Bu Blogda Ara

14 Ekim 2015 Çarşamba

Ölmeyenin utandığı ülke – Gökhan Bulut



Üzgünüz tabi üzgünüz ama, Meinhof da haklı. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yaşıyoruz hepimiz. Öyle kuru kuruya da değil, umutla



Birbirimizi “öldün mü” diye aradık. Bazılarımız cevap vermedi.

O çok söylenen sözdeki gibi, “söz bitti” değil belki ama hâlihazırdaki sözcükler de yeterli olmuyor anlatmaya. Ölmemiş olmaktan utanıyor insan. Yaşadığına değil daha çok tanıdığının ölmediğine seviniyor. Aslında sevinmek değil de, daha çok üzülmeyecek olmanın verdiği rahatlama. O da kısacık sürüyor zaten.

İki üç saat sonrasında ise uzaktan arayanlara iyiyim demeye de utanıyor ve otomatik cevap mesajı göndermeye başlıyor: Toplantıdayım. Araç kullanıyorum. Müsait değilim, seni sonra ararım. İyiyim demek zorunda kalmamış ve arayanı da çok merakta bırakmamış olunuyor böylece.

Sevdiklerinize sarılıp ağlarken katledilenlerin sevdikleri geliyor insanın aklına. Of gülüşlü, ah bakışlı ölenlerin ziyan olmuş sevdiklerini düşünüyor ve sevdiklerine uzun uzun sarılamıyor utançtan.

Otobüste yaşlılara değil çocuklara yer vermeye başladık biz. Ne zaman öldürüleceğini bilmediğimiz çocuklara. Şüpheli paketi arkamıza çocukları önümüze alıyoruz kalabalıklarda.

Biz bu acıyı unutmayız.

Lakin unutmayacağımız tek şey acımız değil.

İlhan Taşçı yazmıştı, patlamadan hemen sonra mavi kovasıyla arabasının tekerlerini parlatan taksiciyle bomba patlamış gibi selfi çeken briyantinli oğlanı. Cenazesini bulabilenin sevinç duygusu hepimizin törpüsü oldu. İlhan abininkine rahmet okutan cinsten şeylere tanık olduk hepimiz. Gördüklerimiz, duyduklarımız o taksiciyle o oğlanı aratır cinstendi. Bir mahallede toplanmış yürüyüşle katliamı protesto ediyorduk. Yanımızdan geçen bir taksiden kafayı uzatıp “amınıza koyduk işte” diye bağırdı birisi. Arkasından koştu ama yetişemedi gençler. Ara sokaktan bastı gitti. Ertesi gün “kendinizi patlatıyorsunuz sonra da buraları karıştırıyorsunuz” dedi bir başkası. Yaşlıydı, çok bir şey yapmadılar. Kafenin garsonu, boşları toplamayan arkadaşına sırıtarak, espri yaptım sanıyor, “bi bomba da ben patlatırım yeminle” dedi, iki üç bağırdık çağırdık ama bitmiyor ki onunla. Uzaktan arayan teyzem, “onlardan biri” olmamı kabullenemediği için “onların içindesin hep, dikkat et oğlum kendine” dedi, “içinde değilim, onlarım ben” diyemedim. Desem ne olacak diye düşündüm. “Tamam, merak etme” deyip kapattım.

Şu sosyal medya, anlatılacak gibi değil. Okuyunca insanlığından utanıyor insan. Onca kötü özelliğin hayvanlara atfedilmesinin insanoğlunun kendinden kaçışı olduğunu anlıyor. Kaçsan nereye kaçacaksın, içinde yaşıyorsun işte.

Ertesi günü televizyona çıkan AB Bakanı, “bu işten herkes zarar gördü, siyasi partiler mitinglerini iptal etti” dediğinde, hastanenin bekleme odasında oğlunun cenazesini bekleyen ve son 3 saattir inleyen adamın feryadında kayboluyor zaman.

Gördük, anladık, bildik ki hepimizi öldürecek kadar bombanız ve merminiz var, ve dahası hepimizi öldürmek istiyorsunuz.

Siz de görün, anlayın, bilin ki hepimiz ölene kadar size rahat yok. Hayatlarımız en büyük korkunuzdur.

Gülmeyi yasakladığınız dudaklarda birazdan umudun melodisi yayılacak etrafa. Size sebepsiz gelen gülümseyişlerle bakacağız yüzünüze. Biliyoruz ki en çok da bu korkutacak sizi.



