Bu Blogda Ara

31 Ocak 2008 Perşembe

im atölyesi çıktı...



Bugünlerde dışarılar ne kadar da parlak! Bol ışıklı tezgahlar, rengarenk kumaşlar, lüks bir otelin kral dairesini anımsatan küçük dükkanlar…
Bugünlerde sokaklar ne kadar da şen şakrak! Geceleri gökyüzünü yaran, bir türlü durmayan lazerli ışıklar; susmayan dumanlı aydınlıklar; bizim yerimize eğlenen, dinmek bilmeyen renkler; ışıltılar, zırıltılar, ayrıntılar…
Bugünlerde yaşam ne kadar da uzak! Bağıran, çağıran, yanan sönen, kımıldayan, hoplayan, zıplayan anlatımlar, tasarımlar…

Bugünlerde yaşam, içerilere tıkılıyor.
Bugünlerde sanat, salonlarda esir alınıyor. Çocuklar artık çıkmıyorlar sokağa ve çiçekler betonların iktidarında yaşama küsüyorlar. Ölüm severler kazanıyor ve ölüm beton yapıların arasından sararıyor, sararıyor.
Bugünlerde, yaşayan hiçbir şeye izin verilmiyor ama ölüm serbest. Ölen, öldüren, solan, kokan, içi boşalan, uyuşturan her şey meşru.
Sokaklar ölümle dolup taşıyor. Reklam panolarından ölümler akıyor, çiçekçiler ölüm satıyor ve insanlık ölümler kuşanıyor caddeler boyunca. Otobüs camlarına, vitrinlere ölümler asılıyor, kalabalıklar ölüm bağırıyor, sessizlikler bile sanki ölümü tınlıyor. Bugünlerde ölümler, bol ışıklı, bol renkli, cıvıltılı ve ücretsiz dağıtılıyor…
Ölüm severler kazanıyor. Çirkinliğin, kötü müziklerin, kötü sanatın hiyerarşisi kazanıyor.
Bugünlerde hareket eden, birbirine eklemlenen, değişen ve yenilenen hiçbir şeye izin verilmiyor. Sistem denilen bütün, yeniyi hapsediyor; kendi kopyalarını üretip, onları çoğaltıp; eski’nin muhafızlarını aramıza yeni’nin savaşçılarıymış gibi bırakıyor. Bugünlerde isyancılara bile maalesef yine aynı ölüm fabrikalarında üretilen kıyafetler giydiriliyor ve artık hapishaneler insanların içlerine inşa ediliyor. Duvarlar, tomurcukların tam da büyüme noktalarına örülüyor.
Bugünlerde çirkinliğin üzerine ‘güzel’ler giydiriliyor ve inanın güzeli anlamak, tınıyı koklamak ve uyumu tınlamak gittikçe zorlaşıyor.
‘Güzel’ kalmak, yalın kalmak, sanat kalmak, aşk kalmak gittikçe…
Bugünlerde…
Biz de bir şeyler ekelim dedik. Durmaktansa toprağı işleyelim dedik. Yeninin, güzelin ve yaşamın ilk gelişeceği yer olan imlerimizde buluşalım dedik. Bir ‘im’, gerçekliğin zihinde süren inşasının ilk tuğlası ve en küçük, en yalın, en berrak parçasıydı. Ve adımıza, im’in üretildiği yer anlamında, ‘im atölyesi’ dedik.
Okuduk, izledik, tartıştık, yazdık, çizdik ve beyinlerimizde kök salmış ezberleri yerinden biraz olsun oynatmaya çalıştık; im atölyesinde yeninin, güzelin ve yaşamın insan zihnindeki ilk tasarımı olan im’lerimizi imal etmeye; ölüm noktalarımızın farkına varmaya ve bunlardan arınmaya çalıştık.

Ölen ve öldüren bir zamanda karşınıza yapraklarla, im’lerimizle geldik.

Güzelin isyanı olsun bu yazı.
Güzelin inşası olsun bu dergi.
Sessiz bir çığlık olsun.
Pandomim olsun, sanat olsun, aşk olsun.
Yeninin şiiri olsun.
İm’imiz olsun.

BARIŞ ONUR ÖRS
*im atölyesi adana'da çıkan aylık bir dergidir.bu yazı derginin yaprak sayısının girişinden alınmıştır.

