Bu Blogda Ara

29 Aralık 2007 Cumartesi

SAVRULMALAR




Kutup beyazı bir sıkıntı içimde. Ne kadar zaman oldu hatırlamıyorum. Kâğıt bomboş. Kışkırtıcı ve tedirgin edici. Eylemle eylemsizlik arasında öylece…
Derken rasgele daireler çiziyorum. Sonra bir nokta tam ortasına. Duyumsuyorum kendimi orada. Bencil, merkezcil bir yaklaşım değil bu.

Çevremdeki nesnelere ve olgulara bir bakışın gereği. Ya da her şeyin eşit uzaklıkta bulunması benden. Bir tür soyutlama. Nesnellik denilen şey bu olsa olsa…

Dairesel hareketler sonsuzluk ve güven duygusu veriyor bana. Katılmıyorum işte bir kısır döngü yakıştırmasına! Başlangıcı ve sonu yok onun. Tarihide yok nasılsa. Tarih iki nokta arasında bir çizgidir yalnızca. Bütün çizgiler teğet geçsin bana. Nedense çizgilerin geçtiği yerde oluyor bir sarsılma.

Başım dönüyor. Yörüngemin dışına çıkıp o bilinmez boşlukta, atomlarımın parçalanmasından öyle korkuyorum ki…

EKİN

Ç.Ü YALNIZLIĞI




Çağımızın kudret göstergesi üniversitelerimizde aynı sınıfı paylaşıp, hiç tanışmayan 40–45 kişinin (bazen 20 veya 60) nefes nefese oturup, bilgi edinmeye çakıştığı, birbirinden gözlerini kaçırmaya çalışarak ifadesiz yüzlerle, bambaşka yönlere bakmaları size de garip gelmez mi? Bakacak yerde yoktur pek; sadece bembeyaz parlayan, önünde sunum yapan öğreticilerin bulunduğu tahtadan ve bir sürü binaları gördüğün pencereden başka…

…dar bir alanda, küçücük topluluğa zıt bir sessizlik…

Sabah tazeliğinde uçuşan bir koku, bir kaçamak bakış, belli belirsiz bir temas, konuşma isteği ile doldurur içinizi. Ama sınıf raconunda muhabbet hoş karşılanmaz. Medeniyet, “ders boyunca” yanınızdakiyle dahi laflamak yerine, başınızı öne eğip, öğreticinin ağzından çıkan her kelimeyi not etmeyi veya anlamayı ister sizden.
Hele koca bir sırada iki kişiyseniz durum daha da komikleşir. Ders biter, kapı açılır, “sıra arkadaşınıza” belli belirsiz gülümsersiniz. Sonra konuşması yasaklanmış iki modern köle gibi yere ya da havaya bakarak bu tesadüfî buluşmanın bitmesini beklersiniz.
Asırlardır, aynı mekânda buluştuğu herkesle, selamlaşıp konuşmaya alışmış insan, çağımızda kendi soyuna yabancılaşmasının ve külliyen suskunlaşmasının en sembolik mekânıdır üniversite sınıfları.
2004 yılında “yeni bir hayata adım atma” umuduyla geldiğim bu koskoca üniversitemizin merkezinde ben vardım sanki.
Sınıfa öğrenciler giriyordu, o mekanikleşmiş bacaklarıyla, diğer öğrencilerden uzakta, daha çok pencereye yakın olan sıralara oturmayı tercih ediyorlardı. Bense herkese inat bir kişiyi kestirdim gözüme, yanına oturdum. Onunla konuşmaya başladım.”nereliydi, neden Adana’ya gelmişti, üniversitede ne yapacaktı, hayattan beklentileri neyi?”
Benim peş peşe sorularıma kısa, yarım yamalak cevaplar verdi. Gözleri, pencereden içeriye giren güneş ışıklarındaydı. En fazla yirmi dakika sürdü sohbetimiz. Hepsi o.
Yaklaşık bir saat sonra kapı açıldı. Kafasında bir soru işaretiyle sınıftan çıkanların yerine yeni bir sıkılganlar kafilesi geldi.
Düşündüm uzun uzun…
İnsan, uzun tarihinde beklide ilk kez bu kadar yakınken uzaklaşıyordu birbirinden. Yine insan, yirmi dakikalık tanışıklıklarda yalnızlıklarından soyunmaya çalışıyordu.
Kalıcı dostluklar ve derin ilişkilerin yerini, anlık karşılaşmalar ve suskunluklar alıyor. Çukurova üniversitesi, göz alıcı cüssesi ve tükenmez telaşıyla yeniçağın gönüllü bir başınalığının başkenti adeta. Üniversitede herkes “yabancı” olduğundan kimse yabancılık çekmiyor. Herkes “farklı” olduğundan kimse kimsenin farklılığını fark etmiyor. Kimsenin yalnızlığı diğerininkini azaltmaya yetmiyor. Üniversite mi yalnızlaştırıyor insanı, insanlar mı üniversiteyi bir yalnızlık diyarına çeviriyor bilinmez.
Belki de herkes gelirken yalnızlığını da getiriyor yanında.
Şairin dediği gibi:

