köye...
Öyle bir yeşile büründü ki bir anda... Her yer yer şey yemyeşil! Hani baksan gökyüzünden ayıramazsın çimenlerle askerleri... Ama verir mi bir ağacın yeşilinin hissini?
Teslim olmadılar, üzerlerine gelen kurşunlara inat son ana kadar tek bir mermi dahi kullanmadılar. Marttı. Soğuktu. Belki içlerinden birine gelen kurşunla ısındılar. Ozaman işte silahlarına sarıldılar.
On kişilerdi. Her biri teker teker düşüyordu. “Tek yol devrim” diye bir ses duyuldu dışarıya. “Tek yol devrim”… Ve son adamda düştü. Mahir çayan… Yeşil kendini kırmızıya bıraktı. Şimdi heryer kıpkırmızı…
39 yıl önceydi. Bugün hala onların nefesini içine almış yeni, taze zihinler var. Kanlarıyla sulanan yollardan geçen. Dün yitirdiklerini, ON’ları andılar. Türküleriyle, şiirleriyle ve inançlarıyla… Son ana kadar gülüyorlardı. Neticede verdikleri mücadelede daha yitirecekleri çok yoldaşları vardı. Duygusal olmak onların işi değildi. Bilinç, bu mücadelenin ana damarıydı…
Bir liseli kız öğrenci çıktı kürsüye. Abileri, canları, yoldaşları için bir şiir okumak üzere ve gözyaşlarını tutamadı. Kızıyordu kendine, dudağını bükmesinden belli. Kızıyordu katillere, yumruğunu sıkmasından belli. Oturdu yerine…
Derin bir sessizlik…
Ağlama küçük kız. Var mıdır yeryüzünde acısız bir aşk, hüzünsüz bir hayat? Batan bir dünya bu. Kirlendikçe batan bir dünya bu. Ölülerin sesleri ağır. Ardıç kuşunu bastıracak kadar. Sessiz ve derinden. Sessiz ve kimsesiz. Kör bir öfke. Hala sürüyor kavga. Hala ölüyor genç kızlar, erkekler, kadınlar, yaşlılar, Hrant’lar ve çocuklar. Barış için açılan çadırlara hala saldırıyorlar. Ana dilini konuşmak isteyenler ötekileştiriliyorlar. Hala dağlarda ölü bedenleri kayboluyor insanların. Adını bile bilmediğimiz yitirdiğimiz milyonları anıyoruz on’ların vesilesiyle.
Ağlama güzel kız. Yaşıtların okul koridorlarında aşk oyunları oynuyorlar. Yaşıtların türkülerden yoksun büyüyorlar. İfadesizler.
Ağla güzel insan. Anneni tutmuşsun bak kolundan ve küçük kardeşlerini. Devrimcileri anıyorsun, seni izliyorlar. Kaçımız yapabiliyoruz bunu.
Sen ağla, duygulanman inancındandır. Sen ağla, gözyaşlarını o güzel bilincin siler elbet.
Ve biz susalım. Yalnızlıklarımıza gömüldüğümüz için. Büyüdükçe kirlettiğimiz için dünyayı. Sizlere umud etmenin güzelliğini, düşlerin yeşilini ve kırmızısını anlatamadığımız için.
Ve biz utanalım kendizmizden. Bilinçsiz akan göz yaşlarımız için…
25 Şubat 2011 Cuma
mavi ve yeşil...
Şimdi ben oldum yeniden.Kaçıncı kez yitirdiğim, bulduğum...
Kardeşim kadar eski bir sokakta seni gördüm!
Anladım artık, beyaz bir vapurdur aşk...Makine dairesinde söylemediğimiz sözler,
Uyutmaz yolcuları sabaha kadar.
Seni mi gördüm, çözüldüm geçmiş gibi.Bir karanfil açmış gibi yakamda,Kokladım yalnızlığımı, acıdım kendime sana...Zamanın üzümleri hep şarap olmuş!
İlk aşkım, deli aşkım bana çare bul, kendine çare bul,Bağlandı elim kolum neyleyim.
İlk aşkım, deli aşkım bana çare bul, kendine çare bul...Gel çöz beni azat et benden!
Bu dünya naylon, anlamak güç
Bırak yıkasın içimizi geçmiş.
Kardeşim kadar eski bir sokakta seni gördüm!
Anladım artık, beyaz bir vapurdur aşk...Makine dairesinde söylemediğimiz sözler,
Uyutmaz yolcuları sabaha kadar.
Seni mi gördüm, çözüldüm geçmiş gibi.Bir karanfil açmış gibi yakamda,Kokladım yalnızlığımı, acıdım kendime sana...Zamanın üzümleri hep şarap olmuş!