Üzgünüz tabi üzgünüz ama, Meinhof da haklı. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yaşıyoruz hepimiz. Öyle kuru kuruya da değil, umutla. O teyzelerin yüzündeki kadar üzgün, havada sıkılı yumrukları kadar güçlüyüz biz. Biliyoruz ki en çok da bu telaşlandırıyor sizi.

Nesneyi sanata, öfkeyi umuda çeviren emektir. Hayatımız, güzel günlerin umudunu çoğaltacak ve güneşi yuvasından çekip çıkaracak bir emeğin vücududur artık.

Bizim başımız, aklımız, öfkemiz ve umudumuz hep sağ olacak.

Şimdi, bize değil size geçmiş olsun.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Öyle uzak durma, söylemek istediğin birşey varsa yaklaş yanıma, yüksek sesle olmasa da fısılda kulağıma...
Dinlerim seni, hem anlamaya da çalışırım!

Ama öyle uzak durma!
Kanarım...
Bir erkek uzun süre sustuğunda sonu hep hüzün oluyor demiştim ya...
İşte o hüzüne hazırlıyorum kendimi! Uzun süredir susuyor, suskunluğu beni boğuyor!
İstiyorum ki değmesin bana, ne varsa uzak olsun!

Çünkü ben kayalı çok oldu gökyüzünden, ona ise sadece dilek tutmak kaldı!

21 Eylül 2015 Pazartesi

sevgili can;

"tunç bir gövdesi var zamanın, bundardır işte"...
en yakınındakinin yabacısı oluverirsin,
talan edilir içinde ki tüm umutlar!
...
öyleyse neden dün gece düşümde bir kuyruklu yıldızın peşi sıra dolandım durdum karanlıkları...


15 Eylül 2015 Salı

vakitli bir suskunluk


Sevgili Can;
sevmekten vazgeçmeyeceğim;
çünkü en iyi yüreği ile görebiliyor insan!

birbirimize iyi geceler demeden uyumaya alışmıs olsak da,
zaten uyku tutmuyor ki geceleri!

ve görebiliyorum ki yüreğimle;
yalnızca vakitli bir suskunluk bizim ki...

12 Eylül 2015 Cumartesi

Belki görürüm seni 
Hani belli olmaz, 
Olur ya belki seversin beni, 
Tutulacak yanım vardır 
Yüreğimde yerin.. 
Ve adın yanında soyadım. 
Keşke...

11 Eylül 2015 Cuma

...
Bir insan geldiğinde ya da
gittiğinde...
Ve ya bir grup yokolunca değil...
Özgürlük,
toplum insanlığa öncelik verdiğinde gelecektir...
Ve özgürlük hemen şimdidir!..


Behfmiyye"

8 Eylül 2015 Salı

dünyayı güzellik kurtaracak!

hadi öldürün, daha çok öldürün... ellerinizde ki kan izleri yetmez, bayrak rengi kızıla boyanmanıza!
hem bakın daha çok var; nefes almayı hak etmeyen kürt, alevi, ermeni...
daha çok var!

nefretiniz de azmadı daha. saldırıya geçmiş bir "kurt" kadar azmış değilsiniz henüz...
hadi öldürün,
ve yakın, yıkın...

kulaklarınızı tıkayın...
ve o gözleriniz hiç açılmasın!
daha çok kuşanın...
bıçaklarınız olsun, sopalarınız, tanklarınız ve tüfekleriniz!

yetmedi daha,
doymadık henüz gözyaşı ve kana!
vatana, millete, sakarya'ya!

daha çok yıkacaksınız
ve daha çok yakacaksınız...

ve unutmayın; asla bitiremeyeceksiniz umudumuzu,
toprağa bıraktığımız tohumlar yeşerecek daha...
motorlarımız gidecek maviliklere...
daha çok çiçeğe su vereceğiz; ekmek kırıntıları karıncalara...

siz silahlarınızı biz renklerimizi kuşanacağız!
türk, kürt, ermeni, arap...

siz mezarlar kazarken, biz yaşam sevici olacağız...

sizin dilinizde nefret, bizim içimizde güzellik olacak!
alevi, sünni, hristiyan...

ve pek sevgili ölüm seviciler unutmayın!
dünyayı güzellik kurtaracak!
bir insanı sevmekle başlayacak herşey!









Aklını yitirmiş bir topluluk

kan ile beslenen bir sistem

savaş isteyen bir avuç ruh hastası

ölen gençler...