“ben nereye gitsem yalnızlığın başkenti orası”

EKİNYAS

ANTİ-DEPRESAN


Eğer yeterince başarılı olamazsak, görevlerimizi yerine getiremez, yeterince çalışmazsak; sevilmeyeceğimiz yalnız kalacağımız korkusunu, içimizin çekirdeğine yerleştiren bir an var sanki çocukluğumuzda. O anı tedavi edebilmek mümkün olsaydı, beklide şimdi böyle olmazdı. Seçip, seçemediğimizden emin olmadığımız bir hayatı “becermek” için, deliler gibi koşturup çabalamasaydık, o Allahın belası yaramız bizimle birlikte büyüyüp, şimdi organlarımızdan ayırt edilmez hale gelmezdi.

BOŞLUKTA KALIYORSUN

O zaman Aurorix, Cipram, Passiflora sözcüklerini biliyor olmazdık. Kaç kişi o ilaçları alıyor, kesinlikle bir araştırma yapmalı. Kişisel tespitimdir; bu iş bu memlekette fena patladı. Üstelik kişisel iniş çıkışlarımızı dengeleyen o ilaçlar, yere düşünce; yerin dibine geçmesin diye alınsalarda yukarıda çıkarmıyorlar insanın kalbini. Rüya gibi bir boşlukta, tuhaf bir aralıkta kalakalıyorsun değil mi? var mısın yok musun belli değil sanki.

HAYAT KİMİN

Öfkelenmiyorsun ağzının tadıyla. Üzülünce üzülmüyor, sevinince sevinmiyorsun. Sadece devam etmene yardımcı oluyor bu ecza. Durmayı, isyan etmeyi erteletiyor sana. Yalnız değilsin, Türkiye deki beş insandan biri bu halde. Anti-depresan almayanlar, henüz anti-depresanı bilmeyenler sadece. Çünkü herkes istemediği bir hayatı sürdürüyor bu memlekette.
Bu hayat kimim gerçekten? Sanki bu hayatı, bütün bu işleri bir bitirsen rahat edip dinlenecekmiş gibi yaşamıyor musun sende? Patlayana kadar sıkıştırıyorsun hayatı ağzına. Sonra bünye kusmaya başlayınca…

KİMSE İLİŞMESİN

Gözü bir noktaya kilitli kalıverirsin. Ne kimse gelsin, bir şey sorsun, nede herhangi bir şey olsun. Bir bahçe olsun, kuşlar bile ses etmesin. Otur bir banka, kimse ilişmesin. Dur! Ağaçlar sarsın seni; korusun günden bile. Etrafı sarılmış olsun bahçenin çalılarla, kimse girmesin. Ne istediğini, ne istemediğini, neye başlaman neyi bitirmen gerektiğini bile düşünme.
Adın üzerinden düşünceye kadar dursan burada. Bir kâğıt olsa elinde, birde kalem. Bir şey yazmasan. Anlamsız şekiller çizmeye başlasan kâğıda. Aklın su gibi olana dek, oynasa kalem kendi kendine.
Bir hayat insanın kendi hayatı olsa bu kadar yorabilir mi sahibini? Tahammül ettikçe yürüyor, tahammül bitince bitiyor kendiliğinden. İlaçlar hayatı iyileştirmiyor, tahammülü yeniliyor; bal gibi biliyorsun…

