Bu Blogda Ara

29 Aralık 2007 Cumartesi

SAVRULMALAR




Kutup beyazı bir sıkıntı içimde. Ne kadar zaman oldu hatırlamıyorum. Kâğıt bomboş. Kışkırtıcı ve tedirgin edici. Eylemle eylemsizlik arasında öylece…
Derken rasgele daireler çiziyorum. Sonra bir nokta tam ortasına. Duyumsuyorum kendimi orada. Bencil, merkezcil bir yaklaşım değil bu.

Çevremdeki nesnelere ve olgulara bir bakışın gereği. Ya da her şeyin eşit uzaklıkta bulunması benden. Bir tür soyutlama. Nesnellik denilen şey bu olsa olsa…

Dairesel hareketler sonsuzluk ve güven duygusu veriyor bana. Katılmıyorum işte bir kısır döngü yakıştırmasına! Başlangıcı ve sonu yok onun. Tarihide yok nasılsa. Tarih iki nokta arasında bir çizgidir yalnızca. Bütün çizgiler teğet geçsin bana. Nedense çizgilerin geçtiği yerde oluyor bir sarsılma.

Başım dönüyor. Yörüngemin dışına çıkıp o bilinmez boşlukta, atomlarımın parçalanmasından öyle korkuyorum ki…

EKİN

Ç.Ü YALNIZLIĞI




Çağımızın kudret göstergesi üniversitelerimizde aynı sınıfı paylaşıp, hiç tanışmayan 40–45 kişinin (bazen 20 veya 60) nefes nefese oturup, bilgi edinmeye çakıştığı, birbirinden gözlerini kaçırmaya çalışarak ifadesiz yüzlerle, bambaşka yönlere bakmaları size de garip gelmez mi? Bakacak yerde yoktur pek; sadece bembeyaz parlayan, önünde sunum yapan öğreticilerin bulunduğu tahtadan ve bir sürü binaları gördüğün pencereden başka…

…dar bir alanda, küçücük topluluğa zıt bir sessizlik…

Sabah tazeliğinde uçuşan bir koku, bir kaçamak bakış, belli belirsiz bir temas, konuşma isteği ile doldurur içinizi. Ama sınıf raconunda muhabbet hoş karşılanmaz. Medeniyet, “ders boyunca” yanınızdakiyle dahi laflamak yerine, başınızı öne eğip, öğreticinin ağzından çıkan her kelimeyi not etmeyi veya anlamayı ister sizden.
Hele koca bir sırada iki kişiyseniz durum daha da komikleşir. Ders biter, kapı açılır, “sıra arkadaşınıza” belli belirsiz gülümsersiniz. Sonra konuşması yasaklanmış iki modern köle gibi yere ya da havaya bakarak bu tesadüfî buluşmanın bitmesini beklersiniz.
Asırlardır, aynı mekânda buluştuğu herkesle, selamlaşıp konuşmaya alışmış insan, çağımızda kendi soyuna yabancılaşmasının ve külliyen suskunlaşmasının en sembolik mekânıdır üniversite sınıfları.
2004 yılında “yeni bir hayata adım atma” umuduyla geldiğim bu koskoca üniversitemizin merkezinde ben vardım sanki.
Sınıfa öğrenciler giriyordu, o mekanikleşmiş bacaklarıyla, diğer öğrencilerden uzakta, daha çok pencereye yakın olan sıralara oturmayı tercih ediyorlardı. Bense herkese inat bir kişiyi kestirdim gözüme, yanına oturdum. Onunla konuşmaya başladım.”nereliydi, neden Adana’ya gelmişti, üniversitede ne yapacaktı, hayattan beklentileri neyi?”
Benim peş peşe sorularıma kısa, yarım yamalak cevaplar verdi. Gözleri, pencereden içeriye giren güneş ışıklarındaydı. En fazla yirmi dakika sürdü sohbetimiz. Hepsi o.
Yaklaşık bir saat sonra kapı açıldı. Kafasında bir soru işaretiyle sınıftan çıkanların yerine yeni bir sıkılganlar kafilesi geldi.
Düşündüm uzun uzun…
İnsan, uzun tarihinde beklide ilk kez bu kadar yakınken uzaklaşıyordu birbirinden. Yine insan, yirmi dakikalık tanışıklıklarda yalnızlıklarından soyunmaya çalışıyordu.
Kalıcı dostluklar ve derin ilişkilerin yerini, anlık karşılaşmalar ve suskunluklar alıyor. Çukurova üniversitesi, göz alıcı cüssesi ve tükenmez telaşıyla yeniçağın gönüllü bir başınalığının başkenti adeta. Üniversitede herkes “yabancı” olduğundan kimse yabancılık çekmiyor. Herkes “farklı” olduğundan kimse kimsenin farklılığını fark etmiyor. Kimsenin yalnızlığı diğerininkini azaltmaya yetmiyor. Üniversite mi yalnızlaştırıyor insanı, insanlar mı üniversiteyi bir yalnızlık diyarına çeviriyor bilinmez.
Belki de herkes gelirken yalnızlığını da getiriyor yanında.
Şairin dediği gibi:

“ben nereye gitsem yalnızlığın başkenti orası”

EKİNYAS

ANTİ-DEPRESAN


Eğer yeterince başarılı olamazsak, görevlerimizi yerine getiremez, yeterince çalışmazsak; sevilmeyeceğimiz yalnız kalacağımız korkusunu, içimizin çekirdeğine yerleştiren bir an var sanki çocukluğumuzda. O anı tedavi edebilmek mümkün olsaydı, beklide şimdi böyle olmazdı. Seçip, seçemediğimizden emin olmadığımız bir hayatı “becermek” için, deliler gibi koşturup çabalamasaydık, o Allahın belası yaramız bizimle birlikte büyüyüp, şimdi organlarımızdan ayırt edilmez hale gelmezdi.

BOŞLUKTA KALIYORSUN

O zaman Aurorix, Cipram, Passiflora sözcüklerini biliyor olmazdık. Kaç kişi o ilaçları alıyor, kesinlikle bir araştırma yapmalı. Kişisel tespitimdir; bu iş bu memlekette fena patladı. Üstelik kişisel iniş çıkışlarımızı dengeleyen o ilaçlar, yere düşünce; yerin dibine geçmesin diye alınsalarda yukarıda çıkarmıyorlar insanın kalbini. Rüya gibi bir boşlukta, tuhaf bir aralıkta kalakalıyorsun değil mi? var mısın yok musun belli değil sanki.

HAYAT KİMİN

Öfkelenmiyorsun ağzının tadıyla. Üzülünce üzülmüyor, sevinince sevinmiyorsun. Sadece devam etmene yardımcı oluyor bu ecza. Durmayı, isyan etmeyi erteletiyor sana. Yalnız değilsin, Türkiye deki beş insandan biri bu halde. Anti-depresan almayanlar, henüz anti-depresanı bilmeyenler sadece. Çünkü herkes istemediği bir hayatı sürdürüyor bu memlekette.
Bu hayat kimim gerçekten? Sanki bu hayatı, bütün bu işleri bir bitirsen rahat edip dinlenecekmiş gibi yaşamıyor musun sende? Patlayana kadar sıkıştırıyorsun hayatı ağzına. Sonra bünye kusmaya başlayınca…

KİMSE İLİŞMESİN

Gözü bir noktaya kilitli kalıverirsin. Ne kimse gelsin, bir şey sorsun, nede herhangi bir şey olsun. Bir bahçe olsun, kuşlar bile ses etmesin. Otur bir banka, kimse ilişmesin. Dur! Ağaçlar sarsın seni; korusun günden bile. Etrafı sarılmış olsun bahçenin çalılarla, kimse girmesin. Ne istediğini, ne istemediğini, neye başlaman neyi bitirmen gerektiğini bile düşünme.
Adın üzerinden düşünceye kadar dursan burada. Bir kâğıt olsa elinde, birde kalem. Bir şey yazmasan. Anlamsız şekiller çizmeye başlasan kâğıda. Aklın su gibi olana dek, oynasa kalem kendi kendine.
Bir hayat insanın kendi hayatı olsa bu kadar yorabilir mi sahibini? Tahammül ettikçe yürüyor, tahammül bitince bitiyor kendiliğinden. İlaçlar hayatı iyileştirmiyor, tahammülü yeniliyor; bal gibi biliyorsun…