Vatan sağ, ama sistem olarak
kimse sanmasın HDP binaları yanınca vatan kurtuldu..
Vatan kurtarma derdinde olanlar
hedef bellidir!!! (AKP)
Otobüsler zarar görünce
kimsenin acısı dinmedi
Mevsimlik çalışan (kürt) tarım işçilerinin
suratlarını dağıtmak için biriken
ve dinmeyen öfken saraylara dönmeli !!
Altın kadehlerle içiyor kanımızı!!
Sevindirmeyin zalimleri...
Vatan sağolmasın...
Vatan SOL olsun..
Bu vatan işçinin, emekçinin, toprağı elinden alınmış köylünün olsun...
Aksini isteyen faşist,
sarayın kölesi olsun ...
Kimse ortada değildir
ya sistemi yıkacaksın
ya da bu suçlara ortak olacaksın!!


Behfmiyye"

5 Eylül 2015 Cumartesi

nilüferler gibi...

"nilüferler...yalnızca bu çiçekler, hep bir yerlere gidecekmiş gibi azade ve özgür oluyorlar ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden yaşıyorlardı. 

hayatta böyle bir şeydi benim için; hep bir yerlere gidecekmiş gibi duran, yalnız ve bir yere gitmeyen bir çiçek. bütün bir hayatın özeti buydu. bende bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim, öyle solgun bir nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başıma durdum, köklerimi salamadım, ne olduğum yere sağlamca yerleştim, ne başka diyarlara kaçabildim, içinde durduğum havuzla birlikte kirlenip eskidim. 

bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu ama kimse yakasına takmadı beni, kimse odasına koymadı, kimse beni sulayıp büyütmek için uğraşmadı, onlara ihtiyacım olmadığını, havuzumda tek başına yüzebileceğimi düşündüler, ben de yüzdüm, kederi, yalnızlığı, kirlenmeyi öğrendim ve hayata benzedim."

Ahmet Altan: " tehlikeli masallar"

4 Eylül 2015 Cuma

Ahengi bozmayın

Bir bulut Küme'si gibiyim. Aşırı düzeyde – yükle yüklenmiş. Yaşama direncimi kıracak kadar çok üstelik. Hal böyle olunca gözle görülür bir elektrik boşalması yaşıyorum. Bir “Şimşek” oluyor Amanos’ların üstüne çakıyorum! Ve Amonoslarda hava aniden ısınıyor ve basıncı da artıyor... Sonra bir gök gürültüsü. Ardından kaçınılmaz olan, Yeryüzü ve gökyüzü arasında bir elektrik boşalması: yıldırım...

İşte tam böyle. Haftalarca süren sağnak yağış... Gökyüzü karanlık.

Oysa yalnızca bir bulut Kümesi negatif yükünü atmak istemişti üstünden. Hepsi buydu. Hem Doğanın kuralıydı. Bulutlar – yada + yükünü boşaltmazsa şimşek olmazdı. Şimşek olmazsa gök gürlemezdi. Şimşekle gökgürültüsü buluşmazsa yıldırımda olmazdı...

Yağmur yağmazdı. Yağmurun ardından gökyüzü aydınlanmazdı. Sular çekilirdi topraktan. Bitkiler büyümezdi. Toprak canlıları ayrışma yapamazdı. Ve yaşam döngüsünde bir tel kopar ve aheng ebediyen bozulurdu...

Doğal döngüsü içinde gerçekleşen ne varsa bırakın öylece!

Yüklerini boşaltsın bulutlar. Yağmurlar yağsın. Gökyüzü kararsın...
Bırakın ki aheng ebediyen kalsın!



3 Eylül 2015 Perşembe

hiç birşey

Kafan karıştı değil mi?
Ne yapacağını, nasıl yapacağını bilemiyorsun?
Hatta belki biraz da korktun.
Ama bildiğim birşey var... Eski bir arkadaşım öğretmişti:

" sevdiğini söylemeyen, gizleyen faşisttir"

Peki gizlemeyen neydi?
Cümlenin büyüsüne kapılıp, uzun yıllar boyunca kimseden gizlemedim sevdiğimi...
Ve gördüm ki gizlemeyen " hiç bir şeydi"

Faşist olmaktansa "hiç birşey" olmak daha kıymetliydi!