KARAR GÜNÜ

Bal gibi biliyorsun, bir gün karar vereceksin. Kimsenin seni beğenmemesini, tanıdığın herkesin “hiç böle değildi” demesini, göze alıp bir karar vereceksin. Bir gün oturup senin kendi hayatının nasıl bir şey olması gerektiğini düşünmeye mecbur olacaksın. İlaçların pelteleştirdiği ruhun bir gün muhakkak dirilmek isteyecek. Yaralarınla organlarını ayırmak, bu kez gerçekten istediğin gibi bir hayata başlamak zorunda kalacaksın. O zaman kendi uzunluğunda olacak ”zaman”.Sabah sabah gibi olacak, uyku uykuya benzeyecek. Belki hiç ummadığın biri olacaksın sonunda. Ama o zaman şimdi içinde sıkışmış duran, çırpınan kuşlar uçacak. İyi iken iyi olacaksın kötü iken kötü. Gülünce güleceksin net bir biçimde. Ağlayınca…

Bitecek bileceksin…

EKİNYAS

22 Aralık 2007 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN SUYU KAYNARKEN TARIMDA YIKIM HIZLANIYOR


Kapitalizm, emperyalizm derken Türkiye yeni bir kuşatmalar döneminin içine artık iyice girmiş bulunuyor.Türkiye’deki sosyalist hareketler neo-liberal politikaların hızlı bir şekilde gelişine geçerli bir program sunamamışken sistem saldırılarını iyice yoğunlaştırıyor.
AKP hükümetinin ezici bir üstünlükle tekrar iktidara geçişinin ardından,gündem her gün ayrı konular üzerinde şekilleniyor.Cumhur başkanlığı seçimi,anayasa tartışmaları,YÖK başkanın seçimi,Ortadoğu çıkartması,Ankara başta olmak üzere bir çok ilde yaşanan su sıkıntısı derken Türkiye toprakları üzerinde yaşam iyice zorlaşıyor.
Türkiye’de halklar günden güne düşmanlaşıyor. Üniversitelerimizde,liselerimizde sıra arkadaşları,fabrikalarda üretimde el ele veren işçiler, aynı mahallede oturup bir tas yemeği birlikte yiyenler etnik kökeninden kaynaklı birbirine düşüyor.
Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılan kamusal alanlar hızla tasfiye oluyor.
Türkiye’nin cenderesindeki su kaynarken tarım alanında da iyiden iyiye yıkım kendini gösteriyor.IMF,DTÖ ve DB dayatmalarıyla, AB’ye uyum süreci adı altında uygulanan “tarımda yıkım politikaları” “hukuki süreç” niteliğine dönüştürülüyor.
Kuşkusuz, 24 Ocak kararları ile Türkiye’nin neoliberal iktisadi zemine oturması, 12 Eylül rejiminin bu düzenin yürütülebilmesi için işçi ve köylü başta olmak üzere tüm emek yapılarını baskılaması, 1980’li yılların sonundan itibaren başlayan gazino kapitalizminin tüm üretim yapılarını kırması, tarımın ve köylülüğün tasfiyesi süreçlerinin Türkiye’deki yapı taşlarıdır.
Bu süreçte hayvancılık çökmüş, EBK – SEK – YEMSAN – TZDK özelleştirmeleri hayvansal üretim yapılarını kırmış, canlı hayvan sayılarında ciddi azalmalar meydana gelmiştir. Bunun yanında, tütün ve çayda liberalizasyona gidilmiş, üreticiler zor durumda bırakılmıştır.
1999 yılında başlayan 57 inci Hükümet dönemi, tarım politikalarının tümüyle IMF ve Dünya Bankası’na teslim edildiği yılların başlangıcıdır. Bu dönemde çıkarılan Tütün – Şeker ve Tarım Satış Kooperatiflerinin Yeniden Yapılandırılması yasaları, ilgili alanlardaki üretimi ve örgütlü yapıyı kırmış; özelleştirmelere zemin hazırlamıştır. Bunun yanında, girdi ve çıktı desteğine dayalı destekleme modeli tümüyle tasfiye edilmiş, yerine üretimle bağlantısız Doğrudan Gelir Desteği Sistemi kurulmuştur. Bu yapı, köylünün ürettiğine yabancılaşması ve finansman aracılığıyla kontrolü zeminini de yaratmıştır.
