Bu Blogda Ara

29 Aralık 2009 Salı

kpss götümü Ye


COĞRAFYA
Hoca: Laterit kızıl renkli topraklara denir. Yıkanmış topraklardır bunlar.
Kız: Yıkanmış derken hocam?
Hoca: Yani bol yağış alan değil mi? Çok sulanan topraklardır.
Hoca: Bunları yazarsanız iyi olur siz bilirsiniz.
Kız: Yazalım mı hocam siz söyleyin. Yani...
Hoca: Alim unutmuş kalem unutmamış.
Hoca: Yani çocuklar coğrafya net tarih gibi öyle ha benim yorumum bu, senin yorumun şu, yok neyse ne! Bu nedenle işimiz daha kolay. Gitti mi tam gider yani soru!
Diğer bir kız: Evet hocam
Hoca: bi ara verelim mi sıkıldınız mı? (Sınıf sessiz kalır ara verilir. Derse gelen hoca bir saat daha anlatır, testler vererek gider)
TARİH
Hoca: Merhaba
Sınıf: Merhaba(cılız ve ölü bir tonda)
(hoca zaman geçirmek ister gibi kürsüye geçer ve önündeki notları karıştırır)
Kızlardan biri: Hocam Test 11 in cevaplarını vermediniz.
Hoca: Vermedim mi?
Kız: Vermediniz hocam.
Hoca: Haaaaa tamam ben bi içeri bakıp getiriyim.
(bir kaç kişinin kendi arasında fısıldaşmasını saymazsak sınıf sessizlikten ölmektedir.)
Hoca: Evet. Osmanlı Devletinin kuruluşu test 11 değil mi? Elinizdeki bu değil mi sizin?
Önden Biri: Evet hocam Test 11.
Hoca: Bir adana iki bursa üç bursa dört ceyhan beş adana altı edirne...
(yarım saat sonra)
Hoca: Türk milletinin demokrasi kültürü yoktur arkadaşlar. Osmanlıdan beri padişah, yani yönetici tanrı gibidir. Osmalının en büyük özelliği nedir vatandaşına kul diye bakar. Öyle görür.
Askerin olduğu yerde de demokrasi olmaz. Geçen televizyonda izledim geçen dediğim dündü galiba, bir kaza oluyor istanbul'da polis gelmiyor tabi ambulans gelmiyor. Arabasından çıkanlar bir araya geliyor ve polisten ambulanstan önce "asker nerde" diyor. Yani biz böyle bir milletiz. Bizde şekil önemlidir şekil tamamsa içi boş olabilir. Neyse bi ara verelim devam ederiz... Arkadaşlar çok da panik yapmayın ben böyle ders dışı konuyu biraz dağıtıyorum, nisan mayıs aylarında soruyu okumadan cevaplayacaksınız yani… bi de bizim avantajımız coğrafya gibi değiliz biz soru tipleri belli o nedenle bi konuda farklı ne sorabilirler biz hepsini göreceğiz o yüzden kasmayın, hadi bi ara verelim.
(sınıf hocanın anlattıklarından etkilenmiştir "ulan ne güzel konuşuyo herif yaa" der gibi hocaya bakmaktadır. Çok yavaş adımlarla herkes dışarı doğru yönelir)
MATEMATİK
Hoca: Hahahahaha bulurum ama seni! (derse girmeden dışarda dersine giden başka bir öğrenciyle gırgır yaparak) Merhabaa nasılsınız çocuklar görüşmeyeli?
Sınıfta Herkes: İyiiii!!! (gımgum namnum edenlerle birlikte)
(biraz elindeki notlarla uğraşarak)
Hoca: Ben test 12 nin cevaplarını verdim mi?
Kız: Yok hocam vermediniz.
Hoca: Tamam nerdeydi buuuu şu değiiiill bu sizinki değiil. Ben ona içeri bi bakıyim.
(hoca gelene kadar sınıfta müthiş bi sessizlik hakimdir kimse hocadan başka kimseyle konuşmam havasındadır kahramanımız da müthiş bi sessizlik içindedir fakat bundan rahatsız olduğunun farkında olan tek kişi olduğunu düşünür bu süre içinde...
Hoca: (hızla sınıfa girer ve yüzünde her şeyi nasıl da size öğreteceğim gülümsemesi hakimdir mimiklerine) Test 12 idi değil mi?
Önden biri: Evet hocam.
Hoca: Bir adana iki adana üç bursa dört edirne beş ceyhan altı denizli...
Kızlardan Biri: Hocam dördü tekrar söyleyebilir misiniz?
Hoca: Dört ne dediiik edirne...(bu fasıl biter)
Hoca: Geçen hafta ne işledik
Kızlardan biri: Rasyonel sayılar
Hoca: Evet. Bu hafta köklü üslü onlara bakıcaz ikinci derste de bi deneme yapıcaz.
Herkes: aaaaaaa
Kızlardan Biri: Hocam ne gereği vardı. (milletin onun bu tavrına güleceğini bekler gibi iğrenç bir tavır takınır insanlar bazen bilirsiniz hani bi de sözü bitince yanındakinin omzuna yatar gibi yaparlar…)
Diğer Kız: Hocam bi de asalım sonuçları panoya(bu espri biraz tutmuş gibidir sınıta gülenler olur)
Hoca: Evet yapıcam bunu valla bak hahahahahah
Kız: Hocam yapmayın yaa!!!
(sınıf gümbür gümbür hocanın üstüne gider)
Hoca : Valla yapıcam hahahahahah
(hoca konuyu ağır ağır anlatmaya başlar konunun en önemli noktalarını verir 5-10 dakika sürer konu anlatımı kısmı...)
Hoca: Anlamayanlar panik yapmasın şimdi sorular üzerinde daha iyi oturur.
(hoca dersi acı acı anlatmaktadır kimsenin onu anlamayacağını düşünen bir ergen gibidir ses tonu. soruları bir bir çözer ama sınıf yine sessizliğini bozmaz kahramanımızın da matematik zayıftır ama harbi harbi ego yapmaktadır soru soramaz sonra kendim çalışıp tamamlarım eksiğimi der. Böyle bir sınıfta soru sorup da kendini onlardan aşşağı bir yerde konumlandıramaz her konuda onlardan daha bilgili olmalıymış gibi bir duyguya kapılır. Bu arada dışardan boğuk bir şekilde bağırtı çağırtılar duyulmaktadır. Bu sesin bir toplumsal gösteri sesi olduğunu herkes bir anda anlamaz ama kahramanımızı oradaymış gibi, sokaktaymış gibi heyecan basar birden eli ayağı titrer... Sınıfta homurdanmalar başlar.
Dışardan gelen ses: NE İSTİYORUZ ÖZGÜRLÜK NE ZAMAN HEMEN ŞİMDİ VERMEYECEKLER...
(sınıftaki homurdanmalar espri üstüne espri dediğimiz tarzda devam eder. Bir iki kişi kendi arasında fısıldaşıp gülmektedir. Kahramanımızda her an kötü bi şey olacakmış gibi bir his peydah olur bunu engelleyemediği için konsantresi de bozulur aklı hep dışarı takılmaya başlar.)
Uzun boylu sert yapılı bir erkek: Ne istiyolarmış?(bunu söylerken yüzünde öyle bir küçümseme hakimdir ki kahramanımız bunu tonlamadan ve insan yüzünde yarı gülücük denen ve sadece hunharca gülünmesi gereken anlarda yapılan o hareketten anlar. dudağın yarısı gülerken diğer yarısı hiç bişey yokmuş gibi davranır bu anlarda insanın.)
Dışardan gelen ses: (bir megafon eşliğinde herkesi rahatsız edecek bir desibelde) Bİ ŞEY YAPMALI HEEEEYYY Bİ ŞEY YAPMALI HEEEY Bİ ŞEY YAPMALI...
Bir Kız: Neyi vermiyolar ki bunlara allah allaaaahh?
Bir Kız: Hı hı alırlar? (yüksek sesle)
(kahramanımız dayanamamaktadır fakat kafadan rengini belli edip kitleden soyutlanmak gibi bir toplumsal cezası vardır bu işin bu baskı kahramanımızı tuvaleti gelmiş de daha sınavın bitmesine bir saat varmış gibi sıkıştırır.)
Bir Erkek: "Verecen zopayı bunlara cık cık cık" şeklinde tepkisini belirtir.
(kahramanımız bu kadar gerici nasıl bir araya gelmiş diye düşünmekten kendini alamaz. Fakat yapılacak o kadar az şey vardır ki. Burada bulunmak ve bu kitleyle derse girmek zaten bu adamların ideolojisini kabul etmek gibidir ona göre)
(sessizlik bir süre hakim olur dışardaki ses de durulmuş gibidir.)
Ve sonunda hoca da söz alır.
Hoca: O da eşittir 5 eksi 2 kök 3 (aniden soruyla ilgili başka bir şey bulmuş gibi sınıfa yüzünü döner.) Yani neden böyle yapıyolar anlamıyorum. Grev yapsınlar toplu iş bıraksınlar. Bağırınca ne oluyo ki hiç bi şey. Bana çok aptalca geliyo yani bağır bağır ne olacak?
(bu arada sınıfta müthiş bi sessizlik olmuştur herkes hoca sözünü bitirince söz alıp dışardakilerin ne kadar alçak olduğunu anlatmak için sıra beklermiş gibi hocanın ağzının içine bakar sınıf ibret duygusuyla dolar, kahramanımız hoca da söz alınca artık dayanamaz ve müdahale etmek zorunda kalır.)
Kahraman: Hocam siz ciddiye almıyorsunuz ama bu insanlar ciddi bir iş yapıyor, hak arıyor ve sistem onları ciddiye almak zorunda kalıyor
Dışardan gelen ses: naaaaniiiiinaaaaniiiiinaaaniiiiiinaaaaniiiiii
(bu sesin geçmesini bekleyerek devam eder)
Kahraman: Panzeriyle, akrebiyle, copuyla harcadığı gazıyla onların bu eylemini ciddiye almaktadır.
Dışardan gelen ses: fıtı fıtı fıtı fıtı fıtı fıtı fıtı fıtı
(helikopter sesinden kahramanımızın sesi duyulmaz olur ama sesini yükselterek tıpkı ajitasyon yapar gibi o da bağırmaya başlar sınıf şaşkınca onu izlemektedir.)
Eğer bizler burada bu ülkenin eğitimli insanları olarak hak aramazsak nasıl kuklalar gibi oynatıldığımızı bilmezsek bir oyunun içinde rolümüzü yapmaya devam edersek hiç bi şey değişmeyecek.
(kahramanımız defterini kitabını avuçlamıştır heyecandan ve artık burada daha fazla kalamayacağını düşünür sırasından hafif öne çıkar kapıya yönelir eliyle yaptığı hareketleri bi an gözünün önünden geçirdiğinde bir siyasetçi gibi davrandığını görür ve rezillikle gururu bir arada yaşar, sınıf bomboş gibidir... Sınıftakiler kahramanımızın söylediklerinden ziyade birinin bağır çağır sınıfı terk ettiğine şaşırmıştır.)
(bu arada dışardan gelen sesler sınıfta yankılanır.)
MİLYONLAAAAAAR AÇ MİLYONLAR İŞSİZ İŞTE KAPİTALİST DÜZENİNİZ...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Açılım sırası bizde...

DTP kapatıldı BDP açıldı. Ne değişti? Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk resmi siyasetin dışına itildi. Devletin “sertlerin” önünü açtığı yargısı hakim. Ancak bardağın boş kısmı önemli. Yani kimlerin önünü (bu mecrada) kapadığı. Kuşkusuz bunda amaç Kürt siyasal temsiliyetini belli bir gruba daraltarak bir yandan meşruiyet krizi yaratmak iken aynı zamanda temsil edilmeyen grupların seslerini başka mecralarda çıkartmaya zemin hazırlamak. Ki bu gruplar arasında başta gelenler bölgede gittikçe palazlanan “bölge sermaye grupları”. Zaten bunların temsil edildikleri örgütler de ses vermeye başladı; Güneydoğu Anadolu Sanayici ve İşadamları Derneği, bölgedeki ticaret odaları, bazı “sivil toplum örgütleri”. Diğer gruplar arasında Kürt feodalleri, radikal İslamcı Kürtler ve elbette AKP’liler ve AKP’lileştirilecekler. Durumdan olumsuz etkilenen bir de Ufuk Uras var. Kefaretini ödemekte tereddüt etmeyen Uras, yeni partisinin meclisteki temsilcisi olamayacak gibi görünüyor.

PKK’nin bu sürece vereceği kontratakları elbette olacaktı. Zaten PKK’yi bu kadar uzun süre Kürtlerin tek siyasal yapısı halinde tutan en önemli özelliğinin reel politiker tarz olduğu düşünülürse bu süreci de atlatabilmesi mümkün. Yeni bir keşif yapmalarına gerek de yok. Çünkü aynı şeyi defalarca yaptılar. Alfabede 29 harf var. (“Ğ” başa gelmediğine göre 28X28+P). Yeni bir parti ve Ahmet Türk gibi biraz daha “dış çeperden” birkaç güçlü temsilci. Ve en azından işin başında daha geniş bir söylem.

DTP’yi kapatan devlet kısa bir moladan sonra da PKK’ye yönelmiş görünüyor. AKP’nin Kuzey Irak çıkartmasının (MİT’çiler, emniyetçiler, üst düzey komutanlarla birlikte) ve Barzani’yle yapmaya çalıştığı pazarlıkların, Erdoğan’la Washington’da yapılan planların parçalarından biri olduğu aşikar.

AKP’nin “PKK’yi tasfiye etme planı” daha çok iniş çıkışlar gösterecek. Bir gün önce “iç savaş çıktı” korkusu yaşayan ülke, bir gün sonra hiçbir şey olmamış gibi algısını değiştirebiliyor. Siyaset yapıcıları ve analistleri bu kadar soğukkanlı değil oysa ki. Bu çorba daha çok su kaldıracak. AKP ve MHP, iç savaş korkutmacasını bir siyasal blöf olarak kullanmaya devam edecekler. Hatta zaman zaman PKK bile. AKP, kontrolü elden çıkarmamak için parti örgütüne ve ondan ötesi cami örgütlenmesine güveniyor, MHP ise “ocaklarıyla” kurduğu emir-komuta zincirine. Kontrolü kaçırmak, isteyecekleri en son şey.