İlk aşkım, deli aşkım bana çare bul, kendine çare bul,Bağlandı elim kolum neyleyim.
İlk aşkım, deli aşkım bana çare bul, kendine çare bul...Gel çöz beni azat et benden!
Bu dünya naylon, anlamak güç
Bırak yıkasın içimizi geçmiş.
24 Şubat 2011 Perşembe
Ay nerde doğsa oradaydık. Dallarda zerdali çiçekleri,savrulup gider rüzgar esince...Bütün bir bahar böyle geçti!
Anlardım aklından geçenleri...Sustukça konuştuk sanki!Sevdaymış meğer, içimizde yıllardır uyuyan deli!
Sessizlik sensin, geceleri... Fincana kahve koydum gel,bugün şeytana uydum gel...Ay doğdu dağın üstünden,dallarda beyaz çiçekler!
Döndüm gecenin karasına,artık kimse kıramaz beni... O kül gibi deniz, o sesiz kız, kayıp bir sandala binip gitti...
Ne sen söyledin derdini,ne ben sevdiğime inandım!Unut geçen eski günleri, bunca yıl sonra nasılsın?
Anlardım aklından geçenleri...Sustukça konuştuk sanki!Sevdaymış meğer, içimizde yıllardır uyuyan deli!
Sessizlik sensin, geceleri... Fincana kahve koydum gel,bugün şeytana uydum gel...Ay doğdu dağın üstünden,dallarda beyaz çiçekler!
Döndüm gecenin karasına,artık kimse kıramaz beni... O kül gibi deniz, o sesiz kız, kayıp bir sandala binip gitti...
Ne sen söyledin derdini,ne ben sevdiğime inandım!Unut geçen eski günleri, bunca yıl sonra nasılsın?
8 Şubat 2011 Salı
2011 tarım desteklerinin analizi…
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı geçen yıl olduğu gibi tarım desteklerini ürün ekiminden önce hazırladı. Bakanlar Kurulu’ndan çıktıktan sonra Resmi Gazete’de yayınlanacak. 2008’den bu yana 4 yıldır, tarım desteklerini, gazetecilik deyimiyle “atlatma haber” olarak kamuoyuna herkesten önce açıklamanın mesleki keyfini yaşıyoruz.
Bizim yaşadığımız mesleki keyfi ne yazık ki üreticiler yaşamıyor. Tarım destekleri son 4 yıldır 5.5- 6 milyar lira seviyelerinde kaldı. Bazı temel desteklerde 4 yıldır hiçbir artış yapılmıyor. Örneğin hayvan başı ödeme siteminin başladığı 2008’den bu yana sığır başına ödeme 225 lirada kaldı. Artış olmadı. Yem bitkilerinin büyük bölümünde 4 yıldır destek miktarı artırılmadı.
Türkiye’nin 1 milyon ton üretim açığı olan pamukta destekleme primi 3 yıldır artırılmıyor. Sertifikalı tohum kullanan üreticiye kütlü pamukta kiloda 42 kuruş, sertifikalı tohum kullanmayanlara 35 kuruş destek veriliyor. Pamuk fiyatı yerlerde sürünürken de aynı destek, pamuk fiyatı zirvedeyken de aynı destek veriliyor.
Tütüne alternatif ürün destek miktarı da 3 yıldır dekara 120 lira. Buğday destekleme primi 3 yıldır 5 kuruş. Arpa, yulaf,çavdar, tritikale primi 3 yıldır 4 kuruş. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat, tek tek ürünleri ele almak yerine uygulanan destek politikasını analiz etmekte yarar var. Bu analizi yaptığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
1-Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarımsal destekleri tek başına belirleyemiyor. Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulu’nda Tarım Bakanı, Müsteşarı ve Genel Müdürü olsa da asıl kararı kasanın başındaki Hazine Müsteşarlığı ile Maliye Bakanlığı veriyor. Okurlarımız hatırlayacaktır. Bu sütunda yazmıştık. 2008’de hayvancılık desteklerini Maliye Bakanlığı belirlemişti.