Korkma sakın, endişe etme...
Çünkü ben kimseye karşı ben Olmayı beceremedim, senden öte...
Bu da ben işte!
"Hiç bir şey"
...
kapı açık, algım açık, ağzım apaçık ve artık tüm söylenen sözler  beyhude...

bu çaba, bu koşuşturmaca hali, bu durgun suları bulandırıp kaos seviciliği yalnızca cılız kıvılcımlar doğuruyor beynimde.

nefes alamıyor değil de aldığımı veremiyormuş gibi hissetmekten gerçekten sıkıldım.

yeter!

ne bir nefes, ne bir jest ne de bir ses çıkmasın artık kıpraşıp duran bedenlerden.
kontrolsüzlükten doğan yeni yetme sorular, hepimize fazla gelmedi mi?
... 
bilinçsizce yapılan tüm eylemler adına konuşun, yalan söylediniz, hemde hepiniz!
nezaket kurallarını samimiyetsizce "tırnak" içine alanlar, ikiyüzlüydünüz!

itiraf edin, izin almak için çalmadınız kapıları, suçunuza biraz daha yılışıklık kattınız sadece!

usülsüzce binilmiş tüm katmanlar, en sonunda patladı ve gitti...
yankı üstüne yankı, sancı üstüne sancı bindi.


Gün doğdu, ben bittim!
Kuzgun suyu, aynı amaç, aynı ürperti, aynı muamma...

Bitmek bilmeyen Tükenmez kalemin sustuğu yerdeyim şimdi işte. Bu saatten sonra yapabilecek en mantıklı şey; 
Bir Yük vagonunda hiçbirşeye nüfuz etmeden, nefes dahi almadan beklemek, beklemek...
Bir merhaleden öbürüne...

Yolda kaybolanlara selam olsun
Ben geliyorump

Kıyıya Vuran Çocuklar

Kıyıya vuran çocuk cesetlerinin altında arıyoruz "gülüşlerimizi"... Çok zaman oldu oysa o en mahsum tebessümlerimizi yitireli.

Bombalı saldırılarda, sınırın telleri arasında, bir silahın namusunun ucunda, sanayide üstünde ki yağda, fabrikada ellerinde ki nasırlarda...

Vicdanımızı, duyarlılığımızı, inancımızı sınayan binlerce katliamın arasında "gerçek suçlunun" da kim olduğunu da yitirdik!!

Hep biz yitirdik! Hep bizim kayboldu cümlelerimiz.

Iki kelam ettiysek eğer, birinden mutlak eleştirildik, aforoz edildik, dayak yedik, mahkeme koridorlarını aşındırdık!

Bedel ödedik, yetmedi daha çok ödedik, o da yetmedi aklımızı yitirdik...
Kıyıya vuran çocuklar,
Araçlara koyulan bombalar,

Gece uykundayken üstüne yağan kurşunlar...
Ama artık bir dursunlar!

Ve neden var, savaşmak için silahlar!
Artık bir sussunlar!

2 Eylül 2015 Çarşamba

Olağan Şeyler


...
çok uzun bir hikayem yok.
buralarda şikayet de benim, suç da benim, olay örgüsü de benim, zaman mekan & algı sarmalı da.
kıyamet koparken bir kelime daha yazıverenler, yazı verenler, karar aşamasında sekip sarkıp kaçanlar, yol düzleştirmek için bir nefes daha asılanlar, bir kere daha asılanlar, yok yere asılanlar, boş yere aslanlar.

daha önce verdiğim sözler gibi bunlar da bitecek, düşten kalkmış kış kaşıntılarını andıran, öyle zamansız, öyle alakasız sözlerin hepsi yavaşça ayaklanacak. varoluşun sonu can yakarken, kimi çiçekli şiirlere boğar kendini, kimi de çiçek tohumlarını ayıklar, söver gider.
...

sızı

Aynı yoldayız, aynı zamanda...
Fakat farklı iklimlerde!
Onun güneşi başında,
Benimkinde ise; gözleri ağlamaklı bir gece...

Gerisi, susuzluktan dudağı kurumuş bir hikaye o kadar!

Benim ayaklarım kırılgan, onun gittikçe büyüyor adımları.
Anıları çoğalmaya hevesli, doğurgan bir köpek gibi. Benimkiler ise silik...