Kürt gündeminden kurtulmak isteyen AKP, gündemin değişmesine sevinemedi bile. Büyük ihtimalle gündem değişikliği için “Ergenekon’a” güveniyordu. Servis edilecek haberler hazırdı. Erzincan’daki özel savcının icraatları, yeni tutuklamalar ve Arınç’a suikast planı. Bu arada Arınç operasyonundan anlaşıldı ki İçişleri Bakanlığına bağlı emniyetin kadrolarının önemli bir kısmı AKP’lileri korumakla görevlendirilmiş.

Erdoğan’ın gündem değişikliği için en son isteyeceği şey emekçilerin tepkisiydi kuşkusuz. TEKEL işçileri, demiryolcular ve hiç ummadığı itfaiyeciler. Emekçilerin art arda gelen güçlü tepkileri. Üstelik “solcu provokatörler fitneledi” yalanına bile sığınılamazdı. Erdoğan’ın yapabildiği tek şey; CHP ve MHP’ye dönüp “sizin döneminizde de özelleştirmeler yapıldı, siz de işçileri kapı önüne koydunuz” demek oldu ki bu konuda sonuna kadar haklı. Ama emekçilerin direnişi karşısında, sermayenin sözcülüğü dışında yaptığı bir şey yok; bu konuda da sonuna kadar haksız ve gayrı meşru.

***

Her şeyin açılımını yapmaya pek hevesli olan AKP iktidarı neden “emek/işçi açılımı” yapmayı aklına getirmez? Üstelik açılım yapıyoruz diye iddia ettiği konuların çoğunda sadece laf üretirken, bu konunun lafını bile etmekten kaçınır...

Çünkü sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda neoliberal dönüşüm programını uygulamak üzere iktidara gelen AKP’nin, emekçilere; bütün kamusal haklarının gasp edilmesinin yanında, güvencesiz, sendikasız, köle ücretine mahkum oldukları bir çalışma yaşamından başka vereceği bir şey yok. Bir yandan eğitim, sağlık, ulaşım, enerji gibi halkın en temel yaşamsal ihtiyaçlarını paralı hale getirirken diğer yandan asgari ücretin belirlenmesinde sefalet ücretinde ısrar edenlerin uyguladığı bu neoliberal politikaların yarattığı toplumsal yıkım, “emek/işçi açılımı” lafının propagandasıyla bile örtülemeyecek kadar büyük.

Ya da kadın açılımı? AKP’nin ağzına alamadığı bir başka konu. “Türban simgedir” diyerek kadını nesneleştirenlerin, ceza yasasında, sosyal güvenlik alanında yaptığı yasal değişikliklerle kadınları daha da korumasız ve güvencesiz bırakanların, “üç çocuk doğurun” fetvaları vererek, imam nikahını fiilen resmileştirerek ve küçük yaşta evlilikleri yaygınlaştırarak yaratmak istedikleri toplumsal yapıda, başına “kadın” eklenerek telaffuz edilecek bir “açılım”a gerek yok. Anti-demokratik, feodal diye eleştirdikleri DTP’nin kadın milletvekillerini, törelerine saygıda kusur etmeyen ve evde çocuk bakan kadınlar olarak görmek isterdi Tayyip Erdoğan.

Ve Alevi açılımı… Bir zamanlar “Cemevleri cümbüş evleridir” diyen Erdoğan, şimdi 2010 yılının ilk yarısında Alevi açılımı yapacağını söylüyor. Kim inanır? İnansa inansa İzzettin Doğan. Maraş’ın Çorum’un, Sivas’ın sorumlularının Alevilere verecek hiçbir şeyleri yoktur. Verseler verseler Ökkeş Kenger’i (katliamın sorumlularından olduğu açığa çıkınca soyadını değiştirerek Şendinler yaptı) Alevilerden sorumlu bakan olarak verirler. İktidara geldiği günden itibaren tarikatlara-cemaatlere sağladığı olanaklarla, kadrolaşma ataklarıyla, İmam Hatip Liselerini avantajlı liseler haline getirme çabalarıyla siyasal İslam’ı hakim ideoloji kılmaya çalışan AKP’nin bir yandan da “Alevi açılımı”ndan söz etmesinin ardındaki gerçek kendi Alevi’sini yaratma operasyonundan başka bir şey değildir. Bu sürecin belki de en olumlu yanı, Alevilerin siyasal sürece katılımındaki tek kanal olan CHP dışında yeni arayışların yeniden belirmesi. Bunun için ise geçmişimiz olumlu ve olumsuz derslerle dolu. Maraş katliamının yıldönümünde AKP’den ya da CHP’den medet uman yaklaşımlar yerine, tekrar hatırlanması gereken bir tarihimiz var. Maraş katliamının birinci yılında; 1979’da yapılan TÖB-DER boykotu ve direnişler...

Politika tekrardır, tekrar edelim…

AKP iktidara geleli 7 yıl oldu. Erdoğan ve partisi AKP için 2010 yılı zorlu geçecek çünkü seçim yılı olan 2011’de yapamayacaklarını “bir şekilde” yapmak/yetiştirmek zorunda.

Öncelikle henüz neoliberal dönüşüm programı tamamlanmadı. Kamusal alanın tasfiyesi, halkın en temel haklarının gaspı, güvencesiz-sendikasız- taşeron çalışmanın emek alanına hakim kılınması için “özel istihdam büroları”, “bölgesel asgari ücret” ve “kıdem tazminatının kaldırılması” gibi, yapılması gereken düzenlemeler, bürokratlarının “gerekirse hukuku dolanırız” demek zorunda kalmaması için çıkarılması gereken yasalar, tamamlanması gereken özelleştirmeler var. Danıştay engeline takıldığı için satılamayan ve iki yıldır AKP’nin gündeminde olan köprü ve otoyolların özelleştirilmesinin önündeki “Danıştay engelini” kaldırmak için Karayolları Genel Müdürlüğü yasasında değişiklik tasarısı şimdiden hazırlandı. Fatih Sultan Mehmet ve Boğaziçi köprüleri ile 9 otoyol projesi 2010 yılında yeniden ihaleye çıkarılıyor. 2010 sonuna kadar elektrik dağıtım özelleştirmelerinin büyük oranda tamamlanması hedefleniyor.

Tüm bunları yaparken yandaş İslamcı sermayenin güçlendirilmesi gibi bir görev var. Öte yandan Ergenekon operasyonu ile başlayan, kontrgerilla ve ordunun yeniden yapılandırılması, kadrolaşmanın tamamlanması gerekiyor. Yine yargının neoliberal politikalar önünde engel olmaktan çıkarılması ve ele geçirilmesi için “yargı reformu” adı altında yeniden yapılandırılması AKP’nin öncelikli gündemleri arasında. Ayrıca iktidar olmanın maddi–manevi nimetlerinden yararlandırdığı, koruyup kolladığı cemaatler-tarikatlar için yapacakları daha bitmedi. İmam Hatiplilerin üniversiteye girişini zorlaştıran katsayı engelini bile “iki ileri bir geri” taktiği ile ancak kısmen çözebildiler.
2010 AKP için saldırı, bizim için mücadele yılı olacak.

Biz onlara “hak açılımı” yapacağız

AKP hükümeti, asgari ücrete yapmayı düşündüğü 15 liralık komik zamla, bir an önce yasalaştırmak için uğraştığı “Özel İstihdam Büroları” ve “Bölgesel Asgari Ücret” uygulamalarıyla, elektriğe, doğalgaza yapılan ve yapılması planlanan zamlarla, bütün külfeti emekçinin sırtına yıkılan 2010 bütçesi ile önümüzdeki yılı işçilere ve yoksul emekçi halka açıkça saldırı yılı ilan etti.

Geçtiğimiz hafta içerisinde yaşananlar AKP’nin demokrasicilik oyununun sahteliğini ve ikiyüzlülüğünü belki de yedi yıllık iktidarında hiç olmadığı kadar geniş kitleler nezdinde açığa çıkardı. Taşeronlaştırma yoluyla yandaş sermayeye emeğinin peşkeş çekilmesine, kazanılmış haklarının ortadan kaldırılmasına karşı çıkan itfaiye işçileri… Grev hakkını kullandığı için işten çıkartılmayla yüz yüze gelen demiryolu emekçileri…

Güvencesizleştirme saldırısına karşı emeğini ve çocuklarının geleceğini savunmak için Ankara sokaklarını dolduran 12 bin TEKEL işçisi… Hakkını arayan ve haklarını savunanlara karşı tazyikli su, biber gazı ve coplar. Üstelik sadece “dağıtmak” için değil, yerde yatan insanların başını, tekrar tekrar saldırarak, tepelerine gaz sıkarak “ezmeye” çalışan ve aslında tüm topluma mesaj veren bir siyasal iktidar.

Belli ki, artık AKP’nin sosyal hak gasplarını ve güvencesizleştirme saldırısını hayata geçirmek konusunda hiç tavizi yok.

Bizim de tavizimiz yok! Sınırımız da neoliberal düzen ve onun kuralları değil. “Hak açılımı” da bu düzene zaten sığmaz.

Asgari ücret, sadece “emekçiye bir ayda kaç para yeter” belirlemesi değildir. Emekçinin yaşamını sürdürebilmesi için parasız olarak karşılanması gereken miktarda doğalgaz, elektrik, sudur. Barınabileceği sağlıklı bir konuttur…

Ulaşım hakkı, sadece ulaşıma yapılan/yapılacak zamların engellenmesi değildir. Toplu ulaşımın tamamen parasız olmasıdır.

Eğitim hakkı, sadece yıl boyunca “bağış” adı altında toplanan paraların alınmasının engellenmesi değildir. Parasız, nitelikli, anadilde eğitimin sağlanmasıdır.

Sağlık hakkı, sadece katkı payının arttırılmasını engellemek değildir. Her türlü sağlık sorununun çözümü için “nüfus cüzdanı”nı yeter hale getirmektir.

Hak kazanımlarımızla dolduracağımız bir yıl dileği ile…

23 Aralık 2009 Çarşamba

Sesi çıkmaz gecenin... Fotoğraf karelerinde kalır zaman. Yakaladım sanırsın, merak ettiğin sözcükler sıkışıp kalmıştır oysa. Durup öylece bakakalırsın. Nefes tutarsın…

İki ucunda sallanan salıncaktır duygular.

Neyi protesto ettiğini unutmadan yaşamalı. Neye kızdığını, neyi neden tercih ettiğini. Bulanıklaşırken arka fon tutup bir yerinden çıkarmalı netliğe. Netlik, kazısa da zihni…

Yapmak istediklerini hatırlatmalı insan kendine. Bütün fotoğraflar bunu yansıtmalı.

Gece aydınlık bir gün olmalı. Nefes her zaman bırakılmalı.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Nefesin tatlı,
Gözlerin gökyüzündeki iki mücevher gibi,
Sırtın düz, saçın pürüzsüz,
Yattığın yastıkta.

Ama şefkat sezmiyorum!
Ne minnettarlık ne sevgi.
Sadakatin bana değil,
Yukardaki yıldızlara...

Yol için bir fincan kahve daha,
Bir fincan kahve daha, ben gitmeden
Aşağıdaki vadiye.

Baban, o bir kanun kaçağı
Ve mesleği avarelik!
Sana seçmeyi ve ayırmayı öğretecektir
Ve bıçağı fırlatmayı.
O krallığına gözkulak oluyor,
Böylece yabancılar rahatsız edemez...
Sesi titriyor, seslenirken
Yeni bir tabak yemek için.

Yol için bir fincan kahve daha,
Bir fincan kahve daha, ben gitmeden
Aşağıdaki vadiye.

Kız ardeşin geleceği görüyor,
Tıpkı annen ve senin gibi.

Asla okuma-yazma öğrenmedin,
Rafında hiç kitap yok
Ve memnuniyetin sınır tanımıyor.
Sesin bir tarlakuşu gibi
Ama kalbin bir okyanus sanki.
Gizemli ve karanlık...

Yol için bir fincan kahve daha
Bir fincan kahve daha, ben gitmeden

22 Kasım 2009 Pazar

bu güneş sana küsmüş, adını kışa yakın olan bahar koymuş.
bu son olsun demiş...
göstermemiş yüzünü sana, bana, onlara...
sonbaharda bir çığlığın feryadına yetişmiş güneş, seni görmek için doğmuş.
adını sonbahar koymuş, ilk'ine özenip seni görmek için çıkmış matem soğukluğundan... ve sen doğmuşsun...
boşversene...
ağlamak insanın doğum lekesi, güneş sana imrensin bu bahar, bırak bu bahar öyle olsun.
suyuna gidelim bu sefer...
sen varsın ya, baharın adı son olsa da olur.
bir özge(farklı,benzeri olmayan) olacak bu bahar...
iyi ki doğdun diyecek sana...
benim gibi...

21 Kasım 2009 Cumartesi

ve yola çık...
ve peşime düş...
geçmişi sor,
beni unutma.
öyle çok şey var ki,
anlatmalıyım sana.

20 Ekim 2009 Salı

bizim çocuklar da dağdan iner mi?

“Senin adın da Beritan” olsun.
Cizre’de attığı taş yüzünden 3 gündür ‘içeride’ olan, dün ‘dışarı’ çıkan Apo, sırf beni sevdiğinden ayaküstü, toza bulanmış tören alanında böyle bağırıyor arkamdan.
Beritan kim?
“Gerilla lideri abla! Sen de güzel kızsın o yüzden!”