2- Tarım destekleri arz, talep, üretim, ihracat, ithalat, maliyet gibi temel kriterlere göre belirlenmiyor. Öyle olsaydı 1 milyon üretim açığı olan pamuğa 3 yıl aynı destek verilmezdi. Hayvancılığın bu kadar dışa bağımlı hale geldiği, et, kasaplık, besilik canlı hayvan, koyun, kuzu ithalatının yapıldığı bir dönemde hayvancılık destekleri üretimi artıracak şekilde artırılırdı. Bu örneklerden da anlaşılacağı üzere arz ve talep çok dikkate alınmıyor. Destekler belli bir amaca yönelik verilmiyor. Tarım Bakanlığı’nın bütçesi ne kadar ise, o bütçenin bölgeler arası, ürünler arası denge gözetilerek dağıtılması öngörülüyor. Arada bir iki kalemde artış yapılarak, destekler artırılmış görünüyor. Oysa gerçekte 4 yıldır tarımsal destekler artmıyor.
3- Yaygın olarak ekilen, çok sayıda üreticinin yararlandığı destekler artırılmıyor, spesifik ürünlerde artış yapılıyor. Bu yıl en yüksek artışın midyede olması gibi. Midye yetiştiriciliğine verilen kilo başına 10 kuruşluk destek 20 kuruşa çıkarılıyor. Türkiye’de midye yetiştiriciliği yapan firma sayısı bir elin parmakları kadar değil. Yıllık üretim de 100 ton bile değil. Midye desteğini yüzde 100 değil, yüzde bin artırsanız ne olur? Kime yararı var?
4- Belirlenen destekleme rakamlarına ve uygulanan politikaya bakıldığında dünyadaki gelişmelerin hiç dikkate alınmadığını söylemek zorundayız. Dünyada gıda krizleri yaşanıyor. Gıda fiyatları artıyor. Gelecek 10 yılda da artış trendi sürecek. Rusya’nın hububat ihracatını durdurmasının yarattığı etkiler ortada. Pek çok ülke bu gelişmeler doğrultusunda tarım ve gıda konusunda ek önlemler, yeni destekler açıklıyor. Avrupa Birliği, üreticiyi destekleyici yeni kararlar alıyor. Böyle bir ortamda destekleme miktarları belirlenirken bu gelişmelerin hiç dikkate alınmadığı anlaşılıyor. Türkiye, bu konuda etkisiz, piyasaları okumaktan uzak politikasını 2011’de de sürdürecek.
5- Hayvancılık desteklerinde ciddi hiçbir artışın yapılmaması, bugüne kadar verilen kilo başına 1.5 liralık et teşvik priminin destekleme kararlarında yer almaması, et ve canlı hayvan ithalatının devam edeceği mesajını veriyor. Hükümet, hayvancılıkta ithalata dayalı politikasını 2011’de de sürdürecek.
6- Tarım desteklerinin ürün ekiminden önce belirlenmesi elbette olumlu ve doğru bir adım. Üretici iyi kötü ne kadar destek alacağını ekim yapmadan bilerek karar verecek. Bu olumlu adımın destek miktarlarına da yansıması gerekir. Üreticinin maliyetleri, ülkenin ihtiyaçları dikkate alınarak tarım destekleri daha verimli kullanılabilir hale getirilmeliydi.
7- Desteklerle ilgili üreticilerden bireysel olarak çok tepki var. Desteklerin artmaması eleştiriliyor. Fakat, tarım örgütlerinden olumlu veya olumsuz en ufak bir ses çıkmıyor. Tarım örgütleri o kadar sindirilmişler ki, yılda bir kez belirlenen tarım destekleri hakkında yorum yapmaya korkar hale gelmişler.
Tarım destekleri daha çok konuşulacak, tartışılacak. Biz de gelişmeleri sizlerle paylaşacağız.
KaynaK :/www.tarimdunyasi.net – 8 Şubat 2011
Bizim yaşadığımız mesleki keyfi ne yazık ki üreticiler yaşamıyor. Tarım destekleri son 4 yıldır 5.5- 6 milyar lira seviyelerinde kaldı. Bazı temel desteklerde 4 yıldır hiçbir artış yapılmıyor. Örneğin hayvan başı ödeme siteminin başladığı 2008’den bu yana sığır başına ödeme 225 lirada kaldı. Artış olmadı. Yem bitkilerinin büyük bölümünde 4 yıldır destek miktarı artırılmadı.
Türkiye’nin 1 milyon ton üretim açığı olan pamukta destekleme primi 3 yıldır artırılmıyor. Sertifikalı tohum kullanan üreticiye kütlü pamukta kiloda 42 kuruş, sertifikalı tohum kullanmayanlara 35 kuruş destek veriliyor. Pamuk fiyatı yerlerde sürünürken de aynı destek, pamuk fiyatı zirvedeyken de aynı destek veriliyor.