Bir Nisan ayı idi. Göbek bağını kesmiştim. Şişmiş parmak uçlarımın verdiği sızıya benzer bir acıydı!
Ne zaman büyüdü de koca bir yürek oldu, hep sızılı...

sayın çok iyi bilenler-2


nedir yaşamak?


bir parçalanmayı başarıyla sürdürmek mi, yoksa bir bütünleşme mi?
hangisi daha tehlikeli?
kim öğretir bize bütünleşmenin daha güvenli olduğunu?

nasıl oynamak istiyorsunuz bu oyunu?
kavı yükseltsek gene oyuna girer mi siniz?

anlaşılmak istiyorsunuz?

ya her şeyi biliyorsam hayatınız hakkında, ya gizlediğiniz her şeyi biliyorsam, ya bütün düşüncelerinizi, sırlarınızı, küçük numaralarınızı, değişen ses tonlarınızı...
yine de sever mi siniz sizi bu kadar anlayanı?
ya içini boşaltıyorsanız hayatın ve hayat içi boşaldıkça ağırlaşan bir şeyse. taşınması zor bir yükse?

bütünden ayrılan bir parça, vuruyorsa hayatın akorlarına, konçertonun bir ucundan girip öbür ucundan ter içinde ve çıldırarak çıkıyorsa... bir hayatı yakıp, bir hayatı doğuruyorsa?

yine de oynamak ister mi siniz bu oyunu?

yaşam olduğu sürece umud vardır

1 Eylül Dünya Barış Günü. Antakya’dayım. Toplanma alanına gittiğim vakit 16.30. Mitingin çağrısı da 16.30 olarak yapılmış. Henüz alanda bulunan kişi sayısı 50 bilemediniz 60. Bu bende bir motivasyon kaybı yaratıyor. Kenara, köşeye çekilip insanları izliyorum. Herkesin yüzünde bir tedirginlik var.
Kimisi Suruç’u konuşuyor. “ acaba kendi güvenlik önlemlerimizi aldık mı?” diye bir birine soruyor. Sorular etrafa keskin keskin bakan gözler altında yapılıyor.  Kimisi de katılımın ne kadar az olduğuna veryansın ediyor. Yaklaşık bir saat bekliyoruz. Ve ses aracı bu uzun bekleyişin ardından yürüyüş yolunun en önünde saf tutuyor. Bizlerde arkasında…
Yürüyüş sırasında bir arkadaşım “katılım ne kadar az değil mi?” diyor. Ben o sırada evlerinin balkonlarından, pencerelerinden, iş yerlerinden bizleri izleyen insanlara bakıyorum.
İnsanlar tepkisiz… Hayretim artıyor. İki yıldır ilk kez, savaşın dibinde yaşayan Antakya’lı ların sokağa inmemiş olmasına ya da sokakta değilse bile o balkondan, pencereden, iş yerinden “ses vermemiş” olmasına şaşıyorum.
Arkadaşıma dönüp “Gezi” diyorum. İşte gezide farklı olan buydu. Sokağa çıkmamışsa da olduğu yerden tencere tavasına vurur, alkış tutar ve bir tepki verirdi insanlar! Bir süre susuyoruz ikimizde. Sloganlara eşlik edemiyoruz.
Sonra Yağmur geçiyor önümden. Daha gencecik, lise öğrencisi Yağmur! Suruç yaralılarından. O beline kadar inen saçları ensesine değiyor şimdi. Ha bir de boynunda bir çizik!
“umutsuzluğumuzda boğulmayalım” diye yalandan birkaç cümle kuruyorum arkadaşıma. “en azından ortalamanın üstünde bir politik bilince sahip insanlarla yürüyoruz…”
İkimizde kurulan cümlelerin tatminsizliği içinde sohbetin bir an evvel bitmesini arzuluyoruz.
Bir ara kortejin dışına çıkıp mitinge katılım sayısına bakıyorum. Ortalama 650-700 kişi sayıyorum. Ve alana cılız atılan sloganlar eşliğinde ulaşıyoruz. Sunucular Antakya’nın bu süreçte yitirdiği evlatlarının adlarını anıyor. Ve ailelerini sahneye çağırıyor. İşte o an dakikalar süren ıslık ve alkış sesleri Uğur Mumcu Alanını dolduruyor!
Abdullah Cömert: Haziran isyanı şehidi
Ahmet Atakan: Haziran isyanı şehidi
Ali İsmail Korkmaz: Haziran isyanı şehidi
Halil Aksakal: Rojova Şehidi
Okan Pirinç: Suruç Şehidi…
Ahmet’in annesi Emsal abla ağladığı için konuşmasını zor tamamlıyor. 2013 1 Eylül’ünü hatırlatıyor kitleye. Ahmet’in en önde “barış” talebiyle binlerce insanı yürüttüğünü. “Oğlumu arıyorum aranızda” diyor sonra. Göremiyorum diyor. Ben dâhil yüzlerce kişi gözyaşlarına boğuluyoruz. Sahnede Okan’ın ailesinin ise gözyaşları sel oluyor.
Tertip komitesi konuşma yaparken alanda insanlar arasında dolaşıyorum. Herkes birbirine “ savaşta öldürülen çocuklardan, gençlerden, kadınlardan ve tüm yurttaşlardan” söz ediyor. Herkesin yüzü bir diğerinden daha asık.
Sonra yine Yağmur’u görüyorum. Geçen zaman içinde birçok kez görüyorum. Gülümsüyor Yağmur herkese. Gözleri ışıl ışıl…
Yağmur’un umuduna ve inancına özeniyorum…
Eylül ağıtlarla geldi Antakya’ya. Acılarla geldi. Gözyaşlarıyla geldi.
Sayısı az ama öfkesi de direnci de çok olan insanların “ yaşasın barış- tehy elselem”  sloganlarıyla geldi.
Ahmet’in, Abdullah’ın, Ali İsmail’in, Okan’ın ve Halil’in anılarıyla,

