Bu Blogda Ara

26 Eylül 2008 Cuma

"im atölyesi" YERALTI SAYISI çıktı


kuşlar yeraltına girecekmiş bundan sonra
...benden korkma...

kafanı karıştırmasın ölüm
yaşamak yağmurlu bir gündür
...benden korkma...

içimde yağmuru taşıyorum
ki yağmur bulutun ölümüdür...

ben bir şarkı
ben bir şarap
ben bir yağmur
ben ölümlü bir bulutum

...şemsiye açma...

25 Eylül 2008 Perşembe

memleketimden felaketin resmi


Adana'nın en kuzeyinde “5700 nüfusu bulunan bir ilçenin anlatılacak ne kadar şeyi olabilir” diye düşünülebilir. Sıradan bir hayatı belki isteyerek belki isyan ederek yaşayan insanlardan oluşan, yabancılaşmayla henüz tanışmamış,küçük bir ilçe Tufanbeyli.

Oraların havasını solumuş, insanların sıcaklığını yaşamışsanız, geçmişinize bırakmaz en yeni günlerinizde en güzel anılarınızda yer verirsiniz ona. Öyle güzel kuruludur ki yaşam orada, kişiler hep "herkes”tir. Etnik zenginliğine rağmen çerkezi, kürdü, alevisi ve sünnisi yalnızca insan olarak değer görür. Kadını ve erkeği de. Abartmak değil maksat. Bir gerçeğin zihnimde ettiği yeri anlatmak istiyorum sadece. Hayallerini kurduğumuz; o dil, din, ırk ayrımı gözetmeden yaşamak istediğimiz dünyanın bir örneği sayabileceğimiz, şimdilerde ciddi bir tehditle karşı karşıya olan bir yerleşke.
Termik santral!

Benim memleketimde on yıllardır bir söylenti olan santral. Herkesin bel bağladığı, iş bulmayı umut ettiği termik santral. Yıllardır yazın tarlalarda çalışıp ışın evinden çıkamayan, yazları biriktirdiği parayla geçimini kıt kanaat sağlayan yöre halkı dört gözle bekledi bu santralin yapılmasını. Bu sene güldü yüzü hemşerilerimin. Çünkü bu sene temel atma işlemlerini başlattı yetkililer. Bulunduğumuz yerlerden karşı çıkmaya çalıştık kendimizce. Görüştüğüm her Tufanbeyli’ liye anlattım termiğin zararlarını. Biraz tedirgin olsala da karşısında duracak gücü bulamadı hiç birisi.

Şimdi sızlıyor içim. Neden santral için burası seçiliyor tartışmalarına girmeyeceğim. Bu yazıda amaç iş bulacağını sanıp da bir kaç yılının refah içinde geçeceğini umud edenlere,bu tehdide dur demeyerek, yapılacak olan bu santralle çocuklarına solumaları için nasıl bir hava bıraktıklarının farkında olmayanlara bir farkındalık yaratma yalnızca, dilimin döndüğünce.

Yadsınamaz bir gerçektir ki Türkiye enerji alanında gelecek için sağlıklı kararlar almayı hiç başaramadı. Bu konuda öncelik bu alanlarda tekelleşmiş şirketlerin cebine girecek olan para miktarıdır. Toprağın, doğanın ve insanın göreceği zararlar düşünmeye bile değmemiştir. Enerjide alınan yanlış kararların bedeli; yıkıma uğrayan tarım, turizm, ormancılık, doğal yaşam, doğal kaynaklar, devasa sağlık harcamaları, işgücü kaybı ve en kötüsü de insan hayatı ile ödenmektedir. Bu tür santrallerin yıllar boyu topluma ödettikleri bedel, üretilen elektrik ve yaratılan istihdam gibi yararları kat ve kat aşmaktadır.

Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun resmi raporlarına göre termik santrallerin bacalarından çıkan partiküller ve kazandan alınan külde radyoaktivite vardır. Rüzgar ve yağışla küller çevreye yayılmakta veya toprak altına sızarak yer altı sularının kirlenmesine neden olmaktadır. Yöneticiler ve endüstri, radyoaktivite için bir tehlike olmadığını iddia etseler de çok küçük radyoaktif parçacıkların vücuda girdikten sonra hücrelerin duvarlarına tutunarak dokuları ışınladıkları bilinmektedir. Yayılan kurşun, cıva gibi ağır metaller merkezi sinir sistemini etkiler. Anormal doğumlar, gelişme bozuklukları ve öğrenme yeteneğinde azalmaya neden olur. Bunun yanında atmosfere karışan gazların neden olduğu asit yağmurları canlılar, toprak ve suyu doğrudan etkilemektedir.