2002 yılı sonundan başlayan 58 ve 59 uncu Hükümet Dönemi, “tarımın ve köylülüğün tasfiyesinde istikrar” yılları olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde tarımın piyasalaştırılması ve doğal kaynaklarımızın (toprak – su – mera –kıyı gibi) sermayenin sınırsız ve kuralsız kullanımına açılması için birçok yasa çıkarılmıştır.
Tohumculuk, Tarım Sigortaları, Lisanslı Depoculuk, Toprak ve Tarım Yasaları, bunlar arasında öne çıkanlar olarak değerlendirilebilir. Yapılan özelleştirmelerle tarım piyasalarını düzenlemekle görevli tarımsal kamu kuruluşları ve KİT’ler yabancı sermaye ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilirken, yaşanan talan süreci köylünün yoksulluğunu derinleştirmiştir. ortamda kırsal alanda tutunamayan köylünün kentlerin varoşlarına göçü organize edilmişmiş böylece köylerde kalanların piyasa üzerinden kontrolü kolaylaşırken, diğer yandan kentlerin varoşlarına yerleşen eski köylünün yedek işgücünü katılımı ile sendikasızlaştırma – taşeronlaştırma zemini güçlendirilmektedir.
Kapitalizmin kendini yeniden üretmesi süreci, üretim araçlarına piyasanın el koyması ile pekiştirilmektedir. Tarım arazisinden başlayarak tarımsal sanayi tesislerine dek sermaye, piyasa ilişkileri içinde üretim araçlarına el koymaktadır. Bu durum, feodalizim – yarı feodalizm – Asya tipi üretim tarzı tartışmalarının ötesinde, vahşi kapitalizmin Anadolu köylerine kuralsız – koşulsuz girişinin de habercisidir.
Tarım alanlarının yabancılara satışını izin veren düzenlemeler yanında, yaşam patentlenmeye ve köylünün girdiden çıktıya tüm alanlarda bağımlılaştırılmasına çalışılıyor. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar, 10 yıla yakın bir süredir Türkiye’ye hiçbir sınırlamaya tabi olmadan girmekte, işlenme süreçlerine konu olmakta ve bir hak ihlali niteliğinde 800’ün üzerinde çeşitle tüketici sofrasına ulaşmaktadır. Yağdan hazır çorbaya, bebek mamalarından kolalı içeceklere kadar olan ürün yelpazesinde yer alan genetiği değiştirilmiş hammaddeler, tüketici sağlığını tehdit etmektedir.
Küçük köylülüğün tasfiyesini “modern – rekabetçi tarım için koşul“ gören meşruiyet temeli, bunun yanında işletme ölçeklerinin büyütülmesi ve sözleşmeli üreticilik ilişkilerinin yaygınlaştırılmasını da “tartışma dışı teknik doğrular” olarak kamuoyuna sunmaya çalışıyor.
Büyüyen ölçeğin doğuracağı yeni mülkiyet sorunları gizlenmeye çalışılırken, hazine arazileri üzerinde kurulacak organize tarım – hayvancılık bölgelerinde sermayenin yeni iktidar alanları kurgulanıyor.
Oysa, başta Avrupa ve Amerika’da olmak üzere, merkezi kapitalist ülkelerde tahrik edilen endüstriyel tarım modeli, toprağı – suyu - emeği bir üretim faktöründen ibaret görmekte ve daha fazla kar hırsı ile çevreyi hızla kirletirken, tüketicinin sağlıklı ve ucuz gıdaya ulaşma hakkını da hiçe saymaktadır. Bu bağlamda endüstriyel tarım emeğin düşmanıdır, kır ve kent yoksullarının düşmanıdır.
Bu çerçevede, kırsal yaşamın mirasçısı olan köylülerin; iyi yaşam, tarımsal kaynaklara erişim, tohum ve tarıma egemen olma, üretim araçlarına sahip olma, teknolojiyi üretme ve kullanma, ürettiğine yabancılaşmayarak üretiminin katma değerine sahip çıkma, tarımsal değerler – biyoçeşitlilik – doğayı ve çevreyi koruyup geliştirme ve örgütlenme hakları vardır.