Yağmur’un umuduyla geldi. 

sevgili can

sevgili can;
bunca şeye rağmen nasıl bu kadar gülebiliyorsun diye düşünüyordum ki,
aklıma unuttuğum bazı cümleler geldi.

sahi; sen istemiştin değil mi?
unutmuşum...
unutmak da değil de hani, önemsememişim desen daha doğru olur!

hatırladın değil mi sende?
"aslında istemiyorum ama onu kıramıyorum" demiştin birine...
bir diğerine ise "görüşmememiz gerektiğine inanıyorum"

ah işte ayrıntılarda gizli ya her şey. nasılda kaçırdım gözümden. nasılda anlamadım. nasılda tam aksine inandım!

ah ne çok kızıyorum kendime. seninle görüşmemek bir tarafa da;
kanatlarımı kırdınız ya!
nasıl uçulur şimdi yepyeni umud'lara...

31 Ağustos 2015 Pazartesi

sayın çok iyi bilenler-1

Sayın çok iyi bilerler,
Kulağınız var mı ben de,bir şey söyleyeceğim de...
Yanlış anlamışsınız!
Duydunuz mu!
Sistem dışı olduğunuzu iddia etseniz de,
Üzgünüm göbeğinizden tutulmuşsunuz!

Sayın çok iyi bilenler,
Say'ın şimdi,
Bu kaçıncı mezar kazışınız?

Az bilen olarak haddime değil de,Söyleyeyim yinede...
Yalnızlık iyi gelmez insana!
Toparlanırız umudu da boşuna...

Ve pek Sayın Çok Iyi bilenler,
Gözlerinizde gözlerinizde keder yerine nefret varken,
Kimse yürümez sizinle o yolda yeniden!!!

Say'ın çok iyi bilenler...
Bir daha bir kez daha Say'ın
Ve kaybetmeye mahkum olduğunuzu anlayın!!

27 Ağustos 2015 Perşembe

EY benim iyimser hallerim,
Çabuk aldanışlarım,
Alttan alışlarım.
Hatayı hep kendimde buluşlarım,
Değmeyecekleri kafama takışlarım.
Yoktan yere, akıp giden gözyaşlarım.
Herkesi, insan yerine koyuşlarım.
Hepinize Elveda...
Artık ben kimsenin,
Hiç kimsesi olmayacağım!

Nazım HİKMET

11 Ağustos 2015 Salı

Gözlerinin içine baktım uzun uzun,
Kaçırıyor du gözlerini. ..
Yüzümü bile gormek istemiyordu,
anlıyordum!
...
Ona sığınmaktan başka bir yolum yoktu. Deyim yerindeyse "tutunacak bir dal"ımda yoktu.
Nefesimi tuttum, gözyaşlarımı da...

Yaptığı hiç bir şey yanına kâr kalmıyor insanın!

...

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Hayatımda kendisinden öncesini, kendisinden sonrakilerden ayıran harikulade bir hudut çizgi oldu bu şehir...
Yeniden buluştuğumuzda aslında hiç ayrılmadığımızı fark ettim.
Anladım ki, severken vazgeçmek cinayettir.
Ve biz her suçlu gibi sonunda, cinayeti işlediğimiz yere, severken terk etmek zorunda kaldığımız şehre döneriz bir gün,
...tıpkı severken vazgeçtiğimiz eski bir sevdalının telefonunu çevirir gibi geceyarısı...
sakin ol ve derince nefes al!
ellerinin titremesi geçecek önce..
kalp atışların yavaşlayacak..
ve bir, iki, üç..
daha derin, derin, derin...