Termik santrallerin diğer bir boyutu da bütün insanlığı tehdit eden küresel ısınmaya olan katkısıdır. Kyoto Protokolünü, ABD ve Avustralya ile birlikte dünyada imzalamayan 3 ülkeden biri olan Türkiye, atmosferi kirletenler sıralamasında 13. sıraya yükselmiş ve 1990-2004 yılları arasında %110‘luk artışla sera gazı emisyonlarını en hızlı artıran ülke olmuştur. Küresel ısınmadan en fazla etkilenecek ülkelerin başında da ülkemiz gelmektedir. Termik santraller kurulmasının tüm dünyada yasaklanmasının istendiği bu günlerde Ülkemizin en temiz ve bakir bu alanları kirletilmek ve yok edilmek isteniyor.

Termik santralin; Kayarcık köyü yakınlarına kurulması planlanıyor. Kömür havzasında Yamanlı, Kayarcık, Pınarlar ve Taşpınar köyleri bulunuyor. Bu köylerde 635 hanede yaklaşık 3500 kişi yaşıyor. Santralde kullanılacak düşük kalorili linyit kömürü ve kireç taşı konvansiyonel iş makineleri ile açık ocak işletme yöntemiyle çıkarılacak ve üretim sırasında malzemeyi gevşetmek amacıyla patlatma yapılacaktır. Linyit ve kireç taşının çıkarılıp, santrale taşınması ile yaklaşık 10 000 dekar verimli tarım arazisi yok olacak, temel geçim kaynağı tarım olan bu nüfus doğrudan olumsuz etkilenerek ve göç etmek zorunda kalacak.
Bu santral, Tufanbeyli‘ye bağlı köylerin tarım, mera, orman ve potansiyel orman alanları ile yakın çevresindeki Saimbeyli ilçesinin köyleri ile orman alanlarını da etkileyecek. Soğutma suyunun sıcak su olarak dışarıya verilmesi ile de kaynak ve çevresinde önemli ekolojik değişiklikler meydana gelecek. Ayrıca kül ve baca gazları yeraltı ve yerüstü sularının kirlenmesine neden olacak. Termik santrallerde kullanılması gereken kömürün kalorisi 3000 - 4000 Kcal olması gerekirken, Tufanbeyli havzasındaki kömürün kalorisi 900 Kcal‘dir. Bu nedenle doğaya salınacak gazların ve külün yukarda açıklanan olumsuzlukları tahmin edilenden daha ağır olacak.

Tufanbeyli halkına burada çok ciddi sorumluluklar düşüyor. Ancak onların başlatacağı bir mücadele bu felaketi durdurabilir. Bergama köyüleri gibi, Sinop ve Akkuyu halkı gibi insanlık alemine ve gelecek kuşaklara olan sorumluluğumuz adına, tüm canlılarıyla birlikte doğaya ve çevreye saygımız adına, sürdürülebilir bir yaşam ve kalkınma uğruna santral yapımına dur diyelim.

24 Eylül 2008 Çarşamba

sol kemalizm

Hep “sol liberaller”i yazıyoruz ya... Elbette yetmez. Eksik kalır. Düzen’in “sağ”ına da, “sol”una da vurmak gerek. Boş bırakmaya gelmez bu ikiz kardeşleri...

Aşağıda okuyacağınız yazıyı 10 yıl önce yazmıştım. 1998 ya da 1999’un 25 Nisan’ı olmalı, (Türkiye’de) Özgür Bakış ve (Almanya’da) Özgür Politika gazetelerinde yayınlandıkları tarih. Arada eski yazıları yeniden okumak öğretici olabiliyor, yazar bakımından da, okur için de. Emin olun tembellikten değil o yazıya yeniden dönmek. Göreceksiniz, güncel.

Benim görüşlerimde değişiklik yok.
Okurlarda olabilir.
Yazının sonunda “Kürtlere sorun” demişim. Bu ihtiyaç bugün de geçerli.
“Aydınlanmacı”, “milliyetçi” “Türk komünistler”in aynı yerde otladıkları kuşkusuz. Sadece şimdi daha cüretkarlar; iş düştü ya, boşluk dolduruyorlar...