İzmir’deki, Trabzon’daki, Ankara’daki birine zor anlatırsınız, 14 yaşındaki Apo’nun “sırf sevdiğinden” bana Beritan ismini taktığını. Kendi ismini söylerken nasıl her şeyi anlatan bir slogan atmış gibi baktığını... Tören alanı hep Apo gibi şimdi, herkesi sevmeye, her şeyi hiç olmadığı kadar açık söylemeye hazır. “Gerilla geri geliyor diye” bir sevinç binlerce insanda. Sanırsınız mesele topyekûn çözüldü. Hatta sanıyorlar ki bu iş bugün biter.

Onur ve teslimiyet
Habur ve Kandil kamplarından gelecekleri karşılayacak DTP’li heyet, Grand Hotel’in lobisinde gergin oysa... “Büyük bir beklenti var insanlarda” diyor DTP lideri Ahmet Türk, “Sanıyorlar ki iş bitti. Bana telefonlar geliyor yurtdışından ‘Hepsi geliyormuş, doğru mu?’ diye. İnsanlar ‘Bizim çocuklar da geliyor mu?’ diye soruyorlar. Öcalan’ın bırakılacağını zanneden bile var.”
Ahmet Türk, ‘Ankara’nın gerginleştiğini’ anlatıyor. Ankara’daki gerginlikle Habur’daki sevinç arasında sıkıştırılan DTP’liler, sürekli görüşmeler yapıyorlar hem askerle hem sivillerle.
Öte taraftan gelenler Ankara için ‘teslim alınacak teröristler’, buradakiler için ise ‘onurlu barış elçileri’. Silopi’ye gelirken yollara asılmış pankartlardaki kodlar, Batı’dakiler için gizli gizli, Doğu’dakiler için ise apaçık bunu anlatıyor:
“Demokratik onurlu barış elçilerini selamlıyoruz!”
“Onurlu halkımızı barış grubunu karşılamaya davet ediyoruz”

Perspektif ne ola?
“Yaşasın önderliğimizin barış perspektifi!”
“Onurlu barışa evet!”
İdil’den gelen köylü kadınlar ellerinde bu pankartları taşıyorlar. Soruyorum “Onursuz barış var mıdır?” diye. Onlar Türkçe ben Kürtçe bilmememe rağmen neyden bahsettiğimizi son derece iyi anlıyoruz karşılıklı. Kadınlardan biri Türkçe olarak söylüyor:
“Öcalan’sız barış olmaz!”
Çeşitli sloganvâri konuşmalardan geçildikten sonra kalplerindekini söylüyorlar. Çevirmenlerim 12 yaşındaki Harun ve İsmail, son derece düzgün bir Türkçeyle sloganlardan sonra bu konuşmaları çeviriyor:
“Halk-gerilla ayrımı yapılmasın. Bize ikinci sınıf insan muamelesi yapılmasın. Biz, eşit ve özgür olmak istiyoruz.”
Kadınlar arasında dağda çocuğu olanlar var. “Gelenler arasında tanıdık, akraba var mı?” diye soruyorum, mıh gibi geliyor cevap:
“Hepsi bizim çocuklarımızdır!”
Pankarta yazılmış ‘perspektif’ lafı ne demek peki?
Başörtüsüyle ağzını kapatıyor kadınlar, hep birlikte gülüyoruz. Sabah 6’dan beri de bekliyorlar. Yorulmadılar mı? Hatun hanım, sadece ölü vermiş kadınlarda olan gözlerle, çelik bir sesle söylüyor Kürtçe:
“Gerilla benden daha mı iyi! Ben onlar ne çekerse çekerim!”

Saddam ‘hatırlatması’
Orta yaşlı erkeklerle konuşunca derhal reel siyasete geçiliyor. Ne diyorlar AKP’nin tavrına:
“Biz artık çok güvenmiyoruz AKP’ye. Tayyip Bey şöyle bilsin. Eğer ki barış tavrını sürdürürse biz birlikte yaşarız. Bak bu kitleye hepsi benim gibi düşünür. Kürtleri kim öldürdü kitlesel olarak? Saddam! Eğer barış sürmezse Tayyip’in sonu da Saddam gibi olur. Ama barışa destek verirse gül gibi geçinir gideriz. Tansu, Demirel, diğerlerinin hepsini kim gönderdi?”
Kendilerini gösteriyorlar: “Tayyip Bey’i de göndeririz!” Bugün kitlenin özgüveni tam!

Botan’ın asi çocukları
Hava enteresan. 1999’da ‘barış grubu’ olarak gelen PKK’lıların karşılanması böyle olmamıştı çünkü. Bu seferki daha büyük, daha başka bir dönemin habercisi gibi. En azından alanda karşılama için toplanan Kürt halkı buna inanmış durumda. Bir hayal kırıklığı daha yaşamak onları şimdiki sevinçleri kadar büyük bir öfkeye sürükleyecek. Bu, açıkça görülüyor.
Tören alanından ayrılırken “Hoş geldiniz Botan’ın asi çocukları!” yazan pankartın altından 6-7 yaşlarında bir oğlan çocuğu çıkıyor. Gönüllü çevirmenlerimden Harun’a diyorum ki “Asi çocuk, kaybolacaksın, çok kalabalık burası”. Elini havaya kaldırıyor, bir büyük adam:
“Ne kaybolacam ya! Ben tatlı satıyorum burda. Günde 3 lira kazanıyorum.”
“Botan’ın asi çocukları” böyle büyüyor işte, şimdi onurlu barışını arayan binlerce kişinin doldurduğu alanda, kimse onlara bakmadığı zamanlarda, okuldan sonra saatlerce çalışıp 3 lira kazanarak, hayata öfkelendikçe adını bağırdıklarında bütün öfkelerini anlatacak liderlerin isimlerini ezberleyerek... Onlar, bu kalabalığa yıllardır çekilmiş acının sonucu olarak bakıyor ve Ankara’nın bu resmin sonrasından ne kadar tedirgin olduğunu umursamıyor.

15 Ekim 2009 Perşembe

adam

Üzerinde uzun siyah bir hırka, ellerinde; ne kadar derin olduğunu bu mesafeden kestirmediğim izler, dudağında yarım kalan sözlerle karşı duvara öylece uzanan bakışları vardı. Saçları haftalardır su yüzü görmemiş gibi bir araya elmiş yağ keseleriyle tel tel, çatık kaşlarının üzerinden gözlerine kadar uzanıyordu. Retinası kıpkırmızı yosun rengi bir çift göz:

tellerin arasından yaşama bakıyordu...

Daracık omuzları ve belli belirsiz kamburuna rağmen ne kadar da güçlü görünüyordu. Sanırım ayaklarının büyüklüğü yere daha sağlam basmasını sağlıyordu.Tam önünde bir, iki , üç, binlerce insan telaşlı adımlarla gelip geçiyordu.

adımlar arasından yaşama bakıyordu...

Gözlerinin hafif yana kayması bile bu katarsisi bozabilecek gibiydi. İncecik bir çizgi üzernde ejderhalarla dans ediyordu. Ne parmakları ne de başı bu düzlükten biraz olsun sapmıyordu.

Ona doğru yürüdüm.Alanına müdahale etmekten korkuyordum ama sözcüklerini de merak ediyordum. Bir an toplayıp tüm cesaretimi yanına oturuverdim. Sıradan bir cadde üzerinde öylesine bir vitrine konulmuş, cansız bir manken gibiydi.

"merhaba!" deyiverdim. Nasıl çıktı ağızımdan bilmiyorum. Boynumdan çıkıp kulaklarıma kadar uzanan bir yakıcılık hissettim. Hiç sesi çıkmıyordu. dahası dikkati biraz olsun dağılmadı. Sesimi duymamış olabilirmiydi. Dokunsam, fark edermiydi.Omuzuna doğru uzattım elimi sonra geri çektim. Aynı şeyi defalarca tekrarladım. İşte sonunda bir anda...

sıcacıktı! canlıydı! yaşıyordu...

Hafif bir tebessüm belirdi yüzümde. Ama hala iletişime geçmeyi reddediyordu. Korkuyla karışık bir duygu bütün vücudumu sarmaya başladı. baktığı yöne cevirdim bakışlarımı.İzledik uzun uzun duvarı. Aklımı başımdan alan binbir soruyla cebelleşiyordum.Sorularıma cevap ararken duvarı odaklayamıyordum.

neden susuyordu, neden kaçıyordu. ya da tek kaçmayan o muydu. ben neden yanında bekliyordum hala. neden rahat bırakmıyoruz türlerimizi. konuşmalıydı ama oda benimle. çok şey paylaşabilirdik. neye baktığını anlatabilirdi. görmüyormuydu ne kadarda yalnızdım.görmüyordu! duymuyordu! hatta hiç ilgilenmiyordu.

Baktıkça bu duvara derinleşiyordu düşüncelerim silikleşiyordu nesneler, canlılar. silikleşti adam. baktıkça duvara gücümü veriyordum ona. başkalaşıyor sorularım cevaplarım başka bir boyuta ulaşıyor.

ve buradan çıkmak hiç istemiyorum!









12 Eylül 2009 Cumartesi

bitirmiş...

Dolmuşa bindi, kendini kaybediyor gibiydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Halsizliğini "kemiklerim kırılıyor" diye ifade edebilirdi. Ama "anlamadım neren?" diyecek kimse yoktu ki neden desindi. Yalnızlık bi insana bu kadar neden koyuyordu. Kimse yalnız değil miydi? Herkes yalnızdı bu sistemde hani! Kİmse yalnız gibi görünmüyordu. Nedense "ben daha yalnızım" hissi vardı içinde. Tutuna tutuna bir yere oturdu nihayet. Güneş özellikle bi insana bu kadar vurabilirdi. Bir hüzme içinde geliyordu ışınlar. İki gözünü kaynak almış gibi kırpıştırıp kıstı. Bu koltuğun neden boş kaldığını anladı. Ücret olayına gelmişti sıra. İçinde lap top olduğu düşünülsün diye lap top çantası taşıyordu. Ama içinde lap top yoktu. Üç beş gereksiz şey bir de bitmeyen kitabının dışında. Açıp kapadı çantayı bozuk para aradı. Ama çantaya para koymadığını hatırladı. Cüzdanın bozukluklar için ayrılmış tek elle açması da kapaması da müthiş zor olan bölümünü yine zor açtı. İçinden iki lira çıkardı. Uzattı kimse almayabilirdi de ama birisi almıştı.

Şöförün yanında oturan şöför kankası dediğimiz adam iki el değiştiren parayı aldı. Şöförden daha uslanmaz bi tipti bu. Çirkinlikse allahı bu adamdaydı. Bu adam da yalnız değil miydi yani kim öpüyor bu adamın dudaklarını diye içinden geçirdi, kendine kızacak bir şey bulmuştu yine. Kahramanımız bu sırada kız almaya gitmiş de kahvesini bekliyormuş gibi bacaklar omuz hizasında bir çinliyi andıracak kadar gözlerini kısmış bi halde oturuyordu. Parayı eline alan bu beş parasız adam parayı alır almaz şöföre dönüp "bitirmiş pezevenk" dedi. Ne yani okulu bitiridiğini bu adam nasıl anlamıştı ki? Dolmuşlarda öğrenci ya da tam diye bi şey yoktu mesafe usulü ücretlendirme vardı. Şöför: Hadi yaa vay puşt dedi. Göbekli biri gibi dolu dolu ve distorşın bi sesle gülerek kankasına destek vermişti.

Kahramanımız yine gerilmişti işte. Acaba kızarıyor muydu. Bembeyaz suratının her yerde böyle olup "benim, benim evet ben bitirdim" diye bağırması mı gerekiyordu. Halbuki kimbilir kim bitirmişti. Ama artık kesindi kendisinin bitirdiğini burada da herkes biliyordu. Başarısız ve beş parasız olduğunu sağır sultanın duyması ise en az kafaya taktığı şeydi artık. İnmeliydi bu dolmuştan. İnecek var dedi. Bu titrek sesi çıkaran adamı herkes görmek ister gibiydi sanki. Baktığı herkesle bir kez göz teması kuruyordu. Daha fazla etrafına bakmayı kesti "müsait bi yer" dedi. Şöförün daha dikkatli bakma nedeni ise bu adam harbi harbi indi bindi yapıyordu galiba...(Şöföre göre indi bindi, tarifede yazan, teorik, gerçekliği olmayan bi şeydi.) Trafik hiç de müsait değildi. Tam da durmadı zaten.

Atlamasını bekliyordu. Üstüne olmayan takım elbisesi ve lap top çantasıyla hiç de atlayacak birine benzemiyordu "kahraman". İner inmez derin bi nefes aldı. Güneş dolmuştaki gibi yakıcı değildi. Rüzgar kravatını omzundan sırtına doğru yapıştırmıştı. Düzeltti. Dolmuşun içindekiler klip çekiyormuş gibi camdan dışarı buğulu ve halsizce bakmaya devam etti.

Şöför "kaça aldın köpeği" dedi. Çirkin kral "almadık ya bizim oğlanın bi arkadaşı bakamamış vermiş" dedi. Abi iti doyuramıyoruz dedi ne verdiysek bitirmiş...

11 Eylül 2009 Cuma

Sanat Çıkmazı Etkinlik Günlüğü

11-30 eylül 2009




ücretsizdir...


kurtuluş cd. esnaf ve sanatkarlar odası yanında, bir çıkmaz sokaktayız...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Umutlar kiralamıyoruz artık,kullanılmış umutlar da karşılamıyor siparişlerimizi ilkeler rehin, değerler eksiğine bozdurulmuş Büyük Pazarda,
Operadaki Hayalet yer gösteriyor ölen bir kültürün üyelerine, beşerî günahlarımıza makbuz kesiliyor, vergi yerine hayat iadesi topluyor Kent İdareleri,
Kolluk Kuvvetleri kuruşuz düzenleri dağıtıyor görüldüğü her yerde, eski plâk kapaklarını okşuyoruz yalnızlıktan, eski bir sıcaklığı arıyoruz magmalaşmış fotoğraflarda, kantatıyla dindirilmiş kelimeler akıp gidiyor konuşamadıklarımızın üzerinden,
takma yüreklerle sürüdüğümüz alışkanlıklar geri tepiyor, çekimine girdiğimiz her
yeni imkânın aydınlığında, tekrarlana tekrarlana içi boşalan gizlen pazarlıyoruz hayatına manşet arayanlara, naylon tadında maceralar, kalp para değerinde gecelik aşklar kırk kupona,
hayatı birbirinden kopya çeken çocuklara slogan ve cıngıl üretiyor, ödüller veriyoruz düşü dar, yüreği ensiz gündüz yıldızlarına buzlu ve hüzünlü rakılarla çınlattığımız içimizin kırılgan korunağı, iyi paketlenmiş vahşet sürüyor
piyasaya.

murathan mungan

4 Eylül 2009 Cuma

uzaklardan gelen...


Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun… İstemek de güzel.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

sanat çıkmazı "etkinlik günlüğü" 26 ağustos- 9 eylül


26 ağustos çarşamba 20:00
"İstanbul Hatırası" Fatih AKIN

29 ağustos cumartesi 20:00
"Fidel'in Yüzünden" Julıe GAVRAS

30 ağustos pazar 16:00
"Bambi" David HAND

2 eylül çarşamba 20:00
"Kaldırım Serçesi" Olivier DAHAN

4 eylül cuma 19:00
"müzik dinletisi" Çıkmazdakiler...

5 eylül cumartesi 20:00
"Yedinci Mühür" Ingmar BERGMAN

6 eylül pazar 16:00
"Küçük Cadı Kiki" Hayao MIYAZAKI

9 eylül cumartesi 20:00
"Fahrenheıt 9/11" Mıchael MOORE


Kurtuluş cd. No: 93,
Esnaf ve Sanatkarlar Odası yanı,
Dar bir sokağın kavuştuğu yaşlı bir kayısı ağacı,
Antakya

25 Ağustos 2009 Salı


Sırılsıklam bir pencere ve ortasında kalan iki kadın
Biri ellerinden daha fazla değildir diğeri baktıklarından

Sırılsıklam bir adam ve ortasında iki deniz
Biri kuşlardan satın alır yelkenleri biri tesadüfen görmüştür maviyi

Sırılsıklam bir şiir ve kenarında kalmış iki şair
Biri boğulur imgelemde biri sarsılır kendinde
Kuşlar ödünç alıyor yalnızlığı, sen buluşurken martıların ekmekleriyle
Yaralanmışsın. Maviden çaputlar ortak acına ve şehirler bitmez azalmaz kaldırımlarında yitiriyor senin koynundan gelip geçenleri.
Artık ölmemiş bir cenin ruhun….
Kızgınsın ve küllerinle avuttuğun bir kadına vuruyorsun kendini.
Karaya vurdu ayrılığın, sen denizden koparılmış bir martısın ağız ucunda ekmek
Kanatlarında ıslık.
Sular kaybolana dek uyuyacak kucağında yeryüzünün
Sen kanatlarından bırakana kadar maviden çaputunda unuttuğun yarayı.

Gittiğin şehirlerden sor kendini, kırdığın ışıklardan
Bir denize bak birde arkana.
Unuttur kanatlarını aldığın martılara rengini
Ve bütün acıların üzerinde uçarak bul kendini
Kanatlarında gitmemiş bir martı besle
Bir ölüme bak bir ona
Ve uçarken bırak orda kalanlarla ağlayanları
Sen maviye bak. Birde martılara…

24 Ağustos 2009 Pazartesi

3G BALONU

Utanmasalar neredeyse milli bayram ilan edeceklerdi.

Livaneli’nin “Özgürlük” şarkısı eşliğinde yaz boyunca gündemimize zoraki bir 3G sokuşturuldu.

Nedir bu 3G? Kaç kişi reklamlardaki sloganların ötesinde bilgiye sahip? Kimleri ilgilendiriyor?

Bu yazı ile sendika.org okurları için yukarıdaki sorulara basit ve temel bilgilerle bir girizgah yapmak, sonra da meraklısına biraz daha ayrıntılı bir 3G fotoğrafı vermek niyetindeyim.

3G ne değildir?
3G basitçe görüntülü görüşme değildir.
3G ucuz bir hizmet değildir.
3G herkese hitap eden bir teknoloji değildir.
3G bugünün teknolojisi değildir, Avrupa 8 yıl önce geçmiştir.
3G özgürlük demek hiç değildir.

Peki 3G nedir? 3G, İngilizce “3rd Generation” ya da ”Üçüncü Nesil’” teriminin kısaltmasıdır ve cep telefonu dünyasına ait bir kavramdır. Cep telefonu ile daha hızlı internet bağlantısı demektir.Buradaki hız tabii ki daha önceki nesil teknolojilere göre daha hızlı olarak okunmalıdır. Çünkü üçüncü nesilden bahsediyorsak, birinci, ikinci, ikibuçukuncu, üçbuçukuncu ve dördüncü nesiller de söz konusudur. 3.5 nesil olarak ifade edilen Wimax isimli teknoloji ABD ve Avrupada 5 yıldır kullanılmaktadır.

Kimler Kullanır?
Dünyadaki uygulamalar göstermiş ki, 3G öyle görüntülü konuşma için yaygın kullanılmamış. Ayrıca küçücük ekrandan kim niye konuşmak ister ki? Türkiye’de de görüntülü konuşmanın pek rağbet görmeyeceğini söyleyebiliriz. Öncelikle 3G’nin kullanıcıları zaten önceden de cep telefonundan internet kullananlar olacaktır. 2.5G denilen hızla pekala işlerini önceden de görüyorlardı. Sadece sayfalar biraz daha hızlı açılacak, videolar küçücük ekrandan seyredilebilecektir. Kontör hesabı yapan, ay sonunu hesap eden milyonlar, ilk ay internet faturalarını görünce bir sonraki ay cep telefonundan internet sevdasından vazgeçeceklerdir. Tren ve otobüslerde zaten 2G teknolojisi ile verilen internet hizmeti, 3G ile biraz daha hızlı olarak verilecektir. İşi gereği sürekli hareket eden, yöneticilerinin sürekli takip etmek istediği, satış vb performanslarını zamandan kazanarak artırtmak istedikleri özel satış ve teknik personelleri 3G’yi aktif ve yoğun kullanacaklardır. Hali hazırda blackberry (e-postalarını sms gibi kolayca alıp göndermeye yarayan özel cep telefonu), iphone kullananlar 3G’nin kullanıcısı olacaklardır.

Bunların sayısı sadece sadece yüzbinler ile ifade edilebilir durumdadır.

Tüketim toplumu cenderesine giren gençlerin cep telefonu ile oyun, müzik ve video gibi eğlenceye yönelmesine olanak sağlayacak olan 3G’ye yoksul gençler yaklaşamayacak, 3G parası olanın oyuncağı olacaktır.

Velhasıl bugün sunulan hali ile 3G, 10 milyonlarla ifade edilen cep telefonu kullanıcılarını ilgilendiren bir teknoloji değildir. Reklamlarla şişirilmiş içi hava dolu bir balondur. Devlete toplam 1 milyar 970 milyon TL lisans bedeli ödeyen, baz istasyonlarına büyük yatırımları gerçekleştiren 3 cep telefonu şirketinin, bu yatırımlarını cep telefonu kullanıcılardan bir şekilde çıkaracağından hiç şüpheniz olmasın.

Girizgaha son söz:
3G sanıldığından çok pahalı, sunulduğundan daha az gerekli bir teknolojidir.
Meraklısına daha ayrıntılı olarak 3G 3. nesilden bahsediyor olmamız, zorunlu olarak birincisi ve ikinci nesilleri de gündeme getirmektedir. Öncelikle tüm bu nesillerin mobil (cep telefon) iletişim teknolojileri ilgili olduğunu belirtmeliyiz. Teknolojileri üretenler tarafından mobil iletişim teknolojileri “nesil”lerle ifade edilmektedir. Mobil iletişim teknolojileri, kısıtlı bir kaynak olan frekans aralığının en verimli biçimde kullanılabilmesi ihtiyacı tarafından yönlendirilirler. Bu teknolojinin temelinde aynı frekans aralığının farklı bölgelerde farklı işletmeciler tarafından kullanılabilmesini sağlayan hücresel (cell) radyo frekansı sistemi bulunmaktadır. Hücresel sistemin telefon alanındaki ilk uygulamaları, 1970’li yıllarda başlayan Birinci Nesil mobil teknolojilerdir ve 450 Mhz frekansında çalışırlar. 1N mobil iletişim sistemlerinde farklı ülkelerde farklı standartlar kullanıldı. Kuzey Avrupa ülkelerinde, İsviçre, Hollanda, Doğu Avrupa ve Rusya’da kullanılan NMT (Nordic Mobile Telephone), ABD ve Avustralya’da kullanılan AMPS (Advanced Mobile Phone System), İngiltere’de kullanılan TACS (Total Access Communications System), Batı Almanya, Portekiz ve Güney Afrika’da kullanılan C-450, Fransa’da kullanılan Radiocom 2000 ve İtalya’da kullanılan RTMI, 1N standartlarındandır.

Türkiye 1N mobil iletişim sistemi ile, 1986’da 450 Mhz frekansında analog NMT (Nordic Mobile Telephone) standardı ile hizmet veren ağın kurulması ile tanıştı. Bu ağın verdiği hizmet ülkemizde araç telefonu olarak adlandırıldı. 1N analog olması başta olmak üzere birçok dezavantajı içeriyordu. Ses kalitesi kötü, konuşma kapasitesi ve kapsama alanı düşüktü, üçüncü şahıslarca dinlenmesi çok kolaydı.

Yaşanan asıl büyük teknolojik değişim, sayısal teknolojinin kullanılmaya başlanması oldu. Ve Mobil iletişimde İkinci Nesil, 2N başladı. Sayısal teknolojinin kullanılmaya başlanması ile frekans genişliğinin daha verimli kullanımı sağlandı ve kapasitede büyük bir artış gerçekleşti. 900 MHz frekansını kullanan, sayısal teknolojinin kullanılmaya başlanması ile birlikte, mobil iletişim sistemleri bir yandan dünya çapında hızla yaygınlaşmaya, diğer taraftan hızlı bir biçimde rekabete açılmaya başlandı.

Sayısal mobil iletişim sistemleri 1990’larda kurulmaya başlandığında, mobil iletişim dünyası üç yeni standart ile tanıştı. Bunlar Avrupa’da 1982’de CEPT (Conference on European Post and Telecommunications) tarafından başlatılan ve daha sonra Avrupa Komisyonu’nun 1987 tarihli kararı ile kurulan ETSI (European Telecommunications Standards Institute- Avrupa Telekomünikasyon Standartları Enstitüsü) bünyesine aktarılan GSM (Groupe Speciale Mobile) proje grubu tarafından oluşturulan GSM; Kuzey ve Güney Amerika’da kullanılan D-AMPS (Digital Advanced Mobile Phone System) ve yine Kuzey Amerika ve bazı Asya ülkelerinde kullanılan CDMA (Code division multiple access) standartlarıdır. Bu standartlar arasından en hızlı yaygınlaşan GSM (Global System for Mobile Communication) oldu. Türkiye’de de 1994’de kurulan sayısal mobil iletişim ağları bu standardı kullanmaktadır. GSM 900 ve 1800 Mhz frekanslarını, CDMA ise 1900 Mhz frekansını kullanmaktadır. Bunlardan en yaygın olarak kullanılan standart ise GSM’dir.

Küresel telekomünikasyon standartlarını geliştirmekle sorumlu olan ITU, 1988’de uluslararası telekomünikasyon ağına cep telefonu ile erişim için uluslararası bir standart geliştirmek için çalışmalara başladı. Bu standart IMT-2000 olarak adlandırılmaktadır. Buradaki 2000, hem standardın 2000 yılında kullanılması hedefinden hem de 2000 MHz genişlikte radyo frekans bandı kullanmasından kaynaklanmaktadır. 1997’den beri IMT-2000 FPLMTS (Geleceğin Kamusal Mobil Telekomünikasyon Sistemi) olarak bilinmektedir. IMT-2000 küresel erişim ve multimedya bağlantısını sağlamayı hedefleyen üçüncü nesil sistemleri de temsil etmektedir. Avrupa’da ise üçüncü nesil mobil sistemlere ilişkin UMTS (Evrensel Mobil Telekomünikasyon Sistemi) isimli bir standart geliştirilmiştir. Avrupa Birliği ülkelerinde üçüncü nesil mobil hizmetler için 2000 yılında ilk lisanslar verilmiştir.

İnternet Veri aktarım hızı yönünden bir karşılaştırma yapılacak olursa; GSM 1. nesil ile 9.6 kbit/s, GPRS ile 171.2 kbit/s, EDGE ile 384 kbit/s veri transferi yapılabilirken, 3G sistemlerde UMTS de veri hızı 2 Mbit/s ve üzerine çıkmaktadır.

Değişik ihtiyaçlara ve spektrumun diğer uygulamalar tarafından da kullanılabilmeleri için yapılan paylaşımlara göre, 1885-2005 MHz, 1900-1980 MHz, 1920-1980 MHz, 2010-2025 MHz, 2110-2170 MHz, 2110-2200 MHz şeklinde çeşitli bantların 3G için tahsis olundukları görülmektedir. Bunun yanı sıra, her bir işletmeciye de 3G hizmetlerini sunabilmesi için genellikle 2x10 MHz veya 2x15 MHz’lik ve buna ilaveten 5 MHz’lik bir spektrumun verilmesi yaygın yöntemlerdendir.

3G İhalesinde ne oldu? Bundan sonra ne olacak?
İhale ile ilgili haberlerden, Turkcell’in A tipi, Vodefone’un B tipi, Avea’nın C tipi 3G lisansını 20 yıllığına aldığını öğrendik. Bu lisansların karşılığı olarak Turkcell 45 Mhz’lik, Vodafone 35 Mhz’lik, Avea 30 Mhz’lik bir frekans bandını kullanabileceklerdir.