KARAR GÜNÜ

Bal gibi biliyorsun, bir gün karar vereceksin. Kimsenin seni beğenmemesini, tanıdığın herkesin “hiç böle değildi” demesini, göze alıp bir karar vereceksin. Bir gün oturup senin kendi hayatının nasıl bir şey olması gerektiğini düşünmeye mecbur olacaksın. İlaçların pelteleştirdiği ruhun bir gün muhakkak dirilmek isteyecek. Yaralarınla organlarını ayırmak, bu kez gerçekten istediğin gibi bir hayata başlamak zorunda kalacaksın. O zaman kendi uzunluğunda olacak ”zaman”.Sabah sabah gibi olacak, uyku uykuya benzeyecek. Belki hiç ummadığın biri olacaksın sonunda. Ama o zaman şimdi içinde sıkışmış duran, çırpınan kuşlar uçacak. İyi iken iyi olacaksın kötü iken kötü. Gülünce güleceksin net bir biçimde. Ağlayınca…

Bitecek bileceksin…

EKİNYAS

22 Aralık 2007 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN SUYU KAYNARKEN TARIMDA YIKIM HIZLANIYOR


Kapitalizm, emperyalizm derken Türkiye yeni bir kuşatmalar döneminin içine artık iyice girmiş bulunuyor.Türkiye’deki sosyalist hareketler neo-liberal politikaların hızlı bir şekilde gelişine geçerli bir program sunamamışken sistem saldırılarını iyice yoğunlaştırıyor.
AKP hükümetinin ezici bir üstünlükle tekrar iktidara geçişinin ardından,gündem her gün ayrı konular üzerinde şekilleniyor.Cumhur başkanlığı seçimi,anayasa tartışmaları,YÖK başkanın seçimi,Ortadoğu çıkartması,Ankara başta olmak üzere bir çok ilde yaşanan su sıkıntısı derken Türkiye toprakları üzerinde yaşam iyice zorlaşıyor.
Türkiye’de halklar günden güne düşmanlaşıyor. Üniversitelerimizde,liselerimizde sıra arkadaşları,fabrikalarda üretimde el ele veren işçiler, aynı mahallede oturup bir tas yemeği birlikte yiyenler etnik kökeninden kaynaklı birbirine düşüyor.
Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılan kamusal alanlar hızla tasfiye oluyor.
Türkiye’nin cenderesindeki su kaynarken tarım alanında da iyiden iyiye yıkım kendini gösteriyor.IMF,DTÖ ve DB dayatmalarıyla, AB’ye uyum süreci adı altında uygulanan “tarımda yıkım politikaları” “hukuki süreç” niteliğine dönüştürülüyor.
Kuşkusuz, 24 Ocak kararları ile Türkiye’nin neoliberal iktisadi zemine oturması, 12 Eylül rejiminin bu düzenin yürütülebilmesi için işçi ve köylü başta olmak üzere tüm emek yapılarını baskılaması, 1980’li yılların sonundan itibaren başlayan gazino kapitalizminin tüm üretim yapılarını kırması, tarımın ve köylülüğün tasfiyesi süreçlerinin Türkiye’deki yapı taşlarıdır.
Bu süreçte hayvancılık çökmüş, EBK – SEK – YEMSAN – TZDK özelleştirmeleri hayvansal üretim yapılarını kırmış, canlı hayvan sayılarında ciddi azalmalar meydana gelmiştir. Bunun yanında, tütün ve çayda liberalizasyona gidilmiş, üreticiler zor durumda bırakılmıştır.
1999 yılında başlayan 57 inci Hükümet dönemi, tarım politikalarının tümüyle IMF ve Dünya Bankası’na teslim edildiği yılların başlangıcıdır. Bu dönemde çıkarılan Tütün – Şeker ve Tarım Satış Kooperatiflerinin Yeniden Yapılandırılması yasaları, ilgili alanlardaki üretimi ve örgütlü yapıyı kırmış; özelleştirmelere zemin hazırlamıştır. Bunun yanında, girdi ve çıktı desteğine dayalı destekleme modeli tümüyle tasfiye edilmiş, yerine üretimle bağlantısız Doğrudan Gelir Desteği Sistemi kurulmuştur. Bu yapı, köylünün ürettiğine yabancılaşması ve finansman aracılığıyla kontrolü zeminini de yaratmıştır.