Liberallerse, “ölümü gösterip ölümlerden ölüm”ü satmaya oynuyorlar. Onlar hep satıcıdırlar; kapitalizm bu, her şey meta ya... Bakın örneğin ne demiş Oral Çalışlar: “Türk sol hareketi, militarizmle, milliyetçilikle geçmişte de köklü ilişkilere sahipti. Türkiye’deki sol hareket, Kemalizm kökenli olarak da adlandırılabilir. Bu saptamayı yalnızca sosyal demokratlarla sınırlı da görmemek gerekiyor.” Bak sen! Daha dün Cumhuriyet’te yazan, önceki gün Aydınlık’ta devrimcileri gammazlayan personel, bugün liberal tarafta nasıl da “sol”dan eleştiri yapıyor!..

O zamanlar bizi anlayamayan devrimciler ise, (herhalde) şimdi görüyorlardır...

“Türk komünistlerini” “doğaları gereği Kemalist” görenlerse, kimbilir şimdi nerelerdeler...

Hayat böyle işte.

Ah hayat!

Gerçekler!

Ah her zaman devrimci gerçekler!..

Neyse...

Yazı işte bu:

Sol Kemalistler ilerici midir, faşist mi?
Ordu’nun restorasyon darbesi, Kemalistlerin görece güçlenmesi ve laikliğin gündemleşmesiyle birlikte Türkiye sosyalist hareketi içinde sol Kemalizm de yeniden tartışılmaya başlandı. Tabii Kürt savaşı ile birlikte toplumun tüm kesimlerine sızan şovenizm de, “ilerici milliyetçilik”in temsilcisi sol Kemalistleri ilgi odağı yapmakta bir rol oynadı. Şimdi onların bir bölümü iktidarın en büyük adayı oldu. Dolayısıyla bu sorun tartışılmalı.

Türkiye sosyalist hareketi içinde, sol Kemalistleri bir müttefik olarak görenlerin onun belirleyici karakteristik özellikleri olarak ileri sürdükleri, aynı zamanda, faşizmin temel ilkeleriyle de uyum içindedir.

İsterseniz bunları tek tek görelim:

1. Faşizm de laiktir; Kilise ve din hiyerarşisi gibi yerleşik din kurumlarına şiddetle karşıdır…

2. Faşizm de ezilenlerin lehine bir söylem kullanır, emekten yana sloganlarla yüklü bir “sistemi radikal reforma tabi tutma”ya yönelik yığın hareketidir, antiburjuva ve anti-seçkinci bir dili vardır ve kuşkusuz kendi elitine da sahiptir…

3. Faşizm de liberal emperyalizme şiddetle karşıdır, onun kurumlarıyla kavgalıdır. Bu karşıtlığın milliyetçiliğine ilişkin nedenleri olduğu gibi, onun kozmopolit görüşlerine karşı ideolojik/kültürel nedenleri de mevcuttur…

4. Faşizm de, devletçiliğine koşut olarak kamucudur…

5. Faşizmin de “pozitivist bir aydınlanmacılığı” sözkonusudur…



Tabii başka benzerlikler de bulmak mümkündür. Örneğin,

1. Faşizm de, militaristtir ve Ordu kurumuna yüksek değer biçer…

2. Faşizm de şovendir, aşırı milliyetçidir…

3. Faşizmin de vesayetçi ve otoriter bir yönetim anlayışı vardır, kitleleri gütmeyi, korporatist örgütlenmeyi yeğler…

4. Lidere tapınma faşizmin de önemli bir niteliğidir…

Evet, “en büyük şeytan” dediği Anglo-Saxon emperyalizmiyle savaşmış olması nasıl Hitler Faşizmini anti-emperyalist yapmazsa, bugün Türkiye’de de kimilerinin Yeni Dünya Düzeni’ne ve küreselleşmeye “ulusal çıkar” saikleriyle karşı çıkıyor olması, tek başına, onları ilerici ya da anti-emperyalist yapmaya yetmiyor. Üstelik, bu konulardaki muhalefetlerini faşist diye belledikleriyle ve kapitalist devletin zor aygıtlarıyla paylaştıkları da ortada.