Örneğin Turkcell, aldığı A tipi lisansla 45 Mhz’lik frekans bandını, 20 Mhz’i Uplink (gönderme), 20 Mhz’i Downlink (alma) ve 5 Mhz TDD (Time Division Duplex) olarak kullanabilecektir. Başlangıçta kapasitesinin yarısıyla, 1 Video Call ve 1 HSDPA (High-speed Downlink Packet Access) 3G servisleri verecektir. Kapasitesinin yarısını ise kısa vadede kullanmayacak, ilerideki gelişmelere göre bunun kullanılmasına karar verecektir. Vodafone ise aldığı B tipi lisansla, 35 Mhz’lik bir frekans aralığını kullanma hakkını aldı. Bu aralık 15 Mhz Uplink, 15Mhz Downlink olmak üzere 30 Mhz ve ayrıca 5 Mhz TDD’yi kapsamaktadır. Aynı şekilde diğer operatör Avea ise aldığı C tipi lisansla 15 Uplink ve 15 Mhz Downlink olmak üzere 30 Mhz’lik frekans aralığında hizmet verecektir.

3G teknolojisinde UL (Uplink) ve DL (Downlink) olarak ayrı ayrı 5 Mhz bandı kullanılır. Bugün ulaşılan teknoloji ile her 5 Mhz’lik banttan teorik olarak 7.2 Mb/s veri iletilebilmektedir. Ama bir 3G kullanıcısı bugünkü cihazlarla, operatör izin verirse maksimum 5.5 Mb/s hıza ulaşabilir. HSPA+ adı verilen teknoloji ile teorik olarak 42 Mb/s hıza ulaşabiliyor. Operatörler mevcut 3G lisansları ile bu özelliği de kullanmayı planlıyorlar.

GSM şebekesinde yer alan bir baz istasyonu 3 veya 4 sektörde farklı hücreler oluşturur. Her hücrede bir frekansta kullanıcının ulaşabileceği maksimum hız 5.5 Mb/s Mb/s kapasite sözkonusu ise bu bölgede daha büyük kapsiteye ihtiyaç varsa aşağıdakiler yapılabilir.

-Hücre daraltılır, iyi bir frekans mühendisliği çalışması ile sık aralıklarla baz istasyonu kurulur ve kapasite artırılır.

-Aynı sektörde yeni bir frekans devreye alınır. Bu durumda fazla frekansı olan avantajlı olacaktır.

Örneğin Turkcell aldığı A tipi lisansla 20 Mhz UL, 20 Mhz DL kapasiteye sahiptir. İhtiyaç olduğun yeni 5Mhzler devreye alabilecekken,

30 Mhzlik C tipi lisansı alan Avea 15 Mhz UL, 15 Mhz DL ile Turkcell den 2x5 Mhzlik kapasite daha azdır.

3G teknolojisi ile kullanıcının baz istasyonu arasında yüksek hızı sağladıktan sonra,

Baz istasyonunda internet dünyasına çıkış kapısının genişliği, yani transmisyon altyapısının kapasitesi önem kazanıyor.

Örneğin bir baz istasyonuna 20 adet 1 Mb/s 3G abonesi video izlerse 20 Mb/s kapasiteyi transmisyon ortamından sağlamak gerekecektir ki bu operatör için çok büyük bir maliyettir.

Yani operatörler için fazladan 5 Mhz frekanslarının olmasından daha önemli olan, daha fazla kullanıcının internet, data trafiğini taşıyacak iletim (transmisyon) altyapısıdır

3 adet GSM operatörü büyük şehirlerden başlayarak müşterilerin olduğu yerlere öncelikli olarak 3G yatırımlarını yapacaklar. Mevcut GSM baz istasyonlarına 3G sistemleri kuracaklar, 3G için ayrı anten veya 2N-3G birlikte çalışan antenlerin kuracaklar ve transmisyon yatırımı yapacaklar.

Dünya örnekleri gösteriyor ki pratikte 2 adet 5 Mhz UL ve 2 adet 5 Mhz DL Yani toplamda 20 MHz band genelde yeterli oluyor.

Yapılan tahminlere göre Operatörler bir hücrede 40-45 kullanıcı 3G kullanacak şekilde bir overbooking (kapasite üzeri satış) ile planlayarak işe başlayacaklar ve kullanım yoğunluğunu izleyecek, analiz edip yatırımlarına yön verecekler.

Sonuç:

Operatörlerin fiyat politikaları ile cep telefonuna düşkün TC vatandaşı kullanıcıların talepleri, 3G dünyasındaki gelişmeleri belirleyecek.

Operatörler her ne kadar bir kullanıcıya daha yüksek hızlar verebilecekken, transmisyon vb altyapı nedenleri ile, 3G kullanıcıları reel olarak telaffuz edilen hızlardan daha düşük hızları kullanıyor olacaklar.

Uzunca süredir GSM sektöründe, son kullanıcılara satılan ürünlerde, sürekli zorlama bir yenilik ekleyerek satılan cep telefonları dışında pazar doygunluğuna erişmişti. 3G özelliği için değiştirilmesi gereken cep telefonu pazarı, şimdiden cep telefonu satıcı şirketlerin iştahını kabartıyor. GSM operatörlerine ürün sağlayan az sayıdaki çok uluslu cihaz üretici şirketlerin pazar krizine, bir düzeyde 3G teknolojisi yanıt verecektir.

Son söz olarak:

3G, milyonların yaşamında ileriye doğru değişiklikler yaratmayacaktır. Özgürlük arayanlar boşuna 3G’nin arkasına bakmasınlar.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Sanat Çıkmazı Etkinlik Programı


çıkarların dünyasından usananlara....

5 ağustos çarşamba, 20:00
Yeni Bir Yurt Edinmek, Enis Rıza
(Belgesel Film)

7 ağustos cuma, 19:00
Müzik Dinletisi
Çıkmaz İnsanları

8 ağustos cumartesi, 20:00
Yay, Kim Ki Duk
(Kurmaca Film)

9 ağustos pazar, 16:00
Yürüyen Şato, Miyazaki
(Çizgi Film)

12 ağustos çarşamba, 20:00
Küllerinden Doğmak, Enis Rıza
(Belgesel Film)

14 ağustos cuma, 19:00
Müzik Dinletisi
Çıkmaz İnsanları

15 ağustos cumartesi, 20:00
Boş Ev, Kim Ki Duk
(Kurmaca Film)

16 ağustos pazar, 16:00
Küçük Cadı Kiki, Miyazaki
(Çizgi Film)


Bütün etkinlikler ücretsizdir....
Kurtuluş cd. No: 93,
Esnaf ve Sanatkarlar Odası yanı,
Dar bir sokağın kavuştuğu yaşlı bir kayısı ağacı,
Antakya

31 Temmuz 2009 Cuma

neyin sınavı bu?

neden yazmaya niyetlenir insan.acımıdır yazdıran yada mutluluk yada çıkmazlar...

sevgilisi ölülüverir insanın aniden, beklemeden...planlar yapılmıştır oysa zamana bırakılanlarla...

"yapılması gereken herşey bir bir yapılmaya başlar...önce okul biter sonra askerlik sonra bilmem ne sınavı, bilmem nerde ne işi ve sonra..."

bir gün önce soluğunu hissettiğin insan, dalıverir derin bir kuyuya.

hangi sınava tabi olduğumuzun muhakemesini yapmak kalır geride kalana.ve ölüm en gerçek şey olur bir anda. en normal şey.anormal olan arkasından yas tutmak olur,ağlamak,bir mezarlıkta o donuk bedene su dökmek,üstüne toprak ekmek.saçma sapan geleneklere el pençe olmak...

sınanmaya hayır der ruh.sınamaya evet!çelişkiler öylece dolanır zihinde. kurabildiğin bir kaç kırık cümle, yitik ve anlamsız bir hece oluşturur.

ölür birileri,ölüm en gerçek olandır.
ölür birileri,zamana karşı koymak düşer geride kalana.
ölür sevgililer..

yaşama sevincine hayran olduğun bir adam bir gün sıkar kafasına...geride yalnızca bir not:"yaşamın kaosundan ve karmaşasından sıkıldım".

bir kaç hafta önce sözünü ettiğin bir kadın öyle anlamlandıramadığın bir biçimde kocası tarafından bıçaklanır...

ve bir gün önce soluğunu hissettiğin insan, dalıverir derin bir kuyuya.
güç olur ayakta kalmak, aklını ayakta tutmak...

ölümler ayı oluyor bir anda, o cıvıl cıvıl temmuz...
havanda asılı ölülerin kokusu.

O kadar paramız “YÖK” ki!


Ekonomik kriz artık yaşamımızın sıradan bir parçası haline gelmişken geçen haftalarda “YÖK'ten harçlara büyük zam!” adlı gazete haberinin %8'lik (!) üniversite harçlarına zam haberi bizi çok da sarsmadı. Ne de olsa öğrenim hayatımız boyunca adı parasız olan paralı eğitime alışmıştık. Fakat haberin başlığının bir dizgi hatası olmadığının anlaşılması uzun sürmedi. Fakültelere göre katkı payı miktarlarına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. YÖK'ün belirlediği yeni har(a)çlara göre zamlar %8 ila %500 arası değişiyor. Üniversite rektörlüklerine de %20 civarı har(a)ç arttırma opsiyonu tanınıyor. Yani fiili olarak en düşük harç zammı %30 civarında.
Ekonomik krizi biz üniversiteliler çıkarmadık! Ama nedense faturası bize kesiliyor.
Zamların arka planına baktığımızda ise Dünya Bankası'nın, TÜSİAD' ın, Devlet Planlama Teşkilatı’nın eğitimin tamamen ticarileştirilmesini öngören raporlarını, YÖK Başkanı'nın da bu kesimlerin sözcüsüymüşçesine yaptığı açıklamaları görüyoruz. Yani bu zamlar havadan gelmedi, zaten yavaş-yavaş, alttan alta yapılacaktı. Kriz çıkınca da birden, fütursuzca yapılmak durumunda kaldı.
PEKİ, HAR(A)Ç NEDİR?
06.11.1981 gün ve 2547 sayılı Yüksek öğretim kanunun 46.Maddesinde öğrencilerin cari hizmet maliyetine katkıda bulunmaları gerekliliğinden bahsedilmiştir. 17.08.1983 gün ve 2880 sayılı yasa ile de bugünkü usul benimsenmiş ve 1984–1985 öğretim yılından itibaren harç paraları toplanmaya başlamıştır.
“Madde 46- Her yıl öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına ödemek zorunda bulundukları harçlar öğrenim dallarının nitelikleri ve süreleri ile yükseköğretim kurumlarının özellikleri göz önünde tutularak Yükseköğretim Kurulunun önerisi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilir... Üniversite bütçelerine intikal eden harçlar her üniversite bütçesinde aşılacak öğrenci sosyal yardım tertibinden, kurulacak öğrenci harçlar fonuna aktarılır. Bu fonda toplanan paralar öğrencilerin beslenme, kültürel ve sportif faaliyetleri ile diğer sosyal ihtiyaçları için kullanılır...
Bu yasal düzenlemede öğrenci harçlarının öğrencilerin beslenme, kültürel ve sportif faaliyetleri ile diğer sosyal ihtiyaçları için kullanıldığı söylenmektedir. Ancak, bizlerden alınan bu har(a)çlara rağmen mevcut üniversitelerden daha fazla yemek ücreti ödüyoruz. Üniversitelerde har(a)ç alımlarıyla başlayan piyasalaştırma süreci burada sayılan tüm hizmetlerinde ticarileştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Bugün tüm bu hizmetler üniversiteler içinde öğrencilere para karşılığı sunulmaktadır.
YILLARA GÖRE HARÇ ARTIŞLARI NASIL OLDU?
Uygulanmaya başlandığında sembolik miktarlarda alınacağı söylenen har(a)çlar her yıl yapılan zamlarla bugün ciddi rakamlara ulaşmıştır. Son yılların verilerine bakılarak har(a)çlara her yıl ortalama %42,7 zam yapıldığı görülmektedir. Son yapılan zamlar ise %8 ile %500 arasında değişmektedir.
O KADAR PARAMIZ "YÖK" Kİ!
Ailelerimizin aylık gelirinin 1000 TL’nin altında olduğu gerçeğini görmezden gelerek bizlerden, bu gelirlerin neredeyse iki - üç katı bir har(a)ç talep edilmesi, anayasada da belirtilen “eğitimde fırsat eşitliği” ve “parasız eğitim” hakkının ihlalidir.

25 Haziran 2009 Perşembe

BİR DÜŞ

Hani o en eskiden kalma masalları anlattın mı başucumda bilmiyorum.

Koca bir leğenin içinde, kıvılcımlarını delice saçan odunlarıyla yanan sobanın yanıbaşında, küçücük bir banyoda, küçük kirli kulaklı kuzuları;kurtların nasıl kaptığını fısıldardın kulağıma ya, işte ondan gayrısını anımsayamıyorum...

Kulaklarım temiz olsada, kaç kurda yem olduğumun heabını tutamıyorum.
Bir gece yarısı tavana dikiliveriyor gözlerim.
İtiraf etmek hiç kolay değil inan, karanlıktan korkuyorum!
Karanlıkta yüzünü göremiyorum.
Üzerine insan gövdesi giysiler giymiş canlılarla bilemezsin nelerin hesabını tutuyorum.
Bizi birbirimize bu kadar yabancılaştıran şeyleri sorgulamaya koyuluyorum.
Ve o canlıların pinekleyen düşünceleri arasında memik dokuyorum.

Kocaman bir tahta tezgah geliyor aklıma. Karlı bir evin balkonunda kurulmuş. Rengarenk simlerle makaralarda... Yanı başında yüreği ağ tutmuş babamda...

Yüzündeki acı dolu tebessüme inat, umudu aşılayan gözlerinle, gelecekten bir parça bir parça mavilik alıyorum. Ellerine uzatıyorum.

Anne,cehemnemin tasvirini boyamaya başladın bile...

9 Haziran 2009 Salı

Son…

Giden geceler, şimdi; aynada kendini gizleyen bir fahişenin beyaz saçlarında büyütüyor ertelenmiş korkularını.
Gece fahişeye ramak kalıyor.