YARATICI YAZARLIK ÜZERİNE


Her ciddi uğraş gibi yazı yazma sanatı da kendine göre kuralları ve zorlukları olan bir etkinlik alanıdır. Belki de yazı yazma sanatı, bir sanat olması bakımından, özel yeteneği gerekli kılmasıyla birçok uğraş alanından daha güçtür. Ancak bu güçlük, içinde kuvvetli bir yazı yazma isteği olan genç insanı geriletmez, geriletmemelidir. Çünkü yazı yazmanın da yöntemleri vardır. Belki insanlara eğitimle yetenek kazandırılamaz, fakat, mevcut olan yetenek geliştirilebilir, iyi ve başarılı yazı yazmanın yolları gösterilebilir.
Böyle bir düşünceden yola çıkılmış olsa gerek günümüzde artık dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi ülkemizde de ‘yaratıcı yazarlık’ üzerine kurslar düzenleniyor, makaleler yazılıyor, kitaplar yayımlanıyor. Çoğu belirli bir başarı çizgisini yakalamış yazarların yürüttüğü bu tür etkinlikler hikâye, roman, şiir veya başka bir türde yazı yazmak isteyen genç insanın yazı yazma uğraşına daha dikkatli ve bilinçli hazırlanmasını sağlıyor. Unutmayalım ki, her genç yazar yahut şair adayının ustası kendisinden önceki yazar ve şairler, atölyesi de onların eserleridir. Özellikle yaratıcı yazarlık kurslarında usta bir yazarla karşılıklı iletişim içinde bulunmak genç yazar adayı için iyi bir fırsat hazırlar.
Yaratıcı yazarlık konusunda süreli yayınlarda çıkan bazı makale ve denemelerle de karşılaşmak mümkün. Bunun yanında konuyu çeşitli boyutlarıyla ele alan kitaplarla da karşılaşırız. Amerika’dan ve Avrupa ülkelerinden sonra bu konuda Türkiye’de de bazı kitaplar yayımlandı. İkisi de 2004 yılında yayımlanan Veysel Çolak’ın Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır? Yaratıcı Yazma Dersleri adlı kitabı ile Murat Gülsoy’un Büyü Bozumu: Yaratıcı Yazarlık adlı kitabını burada hemen hatırlayacağız. Bu kitaplara başka kitap adları da eklemek mümkün. Belki yaratıcı yazarlık üzerine yazılan kitaplar ve makaleler başarılı bir yazı yazmamızı tek başına sağlayamazlar. Ama başarılı bir yazı yazmanın yöntemlerini ve sırlarını göstererek yolumuzu aydınlatırlar. Sonuçta yazı yazmak yine böyle bir çabanın içerisine giren kişinin çalışmasına kalıyor. Bunun başka türlü olması da mümkün görünmüyor.
Galiba yazı yazmak konusunda sorulacak sorulardan biri şu olmalıdır: Yazı yazmak istiyoruz, ama, gereğince okumada bulunuyor muyuz? Okuduğumuz eserler üzerinde düşünüyor muyuz? Sanırım yazı yazma konusunda, yaratıcı yazarlık konusunda öncelikle kendimize sormamız gereken soru bu olsa gerek. Belki de yazı yazma sanatında atılacak ilk adım okumaktır. Ancak, burada önemli olan neyi ve nasıl okuduğumuzdur. Unutmayalım ki, okumak hiç de yabana atılacak bir uğraş değildir.
Yazı yazmaya yeni başlayan kişinin önündeki birinci problem dildir. Duymamız ve düşünmemiz yetmez. Onu dille ifade etmemiz gerekir. Edebiyat, dille yeni dünyalar kurmaktır. Yeni bir dünya kurarken de önce malzemeye ihtiyaç duyarız. Sonra onu arzumuza göre şekillendirmek isteriz. Ancak, dil buna izin vermez. Dilin karşı duruşunun geriletilmesi çetin bir mücadele ister. Bu mücadeleyi göze almadan başarıyı yakalamak pek mümkün değildir. Belki de dil, aşılması gereken ilk duvardır.
Yazı yazmak isteyen kişinin hayatı ve insanı iyi gözlemlemesine ihtiyaç vardır. Çünkü yazı, hayatı ve insanı anlatır. Bakmasını ve görmesini bilmediğimiz, bize kapalı bir dünyayı nasıl anlatabiliriz? Önce insana bakmasını öğreneceğiz. Onu anlamaya çalışacağız. Ancak ondan sonra insanı ve hayatı anlatma şansını yakalayabiliriz. İnsanı anlamak ve anlatmak kendimizden başlar. Ünlü Fransız filozofu H. L. Bergson, “İnsan en iyi kendini tanır” diyor. Öyleyse işe kendimizi tanımak ve tanıtmaktan başlamamız gerekecektir.
Yazı yazmak belirli bir heyecanı ve korkuyu beraberinde getirir. Önemli olan heyecanın ve korkunun baskısından kurtulup onları yazı yazmak için etkin kılabilmektir. Yazı sanatının başlangıcında olan insan ancak korkuyu alt edebilecek cesareti kendinde bulduğunda, heyecanını yok etmek yerine onu yazısına taşıyabildiğinde başarıyı yakalar. Çünkü heyecan yıkıcı olmaktan çok yapıcıdır, esere canlılık ve sıcaklık katar. Hata yapmaktan, yanlışlara düşmekten korkmak boşunadır. Çünkü doğrunun, güzelin ve başarılının yolu hatalardan, yanlışlardan geçer. Belki de iyi bir cümleye ulaşabilmek için onlarca kötü cümle kurmamız, bir yığın anlam yanlışına düşmemiz gerekecek. Eğer yazma konusunda yeterince isteğimiz ve cesaretimiz varsa bunları aşma şansımız da var demektir.
Şiir, hikâye veya roman yazmanın belki kurallarından ve yollarından söz edilebilir. Fakat, bunların katı kurallarından söz etmek doğru olmaz. Yazı yazmanın kurallarını ve yollarını keşfetmek bir süreç ister. Bu süreci göze almak gerekir. Her yazar ve her eser bir okuldur. Daima onlardan öğrenilecek bir şeyler vardır. Kişinin yazarını ve eserini seçmesi ayrı bir iştir. Her yazar ve her eser bizim ihtiyacımıza cevap vermeyebilir. Biz, başka eserlerde daha çok kendimizi ararız çünkü.
Başka yazar ve eserlerin yanında asıl okul kendi yazı atölyemizdir. Daha çok orada öğreniriz ve sınarız kendimizi. Hem yazı yazan insanı, hem kendi iç dünyamızı… Zira yazı, kendi iç dünyamıza eğilmemizdir aynı zamanda. Kendimizle didişmemiz, hesaplaşmamız…
Bütün bunlardan sonra kişinin kendine inanması ve güvenmesi gelir. Güven, cesaretle birlikte yürür. Kendimizi önemsediğimizde, kendimize güvendiğimizde kimlik kazanmaya başlarız. Bu da başarıyı getirir. İyi işler yapacağımıza inanmadan iyi işler yapmamız nasıl mümkün olabilir?
Yaratıcı yazarlıkta yazdığımız şiire, hikâyeye, deneme yahut romana kendimizden bir şey katmamıza ihtiyaç vardır. Yaratıcı yazarlığın sırrı da burada gizlidir. Daha önce söylenmiş, yazıya geçirilmiş şeyleri yeniden söylemek yaratıcı yazarlık değil, tekrardır.
Kaynakça
Roberta Allen, “Çabuk Kurmaca”, Çev. Özge Üstüner, külöykü, Sayı: 7, Ocak-Şubat 2006, s. 3-6.
Veysel Çolak’ın Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır? Yaratıcı Yazma Dersleri
Murat Gülsoy’un Büyü Bozumu: Yaratıcı Yazarlık
Necati Mert, Öykü Yazmak, Hece Yayınları, Ankara 2006.
Aydın Şimşek, Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme/Bir Atölye Çalışması, Kum Yayınları, 2006
Zehra İpşiroğlu, Yaratıcı Yazma, Morpa Yayınları, 2006.