2002 yılı sonundan başlayan 58 ve 59 uncu Hükümet Dönemi, “tarımın ve köylülüğün tasfiyesinde istikrar” yılları olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde tarımın piyasalaştırılması ve doğal kaynaklarımızın (toprak – su – mera –kıyı gibi) sermayenin sınırsız ve kuralsız kullanımına açılması için birçok yasa çıkarılmıştır.
Tohumculuk, Tarım Sigortaları, Lisanslı Depoculuk, Toprak ve Tarım Yasaları, bunlar arasında öne çıkanlar olarak değerlendirilebilir. Yapılan özelleştirmelerle tarım piyasalarını düzenlemekle görevli tarımsal kamu kuruluşları ve KİT’ler yabancı sermaye ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilirken, yaşanan talan süreci köylünün yoksulluğunu derinleştirmiştir. ortamda kırsal alanda tutunamayan köylünün kentlerin varoşlarına göçü organize edilmişmiş böylece köylerde kalanların piyasa üzerinden kontrolü kolaylaşırken, diğer yandan kentlerin varoşlarına yerleşen eski köylünün yedek işgücünü katılımı ile sendikasızlaştırma – taşeronlaştırma zemini güçlendirilmektedir.
Kapitalizmin kendini yeniden üretmesi süreci, üretim araçlarına piyasanın el koyması ile pekiştirilmektedir. Tarım arazisinden başlayarak tarımsal sanayi tesislerine dek sermaye, piyasa ilişkileri içinde üretim araçlarına el koymaktadır. Bu durum, feodalizim – yarı feodalizm – Asya tipi üretim tarzı tartışmalarının ötesinde, vahşi kapitalizmin Anadolu köylerine kuralsız – koşulsuz girişinin de habercisidir.
Tarım alanlarının yabancılara satışını izin veren düzenlemeler yanında, yaşam patentlenmeye ve köylünün girdiden çıktıya tüm alanlarda bağımlılaştırılmasına çalışılıyor. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, 10 yıla yakın bir süredir Türkiye’ye hiçbir sınırlamaya tabi olmadan girmekte, işlenme süreçlerine konu olmakta ve bir hak ihlali niteliğinde 800’ün üzerinde çeşitle tüketici sofrasına ulaşmaktadır. Yağdan hazır çorbaya, bebek mamalarından kolalı içeceklere kadar olan ürün yelpazesinde yer alan genetiği değiştirilmiş hammaddeler, tüketici sağlığını tehdit etmektedir.
Küçük köylülüğün tasfiyesini “modern – rekabetçi tarım için koşul“ gören meşruiyet temeli, bunun yanında işletme ölçeklerinin büyütülmesi ve sözleşmeli üreticilik ilişkilerinin yaygınlaştırılmasını da “tartışma dışı teknik doğrular” olarak kamuoyuna sunmaya çalışıyor.
Büyüyen ölçeğin doğuracağı yeni mülkiyet sorunları gizlenmeye çalışılırken, hazine arazileri üzerinde kurulacak organize tarım – hayvancılık bölgelerinde sermayenin yeni iktidar alanları kurgulanıyor.
Oysa, başta Avrupa ve Amerika’da olmak üzere, merkezi kapitalist ülkelerde tahrik edilen endüstriyel tarım modeli, toprağı – suyu - emeği bir üretim faktöründen ibaret görmekte ve daha fazla kar hırsı ile çevreyi hızla kirletirken, tüketicinin sağlıklı ve ucuz gıdaya ulaşma hakkını da hiçe saymaktadır. Bu bağlamda endüstriyel tarım emeğin düşmanıdır, kır ve kent yoksullarının düşmanıdır.
Bu çerçevede, kırsal yaşamın mirasçısı olan köylülerin; iyi yaşam, tarımsal kaynaklara erişim, tohum ve tarıma egemen olma, üretim araçlarına sahip olma, teknolojiyi üretme ve kullanma, ürettiğine yabancılaşmayarak üretiminin katma değerine sahip çıkma, tarımsal değerler – biyoçeşitlilik – doğayı ve çevreyi koruyup geliştirme ve örgütlenme hakları vardır.