Unutulmuş bir pazar oluyor insan.
Ve inşa ediyor kendini,
Ruhundan biri çalınana dek…

Kemanın imgesiz tınısı tanrının ölüm senfonisini çalıyor,
Ve müziğin tanrıçası fülüt çalan bir askeri lanetliyor.
Bitişik yazılmış harflerden buluyorlar adını,
Sonunda adım oluyor, adından yalıtılmış iki kelime.

Çıktığın bütün pencerelere dokunuyor sabah.
İzinden bir reyhan kokusu bulunuyor.
Ağladığın mendillerden bir kadın yaratıyor ellerin.
Ölümden anladığın, doğurmak oluyor kendini, bir insandan.

Rüya taşıyor, uyuyan ceninler.
Aynada unuttuğun ellerinde bulunuyor,
Unutulduğun geceler…

24 Mayıs 2009 Pazar

Öyküler ve kadınlar hep yanlış yerde ölür.
Kışları sarı olur pencereler, caddeler ve kadınlar; kışları ayna olur.
Zaman gelir, elleri ağ tutar şiir yazanların,
Yürekleri şişme bir aşkla doldurulur.
Utanacak ne kırmızılık kalmıştır artık nede gizlenmesi bile müsemmasız adamlar!
Kışları ayna olur, çerçevecisinden kırılmış bir tablo,
Gülümsemekten arındırılmış bir adamın duvarında.
Ve ölü bir kuşu sarsmaya niyetli iki zenne, ellerinden bırakıverir erkekliklerini.
Öyküler yarım adalara bırakılır,
Kadınlar yarım adamlara.
Kadınlar ve öyküler hep yarım kalır yaz aylarında...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

kopyalanan


Elerimde siyah kadınlardan alınmış kırışık alınlar,Spermler salyalarla alınlarda kayboluyor.Ellerimde on altı yaşında bir kız,kaldırımda şarkılarını avutuyor.

Sokaklardan ruhuma biri sesleniyor.Ve her sesleniş de biri, adımdan adını kandırıyor. Kopyalanıyorum gökten, uçamayan kuşların kanatlarına.Kimileri buna zembil diyor, kimileri bir senfoni.

En güzel aşktan soluyorlar nefesimi ve çocuklar beni bağırıyor.Duymadan salıveriyorum içimdeki öfkeyi.Kimlerden alıyorlar beni, kimlerle buluyorlar...İniyorum bütün trenlerden.Yolculuklara küsmüş bir sosyalistin ağzında, bir gitme türküsüyüm.Yıkmadan, duvar altında bir devrimci,

Ülkemde bir kız çocuğu bırakıyorum; ellerinde bir bayrak,göğsünde bir pankart,avuçlarında özlenen bir deniz, kirletilmemiş bir adam,şiirin sonunu "ve"diye bitirmeyen bir şair,çocuksuz çocuk,ayrılıksız bir aşk olmayan, denizden bağıran bir şizofrenle ölen,vakti gelen.

Gidenlerden bulacaklar, bıraktığım tüm alışkanlıklarımı.Gidiyorum bir kere daha söyleyin adımı.Gelsenizde bırakarak, on altı yaşında bir kızdan aldıklarınızı,

Gidiyorum alın kopyaladıklarınızı...
İstiyorum ki kar yağsın
Ve bir anne doğsun çocuğunun rahminden babasının yatağına
Sabahları hep aynı enstruman,
Sabahları hep aynı yatak
Ve hep aynı yalnızlık şarkısında unutulmuş bir karınca fıkrası
Trajı komik…

3 Mayıs 2009 Pazar

"ruhunu sıkma"

Yürünecek pek çok yol vardır.
Yürüdüğün yol,nereye götürdüğünü fısıldar zamana ve mekana.
Hangi yolu seçtiğin, nasıl bir dünyada yaşamak istediğinle ilgilidir.

Ama yollar vardır ki; birden içinde bulursun kendini...
nereye gittiğini bilemezsin, ne bir fener aydınlatır o yolu, ne de en kıvrak akıl. Sıkışmış ve sıkıştırılmış hissettirir hayat o an.
Yapacağın çok şey vardır, yapamazsın...
İstediğin şeyler ulaşılabilir uzaklıktadır, ulaşamazsın.
Dünya avuçlarının içinde kırılgan bir atlasa dönüşür.
Uzak kıtaları görürsün, katmer katmer açan leylakların büyüdüğü toprakları...
Bir polene bulanmış mevsimde yağmurun dinmesini bekleyen ekmeksiz ve evsiz insanları.
Bir atlasın üzerinde birbirlerine dolaşan yaşam adacıklarını.

Kendi yumaklarının içinde kaybolan toplumları, tarihleri ve uygarlıkları görürsün o yolda.
Yürüdüğün yol seni besler, büyütür, bakar.
Sen de yolundan binlerce, milyonlarca yıllık tarihine bakarsın, ve dersin ki: "ben bu yola nasıl düştüm".

Savaşları görürsün, tarih kitaplarından, resimsiz.
Doğanın dışında yarattığın uygarlığı.
Toprağa düşürülen ilk tohumu.
İnsanın nasıl insan olduğunu ya da olabileceğini.

Bir istavritin on binlerce yıllık hikayesini dinlersin balıkçı teknelerinden. Gümüşün, altının, kömürün çağlarından öğrenirsin, atom bombasının yüz yılını, omurgasını yitiren insanın çığlığını, intihar eden balinaların yalnızlığını, yoksulluğa terk edilen toprağın çatlağında bir yoksul çiftçinin teninde ki kızgınlığı...

Olanaklı tek yolun, içinde olduğun yer olmadığını düşünürsün.
Bir sağa bir sola koşuşturursun.
Kollarını çırparsın.
Toprağa dokunursun, evler yaparsın, şehirler ve yeni yollar.
Yol artık tek başına seni belirleyemez duruma gelir o an.
Yeni dediğin yeri yapmaya başlamak için sorarsın kendine.
"Ne yapmak istiyorum ve nasıl yapacağım".

Ve yaşamın tek bir çizgi üzerinde yürüyen cambaz olmadığını öğrenirsin...
Rastlantılar ve zorunluluklar ilişkisinde salınan bir kukladan çok kendi tarihini yapan bir cambazsındır artık...

nasıl bir aşk yaratırsan, nasıl bir üretim ilişkisine tabi olursan, nasıl bir ilişki kurarsan onun yıkıcısı ve dönüştürücüsü olursun.

İşte bu yüzden sıkma ruhunu,
Yürünecek pek çok yol vardır daha...

o yollarda ellerinden tutacak, yüreğine dokunacak ve sözleriyle seni boğmayacak, insancıklar da...

25 Nisan 2009 Cumartesi

odtü tiyatro şenliği



Cuma, 24 Nisan
20:00 "ODTÜ Oyuncuları "Yaşlı Kadının Ziyareti" (F. Dürrenmatt)
Cumartesi,25 Nisan
16:00 "Boğaziçi Üniversitesi Tiyatro Topluluğu “İş Ararım İş” (BÜO)
20:30 İTÜ Sahnesi “Şimdiki Zamanın Rivayeti” (İTÜ Sahnesi)
Pazar, 26 Nisan
12:30 Mersin Üniversitesi Tiyatro Top. “Otobüs” (S. Stratiev)
14:30 Çağrışım Tiyatrosu “Evlenme Teklifi” (A.Çehov) -Sokak Oyunu-
16:00 SBFTT “İçerdekiler” (M. C. Anday)
18:00 Işık Atölyesi -Kemal Yiğitcan- (Yer: Solmaz İzdemir Salonu)
20:30 İTÜ Timis Oyuncuları “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” (Ahmet Hamdi Tanpınar)Pazartesi, 27 Nisan
12:45 Çağdaş Kadın ve Gençlik Vakfı “Özgürlük Oyunu” (Adem Atar )
17:00 Tiyatro Tesadüf “Ben: Kadın” (Dario Fo)
20:30 Anadolu Üniversitesi Tiyatro Maskesiz “Turrandot ve Aklayıcılar Kongresi”
salı, 28 Nisan
13:30 Yüzüncüyıl Üni. Tiyatro Topluluğu “Mezarsız Ölüler” (JP Sartre)
17:00 Oyun Arkadaşları “Gizli Oturum” (JP Sartre)
20:30 Mülkiye Sahnesi “Bay Kolpert” (D.Gieselmann)
Çarşamba, 29 Nisan
20:00 ODTÜ Oyuncuları “Yaşlı Kadının Ziyareti” (F.Dürrenmatt)
Perşembe, 30 Nisan
13:00 DestAR-Theatre “Reşê Şevê (Karabasan)” (Berfin Zenderlioğlu, Mirza Metin)
15:30 Oyunculuk Atölyesi: Hareket Makamı -Celal Mordeniz & Erdem Şenocak-
15:30 Söyleşi: [Brecht] Süreyya Karacabey & Kadir Çevik (Yer:Solmaz İzdemir Salonu)17:30 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu “Üç Ayak” -Sokak Oyunu-
20:00 ÖKM Sahnesi “Adam Adamdır” (B.Brecht)
Cuma, 1 Mayıs
17:00 İMA Tiyatro Atölyesi "Gevezeliğin Manifestosu" -Sokak Oyunu-
19:00 Seyyar Sahne “Tehlikeli Oyunlar” (O.Atay)
Cumartesi, 2 Mayıs
12:30 Position Theatre “The Poor Macbeth”(P. Azizi)
14:00 Söyleşi: Hasan Erkek “Türkiye'de Çağdaş Oyun Yazarlığının Kaynakları” (Yer: Solmaz İzdemir Salonu)
16:30 Tiyatro Kulübesi “Unutmak” (J.Jouanneu)
20:30 Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü” (B.Brecht)
Pazar, 3 Mayıs
13:00 İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu “Yaşlı Hanımın Ziyareti” (F. Dürrenmatt)
16:00 Söyleşi: Ayşegül Yüksel “Dürrrenmatt ve Grotesk Kullanımı” (Yer: Solmaz İzdemir Salonu)
18:30 İstanbul Hayalperdesi “Salıncak - Ters Evlenme” (Karagöz Gölge) (Yer: Solmaz İzdemir Salonu)
20:30 eskitiyatro “Git Gel Dolap” (H.Pinter)

kalır...


kalsada ne olur?
biraz kahır,biraz tebessüm, biraz çıkmazlar...

gitse de ne olur?
sırtı dönüktür çoktan, boktan bir gecede açılır ruh...
binbir soru işareti, binbir bilmece, gülmece, ağlamaca...
asılıdır duvarda...

duvarın tabiri zor olur.
duvarın imgesi acımazsız olur.
yorar duvar, aşılmaz olur.

ve kalsa da gitmeye niyetli olur, gitse de kalmaya...

kalır...

16 Nisan 2009 Perşembe

ağlamayı unutmayın...

Biliyorum zor bir şey istiyorum. Duyguları alenileştirmenin yadırgandığı toprakların çocuklarından en olmadık şeyi bekliyorum:
Yıkın örülen duvarları; ağlamak istiyorsanız ağlayın. Tutmayın göz pınarlarınızda sizi bütün kötülüklerden arındıracak gözyaşlarınızı; bırakın sel olup çağlasınlar, bırakın taşkın bir sele dönüşüp kıyıda köşede kalanımız varsa onlara kavuşsunlar. Gönül koyanların gönlünü okşasınlar, vazgeçenleri geri çağırsınlar, gelmek isteyenlere davetin sonsuz olduğunu hissettirsinler, gitmek isteyenleri vicdanlarının sızısından yakalasınlar....

İnönü Alpat

15 Nisan 2009 Çarşamba

im atölyesi "an sayısı" çıktı!

bazen bir müzik uyarıcı oluyor
ve bir korku getiriyor bana
bildiğim, tanıdığım bir andan
sanki o an, zaman boyutu aşılıyor
bir an da olsa
yer değiştiriyorsun bu sayede...

14 Nisan 2009 Salı

Çürüyor işte!
Kulaklarından içine akan bir kırmızı.
Susuyor korku!
Bir gece, bir yaprak kıpırtısında…
Donuyor zaman!
Bedeninde anımsayamadığın ağrılarla…
Kalıyor hatırlamamak!
Kalıyor alkol, kalıyor uyuşukluk…

27 Mart 2009 Cuma

GEÇMİŞE KALANLAR

Taş bi gece, bugün suskun, suçlu…

Hesaplaşmak koyan belki de. Geçmişi gelecekle tutan bağların kırılma yakamozu. Ruh taş gibi ağır, nefes aldırmıyor. Anında seni nefes gibi içime çekemiyorsam ve bundan beni sorumlu tutuyorsan. Haklısın masumiyetini sadece benim yüzümde görebiliyorsun, belki sende en saf halini benim kalbimde arıyorsundur.

Kalbimden geçenler, ruhuna sattıklarım, basitleştirmeye çalıştığın bir yığın umutlarım.

Anlam yüklemek ya kendiliğinden oluyorsa ya ben hala çocuk kalmışsam umut ederek! Suçlu muyum, artık masum değil miyim? Çıkmıyor kelimeler boğazımdan, dedim ya
Konuşamıyorum artık. Anılarımı hiç kirletmedim biliyor musun? Onları hep avucumda taşıyıp kolladım. Ona dokunmaya kim çalışmışsa geçirdim dişlerimi! Korkmadım kimseden, anılarımı öyle korudum ki… Dedin ki yarattığın ben mi yoksa karşında ki ben mi? Ben her ikisini de biliyorum gerçek sen hayallerimde ki değil, anılarımdaki sensin.