Tütüne alternatif ürün destek miktarı da 3 yıldır dekara 120 lira. Buğday destekleme primi 3 yıldır 5 kuruş. Arpa, yulaf,çavdar, tritikale primi 3 yıldır 4 kuruş. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat, tek tek ürünleri ele almak yerine uygulanan destek politikasını analiz etmekte yarar var. Bu analizi yaptığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
1-Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarımsal destekleri tek başına belirleyemiyor. Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulu’nda Tarım Bakanı, Müsteşarı ve Genel Müdürü olsa da asıl kararı kasanın başındaki Hazine Müsteşarlığı ile Maliye Bakanlığı veriyor. Okurlarımız hatırlayacaktır. Bu sütunda yazmıştık. 2008’de hayvancılık desteklerini Maliye Bakanlığı belirlemişti.
2- Tarım destekleri arz, talep, üretim, ihracat, ithalat, maliyet gibi temel kriterlere göre belirlenmiyor. Öyle olsaydı 1 milyon üretim açığı olan pamuğa 3 yıl aynı destek verilmezdi. Hayvancılığın bu kadar dışa bağımlı hale geldiği, et, kasaplık, besilik canlı hayvan, koyun, kuzu ithalatının yapıldığı bir dönemde hayvancılık destekleri üretimi artıracak şekilde artırılırdı. Bu örneklerden da anlaşılacağı üzere arz ve talep çok dikkate alınmıyor. Destekler belli bir amaca yönelik verilmiyor. Tarım Bakanlığı’nın bütçesi ne kadar ise, o bütçenin bölgeler arası, ürünler arası denge gözetilerek dağıtılması öngörülüyor. Arada bir iki kalemde artış yapılarak, destekler artırılmış görünüyor. Oysa gerçekte 4 yıldır tarımsal destekler artmıyor.
3- Yaygın olarak ekilen, çok sayıda üreticinin yararlandığı destekler artırılmıyor, spesifik ürünlerde artış yapılıyor. Bu yıl en yüksek artışın midyede olması gibi. Midye yetiştiriciliğine verilen kilo başına 10 kuruşluk destek 20 kuruşa çıkarılıyor. Türkiye’de midye yetiştiriciliği yapan firma sayısı bir elin parmakları kadar değil. Yıllık üretim de 100 ton bile değil. Midye desteğini yüzde 100 değil, yüzde bin artırsanız ne olur? Kime yararı var?
4- Belirlenen destekleme rakamlarına ve uygulanan politikaya bakıldığında dünyadaki gelişmelerin hiç dikkate alınmadığını söylemek zorundayız. Dünyada gıda krizleri yaşanıyor. Gıda fiyatları artıyor. Gelecek 10 yılda da artış trendi sürecek. Rusya’nın hububat ihracatını durdurmasının yarattığı etkiler ortada. Pek çok ülke bu gelişmeler doğrultusunda tarım ve gıda konusunda ek önlemler, yeni destekler açıklıyor. Avrupa Birliği, üreticiyi destekleyici yeni kararlar alıyor. Böyle bir ortamda destekleme miktarları belirlenirken bu gelişmelerin hiç dikkate alınmadığı anlaşılıyor. Türkiye, bu konuda etkisiz, piyasaları okumaktan uzak politikasını 2011’de de sürdürecek.
5- Hayvancılık desteklerinde ciddi hiçbir artışın yapılmaması, bugüne kadar verilen kilo başına 1.5 liralık et teşvik priminin destekleme kararlarında yer almaması, et ve canlı hayvan ithalatının devam edeceği mesajını veriyor. Hükümet, hayvancılıkta ithalata dayalı politikasını 2011’de de sürdürecek.
6- Tarım desteklerinin ürün ekiminden önce belirlenmesi elbette olumlu ve doğru bir adım. Üretici iyi kötü ne kadar destek alacağını ekim yapmadan bilerek karar verecek. Bu olumlu adımın destek miktarlarına da yansıması gerekir. Üreticinin maliyetleri, ülkenin ihtiyaçları dikkate alınarak tarım destekleri daha verimli kullanılabilir hale getirilmeliydi.
7- Desteklerle ilgili üreticilerden bireysel olarak çok tepki var. Desteklerin artmaması eleştiriliyor. Fakat, tarım örgütlerinden olumlu veya olumsuz en ufak bir ses çıkmıyor. Tarım örgütleri o kadar sindirilmişler ki, yılda bir kez belirlenen tarım destekleri hakkında yorum yapmaya korkar hale gelmişler.
Tarım destekleri daha çok konuşulacak, tartışılacak. Biz de gelişmeleri sizlerle paylaşacağız.
KaynaK :/www.tarimdunyasi.net – 8 Şubat 2011
Kaydol:
Yorumlar (Atom)