ÖZGE


KAYNAKLAR:

Necdet ORAL Türkiye tarımında kapitalizm ve sınıflar
Halkevleri Halkın Hakları Formu Gıda Güvenliği, Tarım ve Beslenme Hakkı atölyesi sonuç bildirgesi

20 Aralık 2007 Perşembe

turnam yare selam söyle


Turnam gidersen mardin'e
Turnam yare selam söyle
Karlı dağların ardından
Turnam yare selam söyle

Turnam gidersen akdaş'a
Karlı dağlar aşa aşa
Hem kavime hem kardaşa
Turnam yare selam söyle

bir "UMUT" için...


AH EĞLENİYOR KENDİ BAŞINA AH NEŞESİ YETER
AH UMURUNDAMI SANDIN,BU DÜNYA AH NEŞESİ YETER...

6 Aralık 2007 Perşembe

orda kimse var mı?


Orada Kimse Var Mı? UPOV'la İlgilenen Yok mu?
Salı, 27 Kasım 2007
Körfez depreminde enkazın altına seslenilirdi: Orada kimse var mı? Bir umut, belki bir ses gelir diye. İki hafta önce Türkiye UPOV denilen Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğinin 1991 sözleşmesini kabul ederek UPOV’a 18 Kasım 2007’de üye oldu. Geçen hafta bu konuda yazmış idim. Bu üyeliğin sakıncalarından söz ettim. Bununla ilgili kanun TBMM’de 13 Mart 2007’de oybirliği ile kabul edilmiş. Bu konuda kamuya bilgi verilmedi. Ben o tarihlerde gazeteleri de taradım. Saptadığım kadarı ile bir haber verilmemiş. Sivil toplum kuruluşlarının da haberi olmadığını sanıyorum. Düşünebiliyor musunuz, tarımı son derecede ilgilendiren bir konuda yaprak kıpırdamıyor. Gazetelerden bir tek Dünya Gazetesinde haber olabildi. TRT1 Radyosu ve Açık Radyo konuyu işlediler ve konuşma yapmamı istediler. Bu duyarsızlığa şaşırıyorum.
Grain adlı saygın sivil toplum kuruluşu UPOV’a neden üye olunmaması gerektiğini şöylece sıralamış idi. (www.grain.org/briefings/?id=1)

1.UPOV çiftçi haklarını inkâr eder.

2. Kuzey ülkelerindeki tohum firmaları Güney’in tohum firmalarını satın alacak ve tohumlarını istedikleri gibi satarak geliri ceplerine atacaktır.

3.Kuzeyin tohum şirketleri güneyin biyoçeşitliliğine el koyacaklardır.

4.UPOV’un koruma ölçütleri biyoçeşitliliğin erozyonunu hızlandıracaktır.

5.Genetik kaynakların özelleşmesi araştırmayı olumsuz etkileyecektir.

6.Biyoçeşitliliği korumak amacıyla yürütülen Biyoçeşitliliği Koruma Anlaşması (CBD) ve FAO anlaşmaları gibi çalışmalar tehlike altına girecektir

7.UPOV’a üye olmak çiftçiler ve topluluklar üzerinde endüstriyel ıslahçıların haklarının artışını destekleyen bir gruba girmek demektir.

8.UPOV Ticarete İlişkin Fikri Mülkiyet Hakları denilen TRIPS ve Biyoçeşitliliği Koruma Anlaşmaları (CBD) ile çelişmektedir.

9.Aslan payı Kuzeye akacaktır.

Değerli okurlar epeydir bu gazetede yazılarım yayınlanıyor. Ancak eposta ve faksla veya mektupla incelediğimiz konularda düşünce belirten nerede ise kimse yok. Sizler de önemlisiniz. UPOV veya başka konularda düşünce, haber ve önerilerinizi bekliyorum.

Bu sessizliği yırtmakta her birinizin rolü var.

Orada kimse var mı?

Tayfun ÖZKAYA
tayfun.ozkaya@ege.edu.tr

gidenin ardından...