Değersiz hayata karşı değerli olandı evet gülüşlerimiz, öpüşlerin, sarılmaların, hala unutamadığım uyumalarımız…

Umutlanma! Tek başınasın odanda biliyorum, ellerin kafanı misafir etmiş, yalnızlık sarılmış… Saçmalamalarının seni götüreceği yoldan korkan sen, yine de o yola gitmeyerek sahne misali etrafı ve beni ve bizi izleyecek olanda sensin. Hiç olmayacak olan bize ağıt yakmakta ne hadde. Mutlu ol anılarınla dedin ya ben uzun süredir onlarla mutluyum. Günlerce gördüğüm rüyalardayım hala ve hala bi kıyıda bi gece izlediğimiz yakamozdayım. Hala o kadar heyecanlıyım ve o gecenin sonunda olan hayal kırıklığımdayım, yalnız bırakışında.

Ellerinin arasına saçlarımı vermeyi ne çok isterdim… Öylece kendimi sana bırakmak öylece uzanmak boylu boyunca kollarının arasına ve öyle isterdim ki son kez gözlerine bakıp, ardıma dönüp, masmavi, uçsuz bucaksız dipsiz kuyularda kendimi var edebilmeyi…
Şimdi ben burada bu yalnızlıkta suskunum.
İçimdekiler, yarımlığa dair…
Hoşça kal…

15 Mart 2009 Pazar

"Bir Aşk Mektubu"


"Bir Aşk Mektubu"
22 Mart Pazar günü Hatay Kültür Merkezi'nde

Saat 13:00 ve 16:00 seanslarında...

ima tiyatro atölyesi
devrik ve yıkık cümleler...

Bilet temin yerleri:

İm Atölyesi Sanat ve Kültür Evi
Hayyam Kitabevi
Ada Müzikevi
Kemancı Kafe
Lotus Kafe
Hatay Antik Defne Sabun Mağazası

13 Mart 2009 Cuma

"im atölyesi" dergisi "karanlık sayısı" çıktı!

Nisan ayında çıkacak yeni sayımız için yazı ve çizimlerinizi bekliyoruz.


karanlık sayısından sızanlar:

İlk Yazı
Şelale Korkusu -ölüm üzerine- (Barış Onur Örs)
Resim (Ümran Büyükaşık)
Aşkın Ticareti (Serdar Türkmen)
Desperate (Özdaş Eroğlu)
"Anlat Bakalım" Diyorsun Ya Hani" (Özge Sapmaz)
Seçim Masalları/Mersin 2009 ve Kuzeydeki Güneş/Fatsa 1979 (Serdar Türkmen)
Do The Evolution, Shankill Butchers (Adil Fide) (çeviri)
Kutsal Ana'ya Yakarış (Senem Çelikkol)
Çöl Sessiz (Ayber Hastürk)
Kendime (Ümran Büyükaşık)
"Hişt hişt!" ve Televizyonun Üzerindeki Bisiklet (Talip Ceylan)
Sana,
Yaşamak (Ümran Büyükaşık)
Kelimeler Savaşıyor (Duygu Kapucuoğlu)
Bir imge (Barış) (yazı atölyesi'nden)
Süzgeçte Kalanlar (Mehmet) (yazı atölyesi'nden)
Nereye? (Senem) (yazı atölyesi'nden)
Esnaf Çiftliği (Adil Fide) (Bir Öykü)
Yedinci Mühür -filmden bir diyalog- (Ingmar Bergman) (Alıntı-Sığıntı)

dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana ve Antakya dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)

Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)

Antakya
im atölyesi sanat ve kültür evi (Uzun çarşı çıkışı)
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Zerdüşt Kitabevi - Sahaf
Lotus Kitap - Cafe

Ankara
Ardıç Kitap ve Sanat Evi
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi

İskenderun
Ferda Kitabevi

Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi

12 Mart 2009 Perşembe

gölge

Bilmiyorum neden böyle söyleşmeler.
Şaşırıyorum.
Üç noktalar, cevaplar…
Belirsizlik, oluyor hep istemesek de. Kaçmaya, gizlenmeye ihtiyacı oluyor insanın çoğu defa. Başka uğraşlar ve başka bedenler bile yetmiyor.
Geçmiş işte. Ya da geç-miş gerçenten.
İsimsizler ruhumu yoruyor bazen. Kim olabilir diye düşünüp durmaktan ya da an lardan birisini umduğumdan…
Okumalı geçmişte yazılanları. Okuyorum bir odanın bütün duvarları kaplı onlarla!
“Çıkmalı bu modan?” hatırlanır belki bir şeyler.
Acıdı çok canım. Belki acımalıydı. Ama yetmez mi artık.
Gölgenle birlikte yaşamaktan çok sıkıldım.
Yollanan mailleri her gün okumaktan da.
Daha fazlasını yapmamazsın galiba bana.
Daha fazla acıtma..

17 Şubat 2009 Salı

YAZMA ÇABASI ÜZERİNE

Yazma eylemi, hayatlarımızda bir edebi değer olarak mı önceleniyor yoksa giderek popülerleşen hayatlar açısından yazmakta bir kışkırtmaca ile karşı karşıya mı? Ya da söz patlamasını yazıya indirgeyen, yazıyı oluşturan estetik ve etik inceliklerini aşındıran, işlevini yabancılaşma olarak yazıdan ya da yazardan alan yeni bir sürece mi tanıklık ediyoruz?

Neyi, neden bu kadar yazmak istiyoruz?

Tutunmaya, itiraz etmeye, kendini anlatmaya, görülmeye, içine çekilmeye ya da bakmaya, boşalmaya yazı üzerinden ulaşmak istiyoruz belki de. Belki de yaşamla ilgili sorunlarımız olduğu için yazıyoruz. Yanıt aramanın bir aracı olarak iyi geliyor yazı bize. Yaşamımız boyunca bize yöneltilen sorulara istediğimiz şekilde yanıt vermek içinde tercih ediyor olabiliriz.

Ama galiba en önemlisi sadece yazarak kendimize, kendi gerçeklerimize, ruh hallerimize yakın olduğumuzu düşünüyoruz. Bu yüzden her birimizin toz pembe hayallerinin gizli kaldığı, tozlu raflardan her an çıkmaya hazır günlükleri var belki de.

Yazmak biraz da susmanın estetiği ve eylemidir bence. Bu denli gürültü çıkartan, tüm algılarımızın önüne geçen, ses patlamasının neredeyse şiddete dönüştüğü dünyada yazı susmaya çağırıyor bizi. Durmadan paradan, arabadan, cep telefonundan, bilgisayardan, markadan cümleler kurarak konuşan dünyaya karşı susmaya!

Bu yüzden yazmaya yönelmek azınlıkta olmayı göze almak oluyor birazda. Açıklamak zorunda bırakılmaya tepki vermeyi öğretiyor bize yazı.

Bir yazar “suskunlar” adlı eserini “…sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin yani musikinin romanı…” olarak tanımlıyor. Yazıda böyle belki. Bizi ittiği derin sessizliğin içinde yer alan kahramanların “nefesini üfleyen” ona “can veren” oluveriyoruz yazarak. Hayallerimizi ete kemiğe büründürüyoruz ve onlar en az bizim kadar gerçek oluyor bir anda ya da biz onlar kadar düş…

Aynada yansıyan aksimize bakarak gerçeği görmeyi, gördüğümüzü işitmeyi öğreniyoruz ondan. Ve duyduklarımızla sağırlaşmak yerine yeryüzüne şarkılar yazıp, düşlerimizi maviye boyayıp, bir sesin peşine düşerek kendimizi buluyoruz. Kimbilir belki de suskunluğun çığlığı olmak için yazıyoruz.

12 Şubat 2009 Perşembe

"im atölyesi" dergisi " mim sayısı" çıktı!

mim sayısından süzülenler:

Giriş Yazısı
Yazma Çabası (Özge Sapmaz)
Seyirciden Oyuncuya Bir Hatıra (Barış Onur Örs)
Görüş (Adil Fide)
Bir Derleme; Darwin Üzerine (Özgün Şendur)
İlerlemenin Kısa Tarihi-Analiz, Öneri (Adil Fide)
Geri Dönüşümü Olmayan Plastik Yaşamlar (Muna Örs) (karşı yazılar)
Çürümemek İçin (Ümran Büyükaşık) (karşı yazılar)
Çiğnenmiş Egolarım (Gökçe Alyanak) (karşı yazılar)
Yaşam Kurusu ve İktidarsız Bir Koca (Talip Ceylan) (karşı yazılar)
Gençliğin Savaş Şiiri (Övünç Pehlivan) (karşı yazılar)
Doğanın Katli (Senem Çelikkol) (bir oyun)
Yok Değil (Ümran Büyükaşık)
Kırmızı Kadın / Dolulukta Sıkışan Kadın (Fatma Şenol)
Ötekisiz (senem) (yazı atölyesinden)
Siyah Adam (barış) (yazı atölyesinden)
Adam (gülseli) (yazı atölyesinden)
Bir Çizim (Emre Özsoy)
Rock'n Roll'un Doğuşu (Özgün Şendur)
Dünya Salıyor Renklerini (Ayber Hastürk)

2 Şubat 2009 Pazartesi

Bize de Davos yiğidi gerek!

“Keşke bunu yapan başka biri olsaydı.” Başbakan Erdoğan’ın Davos ‘hadisesini’ beğenen ama Başbakan Erdoğan’ ı beğenmeyenler dün sık sık böyle diyordu:
“Olay süperdi ama keşke bunu başka biri yapmış olsaydı.”
Takdir etmeye dili varmıyordu kimilerinin. Ya da takdir ettiklerini ‘itiraf’ ediyorlardı.
Ben de ettim. Takdir yani ve itiraf. Nihayetinde, tıpkı Başbakanımız gibi ben de azgelişmiş ülke çocuğu olmanın bütün patolojilerine sahibim. Devletler arası bir hadiseyi en azından bir kaç saatliğine de olsa ‘Nasıl da taşı gediğine koyduk’ tadında yaşama hakkım var. Biz de Zürih’te doğmadık nihayetinde! Olacak o kadar.

Diz çök Livni!
Fakat 24 saatten fazla zaman geçti, coşku geçmedi. Ekranlara bakınca vaziyeti umumi şu merkezde:
Viyana kapılarına dayanan Erdoğan AB’yi dize getiriyor, yetmez. Livni’ye diz çöktürüp el öptürüyor, durmak yok. Filistin’de 1967 sınırlarına dönülüyor, o da yetmez eli değmişken İran’la ABD’nin arasını yapıyor, Obama gelip Çankaya’da BM’de veto hakkını alalım diye yalvarıyor... gibi bir hava.
AKP’nin sözcüleri ve AKP yanlısı medya, Erdoğan’ın karizmasını köpürttükçe ben de iyiden iyiye coşuyorum. Diyorum ki:
İşte bize de tam böyle bir yiğit lazım!

Gel yiğidim gel!
O Davos yiğidi gelecek, diyecek ki “Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz.” Kime karşı? Diyarbakır’da “Kadın çocuk, gereği neyse yapılacak” kim demişse ona karşı. “Hoop birader! Ağır gel!” diyecek Kasımpaşalı ağzıyla, “Sen ne diyorsun? Bunlar daha çocuk”. Öyle bir kararlılıkla duracak ki olayların karşısında, kafasına gaz bombası mermisi sıkılarak öldürülen 15 yaşındaki bir çocuğun otopsisini izlemek zorunda kalmayacağım ben.
O Davos yiğidi gelecek ve HAMAS nasıl seçilip gelmişse DTP de seçilerek gelmiş, bunu söyleyecek yüksek perdeden. Bayramlarda bayramlaşmayı reddetmeyecek ve DTP’lileri dosta düşmana karşı “Seçilerek gelmişler, meşrudur” diyecek, sarılıp öpecek. Ah ah! HAMAS’ın demokratik meşruluğunu savunan yiğit bizde nerede?..

Plajdaki Uğur Kaymaz
Keşke bizde de böyle Davos’taki gibi bir yiğit olsa. Memlekette Kürt vatandaşların gizlice öldürülüp asit çukurlarına atıldığı söylendiğinde, peşinden gitse. Nasıl Tevrat’tan alıntı yapıyorsa Davos’taki yiğit, o da Kuran-ı Kerim’den alıntı yapsa, öldürmenin günah olduğunu söylese. Hiç değilse bunu söylese. Tıpkı “plajlarda öldürülen çocuklar” gibi Uğur Kaymaz’ın Mardin’de nasıl öldürüldüğünü bir anlatıverse. “Daha da gelmem Meclis’e” deyiverse...
Yok ki bizde şöyle Davos’taki gibi bir yiğit. Geçse şöyle Melih Gökçek’in ya da Maliye Bakanı Unakıtan’ın karşısına:
“Nedir hoca bu söylentiler? Siz paraları iç mi ediyorsunuz yoksa?”
Şöyle elinin tersiyle itiverse bağışlanmak için ona uzatılan elleri.

Taksim’de fosfor bombası
Yok ki bizde öyle bir babayiğit, Gazze’de kullanılan bombaların hesabını nasıl soruyorsa 1 Mayıs’ta hastanenin acil servisine atılan gaz bombasının ve gözyaşartıcı bombalarla ağlayan çocukların hesabını soracak.
O Davos yiğidi bizde olacak ki “Almayın bu gazeteleri” diyen muktedirlere karşı gelecek “E ama baba, hep sen konuşuyorsun, başkalarını konuşturmuyorsun” diyecek. “Nedir bu basın boykotu!” diye hesap soracak.
Ah Davos’taki o yiğide ben kurban olayım! Keşke gelse de yurdumuza sendikalara, gazetecilere, muhaliflere, giderek kendine benzemeyen herkese saldıran bir Başbakan var bizde, onu güzelce dize getirse... Nerdeeeee...
Mühim not: Bugün İstiklal Caddesi D&R’da saat 16.00’da imza gününde buluşmak üzere...