Bir zamanlar MHP’nin seçim sloganlarından biri şuydu: “Bu buhran bitecek, fabrika işçinin olacak!” Tabii bu MHP’yi solcu yapmaya yetmemişti. Tek başına bir devletçi “kamuculuk” bugün de solculuk beratına sahip olmak için yeterli olamıyor…

Nasyonal sosyalizm, her yerde faşizmdir. Almanya’da da, Türkiye’de de… Zaman ve mekana ilişkin farklılıklar özdeki aynılığı gözden kaçırmamalı…

Kimi “eski tüfekler” bir zamanlar tabutluklarında çile doldurdukları sol Kemalizme sığınabilirler. Bir zamanların hızlı solcuları, işkence gördükleri mahfillerle Kürtlere karşı işbirliği de yapabilirler… Onlar artık sol Kemalizmin tetikçiliğine de soyunabilirler…

Bütün bunlar, biz Marksist sosyalistleri, sol Kemalizmin tabutluklarına ya da işkencelerine bir kez daha mahkum edecek argümanları haklı çıkarmaya yetmemeli…

Bir daha düşünün bakalım, neymiş bu “sol Kemalizm” dedikleri…

İsterseniz bir de Kürtlere sorun bakalım…

Haluk GERGER

kırılamazsa şişeler

Garip bir nem kokusu havada. İçi çürüyen insanların soluklarıyla dolu şehir. Bir an unutup tüm tükenmişlikleri, şaraba vuruyorum.Varsın virane kalsın her şey...

Şarap da gitmiyor tadından öteye. Kriz belki, belki bir yüzleşme. Kulak kesiyorum uzaktan gelen her sese. Her gölgeye.Umut kötülüklerin anası oluyor, işkenceyi uzattığı için.


Havanın kokusu ağırlaşıyor git gide. Belki, hala düşünüyor olmak, bulanmasını önlüyor midenin. Birileri düşüyor uçurumlardan, elimi uzatsam tutacak kadar yakınken kalakalıyorum yar-ların kenarında. Kırılan şişeler ve vazgeçilen gülüşlerle doğsun diye bekliyorum güneşi,doğuya bakan pencerede!

Doğacak güneş, gün ağaracak...İnsanların soluğunda ki küf kokusunu alacak. Kapımı çalacak bir mahalleli çocuk, laboratuarda incelediğim tek hücreli bir canlı.Nefesini alacağım nasıl unutulduğunu hatırlayan çocuğun… Bir sinema bileti tadında yaşanacak ilişkiler, gün batımları da kırılamayan şişeler!

geçecek bilirim

sabahın erken saatleri.gözlerimi uykudan zor alabiliyorum ama neden bilmiyorum direniyorum...

canım sıkılıyor can sıkıntısından çabuk bıkılıyor.

binbir soru aklımda. ucunu birleştiremediğim bir bir soru. kentin yolları.ne çok insan ne çok ttaşıt taşır kentin yolları.aklıma gelirsin sabah öğle akşam...uzaklaşmaya çalışırım. faydası olmaz ama. şimdi gibi ne söyleyeceğimi bilmeden kalakalırım.

atarım elimden kalemi.neyi nasıl anlatayım ki.olguları birleştiremezken içimde!
tek bir şey biliyorum. geçecek biliyorum. acıta acıta, kanaya kanaya geçecek bilirim.

20 Eylül 2008 Cumartesi

yoldan ayrı

Nasıl olmalı diye yazıp çizmelerin ve nasıl oldu diye düşünmelerin üzerine yine nasıl olmayacakların bir öğretisini yapmak galiba yaşamdan bir kaç an'ı yakalayabilmiş olmanın ispatıdır.

Algıların açılmışlığının, deneylerin nasılda tecrübe oluşturduğunun göstergesidir.

Hayat oradan oraya, uğraştan uğraşa itip dururken bizleri, bu karma karışık zihinlerimizden çıkan bir kaç güzelliği avuçtan avuca taşıyabiliyoruz her koşulda.Yeniden üretebiliyor yeniden tartışabiliyoruz. Öylesine benimsemişiz çünkü yarattığımız bu aykırı hayatı.

Bizden deneyimce büyük olanlar, karanlık tarihleri doğrudan yaşayanlar, o tarihleri dolaylı olarak anlatan bizleri,yüzlerinde bir tebessüm olarak simgeliyorlar. Belki biliyorlar bir gün yorgunluk hissinin bizde de belireceğini.