ÖZGE


KAYNAKLAR:

Necdet ORAL Türkiye tarımında kapitalizm ve sınıflar
Halkevleri Halkın Hakları Formu Gıda Güvenliği, Tarım ve Beslenme Hakkı atölyesi sonuç bildirgesi

20 Aralık 2007 Perşembe

turnam yare selam söyle


Turnam gidersen mardin'e
Turnam yare selam söyle
Karlı dağların ardından
Turnam yare selam söyle

Turnam gidersen akdaş'a
Karlı dağlar aşa aşa
Hem kavime hem kardaşa
Turnam yare selam söyle

bir "UMUT" için...


AH EĞLENİYOR KENDİ BAŞINA AH NEŞESİ YETER
AH UMURUNDAMI SANDIN,BU DÜNYA AH NEŞESİ YETER...

6 Aralık 2007 Perşembe

orda kimse var mı?


Orada Kimse Var Mı? UPOV'la İlgilenen Yok mu?
Salı, 27 Kasım 2007
Körfez depreminde enkazın altına seslenilirdi: Orada kimse var mı? Bir umut, belki bir ses gelir diye. İki hafta önce Türkiye UPOV denilen Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğinin 1991 sözleşmesini kabul ederek UPOV’a 18 Kasım 2007’de üye oldu. Geçen hafta bu konuda yazmış idim. Bu üyeliğin sakıncalarından söz ettim. Bununla ilgili kanun TBMM’de 13 Mart 2007’de oybirliği ile kabul edilmiş. Bu konuda kamuya bilgi verilmedi. Ben o tarihlerde gazeteleri de taradım. Saptadığım kadarı ile bir haber verilmemiş. Sivil toplum kuruluşlarının da haberi olmadığını sanıyorum. Düşünebiliyor musunuz, tarımı son derecede ilgilendiren bir konuda yaprak kıpırdamıyor. Gazetelerden bir tek Dünya Gazetesinde haber olabildi. TRT1 Radyosu ve Açık Radyo konuyu işlediler ve konuşma yapmamı istediler. Bu duyarsızlığa şaşırıyorum.
Grain adlı saygın sivil toplum kuruluşu UPOV’a neden üye olunmaması gerektiğini şöylece sıralamış idi. (www.grain.org/briefings/?id=1)

1.UPOV çiftçi haklarını inkâr eder.

2. Kuzey ülkelerindeki tohum firmaları Güney’in tohum firmalarını satın alacak ve tohumlarını istedikleri gibi satarak geliri ceplerine atacaktır.

3.Kuzeyin tohum şirketleri güneyin biyoçeşitliliğine el koyacaklardır.

4.UPOV’un koruma ölçütleri biyoçeşitliliğin erozyonunu hızlandıracaktır.

5.Genetik kaynakların özelleşmesi araştırmayı olumsuz etkileyecektir.