24 Haziran 2015 Çarşamba

'' … dünya için atmosfer neyse, ruh için yanılsamalar odur. O güzelim havayı dürüp kaldırırsanız bitkiler ölür, renkler solar, üzerinde yürüdüğümüz dünya kavrulmuş kor halini alır. 
Bastığımız sönmemiş kireçtir ve alev alev parke taşları ayaklarımızı yakar. 
Gerçektir bizi mahveden, hayat bir düştür, uyanmak bizi öldürür."

Virginia Woolf

15 Haziran 2015 Pazartesi

kuşlar yeraltına girecekmiş bundan sonra

...benden korkma...

kafanı karıştırmasın ölüm
yaşamak yağmurlu bir gündür...

her şeye rağmen

her-şeye rağmen;
varız!
yaşıyoruz,
büyüyoruz,
görüyoruz
ve ölüyoruz..


her şeye rağmen;
yokuz belki..

makineler yapıyoruz.
kitaplar yazıp
sloganlar atıyoruz.
coplar da yiyoruz,
pastalar da..
hangisi tatlı bilmiyoruz..

öğreniyoruz,
öğretiyoruz.
dönüp duruyoruz!
hem kendi etrafımızda
hem de başkalarının..

insanlar doğuruyoruz;
bir de utanmadan bağlanıyoruz.
"bütün ömrü bir kalbe kiralıyoruz."
kısacası;
seviyoruz,
sevdiriyoruz...

hangisi acıtır
bilmiyoruz.
saklanıyoruz,
kaybediyoruz..

sonsuzda arıyoruz evreni..
deneyler yapıyoruz
bir de kocaman
beyaz camlar ardından izliyoruz,
izletiyoruz..
hangisi komik bilmiyoruz.

her şeye rağmen;
kalıyoruz.
bir noktada
umuyoruz.
bekliyoruz..
hangisi uzun sürer;
bilmiyoruz

çiziyoruz
ve üzerine dikenli teller çekiyoruz
bir de toprağa gömüyoruz:
kollarımızı bacaklarımızı
görüntülerimizi ve seslerimizi..
hangisi iç karartır
bilmiyoruz.
terk edişi güzel insanlar var!
takdire şayan duruşları...
öyle incitmeden, acıtmadan, usulca giden insanlar var.

öyle aniden, birden, zamansız hem...
yüreğine düşen ılık esintileri katıp önüne
yola çıkan!

umut olsun yollarında,
biraz da mutluluk!
öyle uzasın ki o yollar önlerinde, dönmesinler bir daha, dönmesinler geriye!






8 Haziran 2015 Pazartesi

“BABA LEYLEK”