Küçük bir sobanın önünde ayaklarını ısıtmaya çalışırken, buz kesmiş parmakları tutuyor kalemi bırakmamak üzere!
(bir uçurum ne anlatır diğerine, boşluğu geren tanımlar anlamsızsa. Kar yığınıysa saçları küçük kızın.
Hangi bahçeye açılır boyası dökülmüş kapı.
Gökkuşağı çizerken bulutlar arasına, kesiliyorsa geceyle ışığın yolu.)
Gemilerini batırdığı bu kentte, nefes almaya çalışıyor sanki.
”nefes”.Omzuna asılı kalmış hüzün.
Son yolcusunu uğurluyor denize gülümserken.
Son köprüyü de atıyor militan yüreğiyle.
(akşamları kendi yalnızlığına, kendine kapanıyor herkesin kapısı.)
En yaman acısını yazıyor kız. En gizli köşesini yüreğinin. Kırılması için gözlerinin demir parmaklıkları.
(anlat, anlat ki bana umutla yaşasın güneşli günlerimiz. Fırtınasız deniz, güz rüzgarsız olur mu?)
Yüzünde kırışıklıklar beliriyor. Dudakları çatlamış, belikli susuz.”su” sessiz…
(iki suskun ırmak nasıl akar birbirine.)
Gittiğini yazıyor satırlara. Boyunca bir soru işareti var yanı başında.
(dönüp demir atmalı kıyılara. Direnmeli, yüzleşmeli acıyla.)
Kalemini bırakıyor işte. Duyuramıyorum sesimi ona! Sobanın fişini çekti. Lambayı söndürdü. Son bir kez dönüp bakmadan ardına gitti. Aldım elime savaştığı kâğıdı:
“gittim. Ayaklarım yorgundu.
Elimde kalan sıcaklığın ardından.
Gittim, üşüdükçe parmaklarım.
Ne yazgımdı ne umarsızlığım.
Yolumdu gittim.
Hüznün kıyılarına varana dek…
Karıştım yokluğun yağmurlarına.”

4 Aralık 2007 Salı

KIRMIZI VE BEYAZ - KİRLE PAS


gölge :
ve temel reis bulutların arasından süzülürken ıspanağını sıkıp midesine indirir, ince kascıkları ıspanakla şişer ve söner (bu ıspanağın güç verdiği anlamına gelen bir işarettir), füzeye dönüşür ve temel amca kabasakalı pataklar...

küçükken hepimiz kandırıldık, "bak temel reise ıspanağı yedi safinaz'ı kurtardı, sende ye" yediler, inanmıştık onlara ama kaldırılmıştık, ıspanak bir boka yaramıyordu.

acaba hep çocuk mu kalmalıydık? her daim saf her daim temiz, olup bitenden habersiz, yalan içinde yalan bilmeden... çocukken bizi koruyan meleklerde artık sırtlarını döndüler ve şeytana havale edildik. şeytan kötüydü, kötü kaka melekti. çünkü yukarıdakine karşı gelmiş, boyun eğmemişti. sol omuzumuzda yer alırdı, sağda ise beyaz melek vardı. sol elle ekmek tutulmazdı, çünkü sol tarafta şeytan vardı ve sol elle ancak şeyimizi yıkıyabilirdik. yani sol yanımızı ona tahsil etmiştik, üstelik hiç bir kira talep etmeden. sağ tarafımız ise gayet kutsaldı... tekrar kırmızı meleğe döner isek kırmızılığı ateşten geliyordu. peki iyi olan neden bizi kötüye şutlamıştı? madem bu kadar iyiydi neden yaptı bunu bize?

nese tamam bende sıkıldım bundan.

ben kötü çocuk oldum anne. büyüdüm. bir önemi var mı anne? evet bencede artık yoktu, duyuyor musun beni?

bu pis şehirde, bu kadar kötünün arasında iyi kalmam sencede biraz saçma olmaz mıydı? temiz kalamadık, hiç bir boka bulaşmadan / iyi-kötü boka. söylesene; insanoğlu bu denli temiz/masum kalabilr miydi? hayatın kaçınılmaz nimetleri değil miydi bizi dibe iten?..

çizgi filmlerde öğretiliyordu bize vahşilik, kavga, kovalamaca, aşk vs. tek tesellimiz paslanmadık biz, hala işliyorduk. hiç bir önemi olmasada daha pes etmemiştik en azından. elbette bu demek olmadı ki kabullendik, döngüye ayak uydurup parçası haline gelicez, eşleşicez.. biz sadece kirlendik, bu da hala işlediğimizi gösteriyordu.

ama gerçek değişmiyecek;

hayat bi kumar gibidir, zarları atarsın ve oynarsın. zardaki hile şeytana yöneliktir, bu oyundan daha çok karlı çıkan şeytan oldugu için...