Süleyman Demirel üniversitesi edebiyat kulübü

28 Ocak 2008 Pazartesi

"susmaya devam ederken" için



aynı yoldayız, aynı zamanda ve fakat değişken iklimlerde. güneş yok benim başımda, gözleri ağlamaklı bir gece ve ağarmış saçlarını yüzüme sürmeye hevesli bir ay parçası var sadece, gerisi susuzluktan dudağı kurumuş bir hikaye o kadar.

İşte tüm evrenim bu,

Kırılgan ayaklarım, sen gibi… anılarım ise çoğalmaya hevesli doğurgan bir köpek gibi. daha dün göbek bağını kesmiştim yürümekten şişmiş parmak uçlarımın verdiği sızıya benzeyen acılarımın, ne zaman büyüdü de koca bir yürek oldu, hep sızılı

Peki ya ben daha kaç hayat yolculıycam,ne zaman sızıdan arınmış sevda yüklü kalbimi paylaşıcam, ne zaman büyüycem, ne zaman büyük ölcem???

Bu mu payıma düşen? Hep çocuk olmak, hep çocuk ölmek…

süley MAN:)

Sıcak bir yaz gecesinde elimde şarap şişesiyle hatırlıyorum kendimi. Başka zamanlardan ne kadar farklı? Hiç…
Müzik ağırdan işliyor içime, geçiş noktalarında yalnız bir çizgiyim. Farkında olmak kadar zor. Çizgi büyüyor saatler ilerledikçe, melodi ağırlaştırıyor zihnimdeki olguları...
Var olmayı düşünüyorum. Sartre’ın varoluşçuluğuna gönderme yaparak…
Aynı anda Marks ve Lenin’in toplum ve birey kavramlarını düşünerek. Çözümsüzlük koca bir kuyu oldu işte: neyiz buncada karmaşık olaylar içerisinde?
Birazdan yıkılacak duvarlar. Taşlar oynayacak yerinden. Kabulsüzlük diz boyu olacak… Birlikte yattığımız çarşafın kokusuna gidecek bilincim, kızaracak yüzüm.
Marks, Lenin, Sartre bırakacak yerini Özge’ye. Rasgele harfler belirecek kâğıtta. Kalemin mürekkebi bitecek. Gözlerinden geçececiğim.