Ama bilir kervandan ayrı yola devam edenler, bilir uğraşların yeni ufuklar açtığını. Gün doğumunu ve gün batımını başka gözlerden izlemenin zevkini.

sıra-dan çıkıp (sıra)dışı olanlara;

ruhumuzda ki üretme sevdasının hiç bitmemesi dileğiyle...

19 Eylül 2008 Cuma

yanılma

kaldırımlara vurmak lazımdı yeniden.
-düşün-lerin uzaklaşması için içinden.

...yanımda duran biri vardı. ben hızlandıkça hızlandı, yavaşladıkça yavaş...dedim ona yasak elmayı kopardım ben,bu dünya da yaşanmaz. elma kurtlandı yinede yemek isterim hala! nedir bende ki bu hal?
yanağında hafif bir çukur,
dedi: "hapı yutmuşuz biz.artık istesende edemezsin terki diyar. kim verdi bize onu bilmem yutupta gerçek dünyaya dalmışız biz. matrix"...

hikayeler yaratmalı yarı yoksun hallerden.

ne gerekir yazmak için

Yazmak için vakit arandığında işler kötüye sarar. Elinizde, kağıt ve kalem öylece beklersiniz. Oysa zihin doludur gündemle, deneyimlerle ve gözlemlerle.
Benim ülkemde her vakit yazacak şey vardır neticede.

Bir birini tekrar eden olaylar dizisi.Dalaşmalar, yoksulluklar ve yolsuzluklar.Tercihlerinden dolayı ötekileştirilen hayatlar.Yeni çıkan yasalar...Sürekli değişen yönetmelikler ve maduriyetler...

Tanık olunan yada bire bir yaşanan hayalkırıklıkları.Bir ülke galiba böyle vakitlerde terk edilmek istenir hep.

Olay çok. Karakter çok. Zaman ve mekan sıkıntısı yokken,seyirciler yerini almışken ve sahnenin ışıkları her daim açıkken, kalem ilerlemiyorsa kağıt üzerinde, kelimeler o anlamlı bütünü olşturamıyorsa, küsülür o coğrafyaya ve gidilir yeni olana...

Yine de inadına kalıp, zorlarsa insan kendini içindekileri kusmaya...
İşte döner kendine herşey. Döner dünya yirmi dört saat, yazan için.
Bu, günden güne çirkinleşen yeryüzünde, yazmak için vakit beklenmemeli.
Yazmak için derin bir nefes yeter!

12 Eylül 2008 Cuma

yeniden yazmalı şimdi...

12 eylül rejiminin blançosu:

yüz binlerce insan gözaltına alındı.
210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
Sendikalar, kitle örgütleri, siyasi partiler kapatıldı.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadılar.
14 kişi ölüm orucunda öldü.
On binlerce öğretim üyesi ve aydının işine son verildi.
On binlerce insan işkenceden geçirildi. 50 kişi idam edildi.
Böylece Türkiye karanlığa gömüldü.

12 Eylül rejiminden çıkan korku ve sığlık iç içe geçtiği toplumumuza ve tarihimize mal oldu.
onların inançları yüksek, korkusu alt düzeydeydi.
Oysa toplumda korku inancın üzerine çıktı. Toplum hafızasını, reflekslerini yitiriyor. Değerlerinden uzaklaşıyor. İnanç sayfalarıyla sıkışmış, insan dışı reflekslerden arındırılmış, hep su verilmiş bireylerden oluşan topluluk en büyük düşünüzdü.
Meraklanmayın, rahat uyuyun.
Bir kavga kalan son kişi ölmedikçe kaybedilmiş sayılmaz.
Son kişi kalıncaya kadar, bir kişi unutulmamış ise o işi ölmemiştir.
Biz sizleri unutmadık.

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları,
Aşk ile sevmek bir güzelliği ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
İşte yüzünde badem çiçekleri,
Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
Sen misin seni sevdiğim o kavga?
Sen o kavganın güzelliği misin yoksa?
Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek,
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…

11 Eylül 2008 Perşembe

Su, Kraliçe ve James Bond


Neo-liberalizm azgın saldırılarına devam ediyor. Dünya Su Konseyi suyun ticarileştirilmesi için tüm dünyada sıkı bir çalışma yürütüyor. Bunun sonuçlarından biri de bu yılın başlarında TBMM’den geçen su ile ilgili düzenlemelerdi. Bu düzenlemeler su kaynaklarının özelleştirilmesinin önünü açıyordu. Şimdi bunlar da yetmemiş olmalı ki yeni bir program oluşturulmaya çalışılıyor.