2 Ocak 2009 Cuma

Para ve Ölüm:GAZZE!-

Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Birliği’nin (ICIJ) araştırmasına göre, bugün dünya üzerinde, 6 kıtadaki 110 ülkede faaliyet gösteren, 90 tane kâr amaçlı paralı asker şirketi bulunuyor...
Dünya üzerinde paralı asker sağlayan şirketlerin toplam kârının yıllık 100 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. (Jim Swanso, The Bush League of Nations)
“...Tel Aviv borsası, Lübnan’la korkunç savaşın yaşandığı 2006’nın ağustos ayında yükseldi. Aynı yılın son çeyreğinde, Hamas’ın hükümete gelmesini izleyen, Gazze ve Batı Şeria’ya yapılan saldırılar sırasında da İsrail’in ekonomisi inanılmaz bir biçimde, yüzde 8 büyüme gösterdi.” (Naomi Klein, The Shock Doctrine)
“Seni aptal, mesele para! Parayı takip et!”
İran’da Ayetullah Ali Hamaney bütün Müslümanları Gazze’yi savunmaya çağırıyor. İranlı gençler, dünyanın efendilerine ve halkların sessizliğine hınçla, kalplerini yumrukları gibi sıka sıka adlarını listelere yazdırıyorlar şimdi.
Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal, Şam’dan bağırıyor:
“3. İntifada başlasın! Tek yol intihar saldırıları!”
Filistinli gençler, onları her kapıda soyup duran İsraillilere inat kapanıyorlar durmadan, maskeleniyorlar ve adlarını yazdırıyorlar listelere.
Gazze’deki doktorların ellerinde çocuklar ölüyor. Dünyanın vicdanı bir kez daha naylon, her çocuğun her son nefesinde. Çocukların adları yazılıyor listelere.

Savaş sektörü
Başka bir yerde de başka listeler yapılıyor. Kaç füze başlığı, kaç gözetleme kamerası, ‘kötü adamları’ ayırt edecek kaç bilgisayar programı, özel güvenlikçi adı altında kaç işkenceci ve kaç paralı asker, özelleştirilmiş ve off-shore’laştırılmış savaş için ne kadar paramiliter kuvvet...
İsrail Gazze’yi neden vurdu sorusu yanıtlanıp duruyor. Obama’nın kucağına bir sorun koymak için, İsrail’in iç politika hesapları için, Hamas’ı iktidarı terk etmeye zorlamak için, Gazze’yi nihayet işgal etme hazırlığı için... Hepsi doğru ve hiçbiri. Esas neden başka.
Irak işgaliyle tavan yapan özelleştirilmiş savaş sektöründe İsrail her bakımdan bir numara. Hatta 11 Eylül’den sonra İsrail’in kendi korkularını sınırları ötesine ihraç etmeye başladığını, ABD ve Avrupa’yı tıpkı İsrail gibi güvenlik çılgınlığına sürüklediğini ve bu işten epey para kazandığını söyleyebiliriz.
Başta ABD olmak üzere tüm dünyaya yaptıkları ‘güvenlik’(!) ihracatının mallarını ise (sorgu yöntemlerinden akıllı kimlik kartlarına, akıllı kameralardan yalan makinelerine kadar) öncelikle Filistinliler üzerinde deniyorlar.
Bu bir sır da değil. Örneğin onlarca İsrail güvenlik şirketinden biri olan Suspect Detention Systems’ın sitesine girip bakın. ABD havalimanlarına 11 Eylül’den sonra sattıkları ‘iyi adamı kötü adamdan ayırma’ aygıtlarını Batı Şeria’da denediklerini, meşhur ‘check-pointlerde’ test sürüşü yapıldığını anlatıyorlar açık açık.
Diğer şirketler gibi bu şirketin de yönetiminde gururla gösterilen isimler arasında İsrail istihbarat örgütünün isimleri var.

‘Hamasistan’
Peki savaş bu kadar kârlı ve sürekli bir iş haline gelmişse, normal olarak(!) kâr etmeye ayarlı olan bu sektörün savaşı dört gözle beklemesi, çıkmayınca huzursuzlanması ve ‘ekmeğini taştan çıkarması’ gerekmez mi? Nihayetinde, en temelde olup biten budur. Gazze’de ya da Felluce’de, Bağdat’ta ya da Kâbil’de savaş ve güvenlik sektörünü hareketlendiren korku sürmelidir.
İsrailli politikacılar, saldırının Gazze’ye değil Hamas’a yönelik olduğunu söylüyor. Tıpkı Beyrut’u bombalayıp Hizbullah’a nişan aldıklarını söylemeleri gibi. Ama biliyor musunuz ki nicedir İsrailli politikacılar Gazze’ye ‘Hamasistan’ diyor. Yani Gazze’yi çoluk çocuk, genç yaşlı bir siyasi örgütten ibaret hale getiriyor.
Bu ‘tanıtım kampanyasına’ İsrail merkezli çokuluslu savaş şirketlerinden pay ve reklam alan çokuluslu haber kanalları ve Batılı ana-akım medya da katılıyor. Yani hep birlikte önce düşman, sonra korku ve en sonunda da sadece özelleştirilmiş savaş sektörünün kazanacağı o kan gölü yaratılıyor.
İşte Gazze’de kalbimiz bu yüzden 370 kez dövülüyor.

No Future!


1980’lerde, Punk hareketi, “No Future!” (gelecek yok) sloganıyla vurmuştu isyanını açığa. Neydi bu sloganın anlamı? Modernist üretimci ana akım (ki bu ana akıma sosyalistler, komünistler ve hatta kısmen bir muhalif kanat olarak anarşistler de dahildi) insan mutluluğunu devamlı olarak geleceğe ertelemiş ve toplumu bu gelecek vaadiyle üretime sürmüştü. İşte Punklar “No Future” diyerek bu aldatmacaya isyan etmişti.
Son derece ironiktir ki, kapitalizm, içine girdiğimiz (ve galiba sonuna yaklaştığımız) yeni dönemde, punkların bu keskin, acı ve alaycı sloganını fiiliyatta gerçeğe dönüştürdü. Üretime ve tüketime sürülen ve atomize edilen kapitalist toplumlarda artık, özellikle yeni yetişen gençlik için gelecek diye bir şey yok. Kapitalizm, aşırı uzmanlaşmaya dayanan üretim teknikleriyle iş alanında istihdamı asgariye indiriyor, tamamen paranın hâkimiyetine dayanan üst derecede uzman yetiştirmeye yönelik bir eğitimi devreye sokuyor, böylece gençliği, hatta yüksek öğretim gören gençliği hiçbir geleceği olmayan, atomize olmuş potansiyel işsizler ordusuna dönüştürüyor.
Kapitalizmin bu geleceksiz işsiz yığınlarına bulduğu tek çare sosyal devlet. Sosyal devlet, kapitalizmin atomize ettiği, gelecekten yoksun bıraktığı bu potansiyel işsizler ordusunun tehlikeli bir sosyal patlama unsuruna dönüşmesini önlemek üzere devreye giriyor, bu kitleyi sosyal yardımlarla kıt kanaat yaşatarak tehlikenin önünde bir baraj oluşturuyor.
Evet ama kriz gelip kapıya dayandı ve sosyal devlet, yine kapitalizmin ihtiyaçlarına paralel olarak kırpılıp durmaktadır. Öte yandan, sosyal devletin kapatamadığı gedikler şimdiden net bir şekilde görülmektedir: işte üç yıl önceki Fransa, işte bugünkü Yunanistan.
Fransa, kapitalizmin bilinen atomizasyonuna ve gençliği geleceksiz bırakmasına ek olarak, bir de kendi eski sömürge nüfusundan gelen gençleri ve göçmenleri, bırakın gelecekten yoksun bırakmayı, bugünkü yaşam olanaklarından bile yoksun bırakan bir gettolaştırma veya gettolara hapsetme siyaseti izlemişti. Bu gettolardaki gençler, hem gelecekten, hem de topluma ilişkin her şeyden, kültürden de yoksun bir şekilde bu gettolarda yaşamaya (buna yaşamak denirse) mahkûm edilmişti. Dışlanan ve sürülen bu gençler, kendi aralarında bir alt kültür oluşturup ayaklandı, ne var ki, ayaklanmaları umudun değil, umutsuzluğun ürünüydü. Yanan arabaların alevleri bu gençlerin her türlü yaşam umudunu da yakıp kül ediyordu sanki.
Bugün ayaklanmanın Avrupa’nın diğer kapitalist ülkelerinde değil de Yunanistan’da başlamasının nedeni, Yunanistan’ın sosyal devletinin Avrupa’daki en zayıf sosyal devleti olmasıdır kanımca. Kapitalizm bu ülkede de diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi insanları atomize edip geleceksiz bırakmış, ancak bu noktada devreye giren sosyal devlet, diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, sosyal uyuşturma görevini yapamayacak ölçüde zayıf kalmıştır.
Öte yandan, Yunanistan’daki ayaklanma Fransa’dan önemli farklılıklar içermektedir. Buradaki ayaklanma, henüz yeni bir toplum oluşturma deneylerine dönüşmüş olmasa da, umutsuzluğun değil, umudun parladığı, hatta tüm dünyaya da taze umut aşılayan bir ayaklanmadır. Çünkü burada ayaklananlar umutsuz ve geleceksiz getto gençleri değil, geleceksizliğin bilincinde ve bu yüzden de kendi geleceğini tayin etme umudu olan her sınıf ve katmandan gençlerdir. Hatta bu ayaklanma gençlerle de kısıtlı değildir. Toplumun bütün sınıflarını sardığı ölçüde toplumsal bir umut olma potansiyeli taşıyan bir sosyal patlamadır.
Bazı arkadaşlar, Türkiye’de polis o kadar insan öldürüyor, bizde neden olmuyor böyle bir tepki diye soruyor. Polis baskısının kanıksanmış olması, 12 Eylül’ün etkisi gibi etkenleri bir yana bırakırsak, bana kalırsa, Türkiye’nin henüz bir Yunanistan’a dönüşememesinin nedeni, geleneksel cemaat yapılarının ve aile dayanışmasının kapitalizm tarafından henüz yeterince çözülmemiş olmasıdır. Evet kapitalizm, Türkiye’de de insanları atomize ediyor, insanları işsiz, gençleri geleceksiz bırakıyor, üstelik Türkiye’de, Yunanistan’daki kadar bile bir sosyal devlet yok. Evet ama Türkiye’de cemaat, köy ve aile dayanışması, Yunanistan’daki kadar çözülmüş ve ortadan kalkmış değil. Kapitalizmin yarattığı atomizasyona karşı insanların hâlâ sığınacakları bir aileleri, bir köyleri, bir cemaatleri, akrabaları var. Eğer bu olmasaydı, Türkiye’deki sosyal patlama, Yunanistan’dan bile çok daha şiddetli olabilirdi. Sorunu insanların korkaklığı ya da gevşekliği vb. gibi karakter özellikleriyle açıklamak sosyolojik bir çözüm olarak pek o kadar açıklayıcı değil.
Peki, ne olacak Yunanistan’da? Daha doğrusu ne olmasını bekliyoruz? Tabii herkesin beklentisi farklı olabilir. Ama devrimci bir bakış açısından, Galya Horozu’nun Yunanistan’da ötmeye başladığını, o tatlı ötüşün kulaklarımıza güzel bir şarkı gibi ulaştığını söyleyebiliriz. Evet ama bu kadarı yeter mi? Şimdi, gazeteler kızıl kara bayraklı anarşistlerden söz ediyor, öyle ki, Türk medyasında, bugüne kadar görmezden geldikleri anarşistlerle röportaj yarışı bile başlamış durumda. Anarşistlerin bu ayaklanmada önemli bir rol oynadığı bir gerçek. Ayaklanma kültürünü canlı tutan bugüne kadar anarşistler oldu. Stalinist gelenekten gelen Yunan Komünist Partisi ise, “provakatörler” diye ferlyadı basıyor her zamanki gibi.
Evet ama iş ayaklanma kültürüyle bitmiyor. Bakunin’in ünlü, “yıkma güdüsü aynı zamanda yapıcı bir güdüdür” sözü bugüne kadar daha çok, “yıkarsan yaparsın da” biçiminde anlaşıldı. Bu o kadar yanlış değil ama eksik. İşin bir de şu yanı var. Yapma umudu varsa yıkmak da kolaylaşır. Bugün görüldüğü kadarıyla hareketin yıkma gücü var ama yapma yönü zayıf.
Bunu biraz daha açayım. Nedir yıkılması gereken? Üretim toplumu, tüketim toplumu, kâr toplumu, silah ve şiddet toplumu. İşte bunların yıkılması, yerine şunların konması gerekiyor: asgari üretim, asgari tüketim, asgari çalışma (kapitalizmin kâr sistemi olmasa günde iki saatlik bir çalışmayla bu dünya cennet olur aslında), kâr yerine dayanışma ve işbirliği, karşılıklı yardımlaşma, tüm silâhların ve şiddet araçlarının imha edildiği bir toplum. Evet ama bütün bunların yapılabilmesi insan unsuruna bağlı. İnsan unsurunun değişimi de devasa bir kültürel devrimi gerektiriyor. İşte 68’in büyüklüğü buradan geliyor. 68, “Never work” (asla çalışma) sloganını atarak iki yüz yıldır aynı yönde akan toplumların önüne yeni bir yol çağrısıyla çıktı. İşte böyle büyük bir değişim gerekiyor. 1968’de de anarşistlerin büyük rolü vardı ama böylesine çağ değiştiren bir sloganı anarşistler icat edemedi de, anarşizmden esinlenen sitüatiyonistler ortaya attı. Anarşizm, çeşitli ayaklanmalarda en önde yıkıcı bayraklarını yükseltirken yeni topluma ilişkin önerilerinde ne yazık ki yeterince başarılı olamadı. Bunda, anarşist “ata”lardan örneğin Proudhon veya Kropotkin’in de “üretimci” olmalarının rolü olabilir mi?
Her neyse, Yunanistan’daki ayaklanmanın ne yönde seyredeceğini göreceğiz. Belki de ayaklanma ve öfke bir süreliğine yatışacak. Ama bu, ayaklanmanın durduğu anlamına gelmez. Bu toplumun, bu devleti ve bu sistemi kaldırmadığı ortaya çıktı. Bütün sorun, bu toplumun kendi yeni toplumun öğelerini adım adım örneklerle ortaya koymaya, yeni bir kültürel atılımın ve devrimin başlangıç adımlarını atmaya başlamasında.