Kalabalığın tartışmasına katılacağım. İmgeler ve simgelerin varlığını ve beyinlerimizde ettiği yeri çıkaracağım açığa.
Kalabalığın bende yarattığı özgüvenden ayrı tutarak kendimi…
Soğuk bir kış gününde her şeyin dışında tutarak kendimi, “ben” i düşüneceğim sonsuz bir anda. Fotoğraflara bakarak, gözlerimde biriken yaşı yutarak seni ve beni ve bizi düşünerek son bulacak gece. Gece bitecek. Siyah beyaza bırakacak kendini… Ve beyaz, bir damla yaş akıtacak gözlerimden…

24 Ocak 2008 Perşembe

"kırmızı ve beyaz- kirle pas" için


Her defasında boş çekiyordu oltasını, her defasında oltayı atacak gücü veren bir umut eksiliyordu güneşin parlattığı gözlerinden ve her defasında bir pişmanlığı ıskalıyordu aslında. Çünkü yakaladığı her balığı ıslak boncuk gözlerle geri bırakıyordu, belki de çırpınıyor olmasına dayanamıyordu, ölü çıksa sevinerek annesine götürecekti akşam yemeği için ama her defasında merhamet dansı yapıyordu misinanın kestiği avuçlarında,

ve işte bir tane daha ıslatıyor sessizliği çırpınışıyla, ama o da hakediyordu yaşamayı, onu da bıraktı suya, çünkü henüz kirli olan sadece 1 haftadır kesmediği tırnaklarının aralarıydı yüreği değil, çünkü sadece sağ eliyle tutuyordu ekmeği, diğer ucundan kırmızı melek aşırmasın diye, çünkü çıplak ayakları ve kısa pantolonuyla bağıra bağıra koşabilirdi tozuno soluduğu sokak aralarında,

Çünkü henüz çocuktu.

Temel reisin varlığına da inanıyordu, ıspanağın gücüne de. inandırıldığı her şeyi kabullendi, yaklaştırıldığı her şeyi benimsedi, söylenen her şeyi özümsedi, değer verilen her şeyi sahiplendi ve unutturulan hiçbir şeyi bir daha hiç hatırlamadı.

Ama,

Hayatın çizgi filmlerdekinden daha vahşi, insanların daha kavgacı olduğunu anladığında, oltasına takılan balıkla annesinin akşam yemeğinde sofrasını süslediği balığın aynı olduğunu anladığında,bir türlü temiz kalamamasının nedeninin tırnak arasındaki lekelerle bir ilgisinin olmadığını anladığında artık büyümüştü…

Zarları hep sağ eliyle atıyordu, hangi eliyle atacağı unutturulmamıştı, ama hep kaybedendi, zar büyük geldiğinde kazanan olduğunu sanıyordu, oysa bilmediği şey; zar kimin elindeyse kaybeden oydu.

Süley MAN :)

11 Ocak 2008 Cuma

an'da asılı kalma-ya

AN ların toplamı değilmidir "yaşam" ve birleştiren değilmidir bunu "zaman"... ve aslında anılar değilmidir "zamanı ANlatan" "yaşam" dan artakalan...
AN elbette gerçektir, soluduğun cigara kadar , demlendiğin alkol kadar, seviştiğin ten kadar. bu yüzdendir ki "asılı kaldığın an"da tebessüm tek tesellindir gözünden yanağına ırmaklar pahasına...
peki terketmek mi kurtaracak AN'lardan kalan biraz yalan kokuşlu, biraz kendini beğenmiş, biraz sinirini başını koyduğu yastıktan çıkarmış, biraz geceyi beklemiş darmadağın etmek içinbakışlarını, biraz umudunu giriş kapısının önünde büyüttüğü çiçeğin ayaklarına saklamış, o kısır mutluluk kırıntılarını...
bırak o üç tombul şişe odada kalsın, bırak buzdolabının üstündeki not büyüsün çoğalsın, "anlar doğursun" terketmeye hazır olduğun kenti "anılarla doldursun"
GİTMEMELİSİN!
Çünkü...
Boynun değil asılı olan anda, AN senin boynunda, sen gidersen o da gelir ve anıları getirir peşine, madem çıkarmak istemiyorsun boynundan o halde "değiştir" değişebileceğine inadığın kadar, "vazgeç" cesaretinin yettiği kadar, "sabret" tahammülün kadar ve "inan" gücün kaldığı kadar...

süley MAN :)