TÜSİAD’ı bilirsiniz. Hani 12 Eylül 1980 öncesinde orduya darbe yapması için çağrıda bulunan patronlar kulübü. Hemen her konuda bir dediği ikiletilmeden yerine getirilen “dernek”. Son dönemde hemen her konuda bilim çevrelerine bir takım raporlar hazırlatıp “kamuoyuna” sunuyor. Ama kamuoyu pek ilgilenmese de hükumetler bu “tavsiyeler”i şevkle yerine getiriyor.

Şimdi bu TÜSİAD “TÜRKİYE’DE SU YÖNETİMİ: SORUNLAR VE ÖNERİLER” başlıklı bir rapor daha hazırlatmış. Şaka değil 215 sayfa. Suyun ne olduğunun tarifinden, dünyadaki su kaynaklarının dağıtımına, suyun verimli kullanımından, yasal sorunlara kadar.

Ne yapılması istendiğini en iyi özetleyen yeri birlikte okuyalım:

“ Ancak örneklerin ortaya koyduğu sonuç şudur: Su kimsenin malı değildir, olamaz; ancak suyun paydaşları vardır. Dolayısıyla, akılcı ve gerçekçi bir su yönetimi tüm paydaşlarının katıldığı, taraf olduğu ve dolayısıylasuyun paydaşları arasında hakkaniyet, eşitlik prensibine göre kullanımının sağlandığı bir süreçtir. Bu noktada tabiatın da suyun bir paydaşı olduğunu hatırlatmakta yarar var.”

Demek ki :

1- Su kimsenin malı olamaz.

2- Su akılcı ve gerçekçi bir biçimde tüm paydaşları tarafından yönetilmelidir.

Bu iki fikir birbiriyle çelişmiyor olsa da şu soruları da sormamıza engel değildir:

“Akılcı ve geçekçi” demekle ne ifade ediliyor ?

“Paydaş”tan kastedilen nedir ?

Milyonlarca şehirli mi? Milyonlarca çiftçi mi? Peki demokratik bir hukuk devletinde yaşıyorsak mevut TBMM, Belediyeler, İl Özel İdareleri ve demokratik kitle örgütleri bu “yönetimi” sağlayamıyor mu?

TÜSİAD illa “yönetişim” istiyor. Yani uluslar üstü tekeller (NESTLE, COCA COLA vs.), üç-beş yerel zengin, sivil toplum örgütleri (Demokratik Kitle Örgütleri değil), sorun çıkarmayacak birkaç belediye ve il özel idaresi.

Evet mülkiyeti herkese ait olan suyun yönetimi böylece “ehil” ellere devredilmiş olacak (!)

Bu bir demagojidir. Mülkiyet mülk üzerindeki sonsuz tasarruf yetkisidir. Eğer suyun yönetimi bir takım kişilerin eline devrediliyorsa aslında mülkiyeti de devrediliyor demektir.

007 Bond, Hollywood endüstrisinin ideolojik mamullerinden birisidir. Dizinin her bölümü kapitalizmin aktüel düşmanlarına karşı bir ideolojik altyapı oluşturur. Bu düşman kimi zaman Ruslar, Çinliler, kimi zaman Arap teröristlerdir. James Bond her zaman kazanır ve Majesteleri Kraliçe’nin takdirini alır.

James Bond’un önümüzdeki dönem çıkacak son filminde Bond, su kaynaklarına saldıran teröristlerle savaşacakmış.

Peki biz suyun gerçekten demokratik bir yönetimini talep edersek ne olacak ?

Majesteleri ve onun ajanları bizi hangi kategoriye sokacak?

Tanrı kraliçeyi korusun.

HASAN CENGİZ

10 Eylül 2008 Çarşamba

Renkler ve Yakıcılığı


"öte"sinde birşeyler aramak için geç olmuş zaman.
"beri"sini algılamak için erken.

duru bir su gibi akıp giden "an"
ve "an"lamak için devinen ergen.