Çocuk gökyüzüne bakıyordu hayretle. İşaret parmağını yukarıya doğru uzatmıştı. Bir eliyle de annesini tutuyordu. “Aaa ne kadar büyük bir kuş” dedi çocuk. Daha önce hiç bu kadar büyük bir kuş görmemişti. Annesi kafasını kaldırdı. Bir, iki, üç… Onlarca kuş vardı. “Leylek” dedi kadın. “Leylekler soğuk ülkelerden sıcak ülkelere göç ediyorlar…” Çocuk yürümeyi bıraktı. Uzun uzun izledi leylekleri. Annesine sorular soruyordu. Bildiği kadar cevap veriyordu kadın.
Sonra gökyüzünün derinliklerinden bir ses geldi. Keskin bir rüzgâr sesi gibi. “Aaa bak anne baba leylek!” dedi çocuk. Çocuğun elini sıkıca tuttu kadın. Refleksif bir hareketle kafasını eğdi. Soluk alışlarını boğazında hissediyordu. “Evet” dedi kadın. “Evet, baba leylek!”
Çocuğa gördüğünün, adına F-16 dedikleri bir savaş uçağı olduğunu söylemek istedi önce. Sonra soracağı sorulara ne cevap vereceğini düşündü. Vazgeçti. Savaş, çocuklara anlatılmazdı ki! Anlatamayacağı şeyleri hiç bilmesin daha iyiydi. Sonra belki de bir daha hiç gökyüzüne bakmaması gerekecek diye düşündü kadın.
Bir gün, iki gün, üç gün boyunca geçti F-16’lar. Ve her seferinde baktı çocuk, “baba leylekler” diyerek gökyüzüne…
“Baba” leylekti F-16. Çocuğun bu imgesi tesadüf müydü? Değildi elbet. Çünkü savaşlar zaten karakteri itibariyle erkekti. Savaş ve militarizm erkeklik üzerinden biçimlenirdi.  Kadının kafasındaki soru işaretleri büyüdü, büyüdü, büyüdü…
Hatırladığı yaklaşık beş yıl önceydi. Tam olarak da kestiremiyordu. Yalnızca yanı başındaki bir ülkeden gelen insanlar vardı. Leylekler gibi “soğuk” ülkelerden “sıcak” ülkelere göç etmek zorunda kalan. Sonra günler, aylar, yıllar süren bir karmaşa yaşandı şehirde. Alışık olmadığı tipte insanlarla karşılaşmaya başladı sokaklarda… Her gece duyduğu ambulans sireni sesleri ve patlayan bombalar vardı birde. Ölen insanlar. Sayısı gün geçtikçe artan çocuk işçiler, kadınlar!
Savaş diye düşündü kadın. Yanı başında süren bir savaş vardı ama savaşın burada, yaşadığı kentte patlayacağına hiç inanmamıştı. Şam’ı düşündü sonra, savaşın geldiği bütün ülkelerde olduğu gibi orada da aynen böyle olmuştu… Savaştan kaçıp, yanlarına gelen bir akrabası anlatmıştı ona. Savaşın geleceğine hiç inanmak istememişlerdi! Ama bir gün aniden başlayıverdi diyordu. Savaşlar böyle başlıyor demişti akrabası kadına. “Bir gün hayatın normal seyrinde devam ediyorken, çocuğunu okula bırakıyorken birden telefonlar kesilir, televizyonlar çekmez, sokakta silahlı insanlar vardır, barikatlar vardır. Hayatınız geçici ölüm durumuna geçer. Ve durur.”
Şimdi tek tek hatırlamaya başlıyordu. Bir savaşın içinde olduğunu hissetti. Askerler, silahlar, ordular, uçaklar gözlerinin önünde değildi elbet. Ama ağırlığı vardı yüreğinde. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları vicdani bir sorumluluğun bir adım ötesine atıyordu onu. Öylece durup, sokaklarının işgal edileceği günü bekleyemezdi. Şimdilik yapabileceği tek şeyin yazmak olacağını düşündü. Ve oturup yazmaya başladı kadın. Yazdıklarını paylaşmaya…
Şimdi, bir savaşın tam da ortasında oldukları farkındalığını anlatmaya çalışıyor insanlara. Bir de bazen, süren bu savaşı durdurabilmek için sokağa çıkıyor…

Ama hala o “baba leyleği” bir çocuğa nasıl anlatır bilemiyor!

ÜVERCİNKA

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Olur da bir gün tüm kuşlar ölürse,
sen yine de gökyüzüne bakmaktan vazgeçme...

Behfmiyye"

16 Mayıs 2015 Cumartesi

belki...

Sonra kulağına bir şeyler fısıldadım...
ne olduğunu kendim bile hatırlamadığım!

(bir erkek uzun süre sustuğunda, kalp atışlarım hızlanıyor ve giderek boğazımın tam ortasında koskoca bir yumruk oluşuyor... ve uzun zaman susan erkekler konuştuğunda hep hüzün oluyor...)

ne olduysa olmuştu. Bilinçaltımın da bir oyunu olabilirdi! dokunsan ağlayacak durumda olmama rağmen, kendimin bile şaşıracağı kadar sakindim...uzun uzun konuştum.o da suskunluğunu bozmuştu! Bir şeyler anlattı. O konuşurken sonunda ki hüznü biliyordu. ona fark ettirmeden, şuandan yaklaşık bir saat hatta gün hatta aylar sonrası yaşayacağım, hissedeceğim şeyleri düşünüyor ve kendimi hazırlıyordum.

kalbimi elimde tutuyordum, istese avuçlarının arasına koyuverirdim. İsteyip istemediğinden emin değildim! Zaten o da bir öyle bir böyle konuşup durdu... Belki de anlaşılmak istemiyordu!

sonra işte, günler sonra kulağına bir şeyler fısıldadım...
duymadı...
fısıldadım...
duyuramadım...

şimdi gökyüzüne bıraktığı balonların peşinde koşuyor...
öyle hızlı koşuyor ki, istesem de, istese de yetişemem ona!

bazen "belki" diyorum.belki...
belki bir gün!