çığlığı renklerin "uzak"tan gelen,
ve yakıcılığı;"yakın"da duran.

henüz yeti kazanmamış uvuz,koşmak için
yürümektense yorgun.

uzatınca eli, değiyor anılara,
"...lar" renklerle bezeli.

zihin karmaşık bir problemi çözmeye ayarlı değil henüz.

renkler:
anlaşılmaz, çözümlenemez, yakıcı, uzak, zor!
renkler:
zamanın ötesinde ve berisinde ulaşılmaz bir yerdeler.

EKİNYAS

9 Eylül 2008 Salı

"SURETLİKTE BİR SOĞUK KÜVET" İÇİN

Soğuk taş ürpertti ellerimi ilk dokunduğumda, ölüleri anımsattı mermer soğuğu. İçimden çıkmak için haykırmak geldi , içinden çıkmak için hamle yapmak. kahkahalarımın kırdığı aynalar batıyordu elime su artık rengini kaybetmişti, bense kendimi…
Gözümü tekrar açtığımda hala içindeydim ıslak kızıllığın, daha yoğundu şimdi , gücümü emiyor gibiydi, artık istesem de ulaşamazdım “açık olan”a, ulaşabildiğim tek suretlik “yansıyan”dı ıslak kızıldan. Ve… kapatmak üzereyken son kez gözlerimi güneş ışığının yengisini gördüm, suretliğe teğet kırmızı beyaz bir çizgi gibiydi, artık zorlamıyordu kendini içeriye girmek için, beyazın yengi’siydi bu adeta, sırf cesaret vermek için bana. Elimi kaldırdığımda avucumdan damlayan ıslak kızıl yerde parçalanmış suretlikleri kapladı birer birer . ve artık bakabilirdim, görebilirdim de… şimdi daha bir cesur uzandım güneşe siper olmuş perdelere doğru, saflığını kirletmek pahasına. Ve ışık…
Şimdi gücümün ruhumdan geldiğini anlıyordum. Çünkü öğrendim ki zayıflığım, bütün canlılarla aynı havayı solumaya başladığım o ilk gün gibi çıplaklığı değildi bedenimin, o çıplak beden, gücüydü sımsıkı sardığı ruhumun.
Acını biliyorum, her saniye daralan bir çemberin orjininde yaşamak gibi, ne zaman sıranın geleceğini bilmek ama sıra sana gelene kadar gidenleri görmüş olmanın verdiği acıyı tatmak gibi, uzanan eli görmek ama bir türlü onu tutamamak gibi…
tut elinde acılarını, onlar gücün olacak bir gün.
Şimdi uyan usulca…


süley MAN :)

6 Eylül 2008 Cumartesi

KÜRESELLEŞME ve TARIM POLİTİKALARI


1980′li yılların sonunda Sovyet Bloğu’nun dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile adına Yeni Dünya Düzeni denilen küresel kapitalist sistem, tüm halleriyle “çıplak gözle” görülebilecek bir biçimde ortaya çıkar…

Kapitalizm, dinamikleri; IMF, DB ve DTÖ aracılığıyla ulusaşırı şirketleri dünyanın en ücra noktalarına nüfus edecek şekilde yaygınlaştırır, egemen kılar. Kapitalizm küreselleşir /küreselleştirilir.

Küreselleşme süreci, ulusaşırı şirketler için bütün dünyayı açık pazar haline getirme yolunda ilerlerken, üreticiler/tarımcılar da pazara açılma politikalarından ve serbest piyasa kapsamına sokulma çalışmalarından kurtulamaz.

Yaşama hakkının temel ölçütlerinden birisi gıda egemenliği ve güvencesidir. Gıda egemenliği, yaşamın idame ettirilmesinden öte, yeterli ve sağlıklı beslenme ihtiyacını da içerir. Hem gıda egemenliği ile güvenliği hem de gıdanın kaynağı olan tarım, bu nedenlerden ötürü piyasa ekonomisinin risk ve belirsizliklerine bırakılamayacak bir öneme sahiptir.

Küresel kapitalizm tarım sektöründe DTÖ, IMF, DB aracılığıyla ulusaşırı şirketlerin egemenliğini tesis ediyor. Dünyanın her tarafında şirket tarımcılığına karşı; sürdürülebilir köylü tarımı -aile çiftçiliği- mücadelesi de gelişiyor. Bu çalışmanın sürdürülebilir köylü tarımı mücadelesine az da olsa bir katkısı olursa, amacına ulaşmış olacaktır.

Yazan : Abdullah Aysu

272 sayfa

Su Yayınları