6.Biyoçeşitliliği korumak amacıyla yürütülen Biyoçeşitliliği Koruma Anlaşması (CBD) ve FAO anlaşmaları gibi çalışmalar tehlike altına girecektir

7.UPOV’a üye olmak çiftçiler ve topluluklar üzerinde endüstriyel ıslahçıların haklarının artışını destekleyen bir gruba girmek demektir.

8.UPOV Ticarete İlişkin Fikri Mülkiyet Hakları denilen TRIPS ve Biyoçeşitliliği Koruma Anlaşmaları (CBD) ile çelişmektedir.

9.Aslan payı Kuzeye akacaktır.

Değerli okurlar epeydir bu gazetede yazılarım yayınlanıyor. Ancak eposta ve faksla veya mektupla incelediğimiz konularda düşünce belirten nerede ise kimse yok. Sizler de önemlisiniz. UPOV veya başka konularda düşünce, haber ve önerilerinizi bekliyorum.

Bu sessizliği yırtmakta her birinizin rolü var.

Orada kimse var mı?

Tayfun ÖZKAYA
tayfun.ozkaya@ege.edu.tr

gidenin ardından...


Küçük bir sobanın önünde ayaklarını ısıtmaya çalışırken, buz kesmiş parmakları tutuyor kalemi bırakmamak üzere!
(bir uçurum ne anlatır diğerine, boşluğu geren tanımlar anlamsızsa. Kar yığınıysa saçları küçük kızın.
Hangi bahçeye açılır boyası dökülmüş kapı.
Gökkuşağı çizerken bulutlar arasına, kesiliyorsa geceyle ışığın yolu.)
Gemilerini batırdığı bu kentte, nefes almaya çalışıyor sanki.
”nefes”.Omzuna asılı kalmış hüzün.
Son yolcusunu uğurluyor denize gülümserken.
Son köprüyü de atıyor militan yüreğiyle.
(akşamları kendi yalnızlığına, kendine kapanıyor herkesin kapısı.)
En yaman acısını yazıyor kız. En gizli köşesini yüreğinin. Kırılması için gözlerinin demir parmaklıkları.
(anlat, anlat ki bana umutla yaşasın güneşli günlerimiz. Fırtınasız deniz, güz rüzgarsız olur mu?)
Yüzünde kırışıklıklar beliriyor. Dudakları çatlamış, belikli susuz.”su” sessiz…
(iki suskun ırmak nasıl akar birbirine.)
Gittiğini yazıyor satırlara. Boyunca bir soru işareti var yanı başında.
(dönüp demir atmalı kıyılara. Direnmeli, yüzleşmeli acıyla.)
Kalemini bırakıyor işte. Duyuramıyorum sesimi ona! Sobanın fişini çekti. Lambayı söndürdü. Son bir kez dönüp bakmadan ardına gitti. Aldım elime savaştığı kâğıdı:
“gittim. Ayaklarım yorgundu.
Elimde kalan sıcaklığın ardından.
Gittim, üşüdükçe parmaklarım.
Ne yazgımdı ne umarsızlığım.
Yolumdu gittim.
Hüznün kıyılarına varana dek…
Karıştım yokluğun yağmurlarına.”

4 Aralık 2007 Salı

KIRMIZI VE BEYAZ - KİRLE PAS


gölge :
ve temel reis bulutların arasından süzülürken ıspanağını sıkıp midesine indirir, ince kascıkları ıspanakla şişer ve söner (bu ıspanağın güç verdiği anlamına gelen bir işarettir), füzeye dönüşür ve temel amca kabasakalı pataklar...

küçükken hepimiz kandırıldık, "bak temel reise ıspanağı yedi safinaz'ı kurtardı, sende ye" yediler, inanmıştık onlara ama kaldırılmıştık, ıspanak bir boka yaramıyordu.

acaba hep çocuk mu kalmalıydık? her daim saf her daim temiz, olup bitenden habersiz, yalan içinde yalan bilmeden... çocukken bizi koruyan meleklerde artık sırtlarını döndüler ve şeytana havale edildik. şeytan kötüydü, kötü kaka melekti. çünkü yukarıdakine karşı gelmiş, boyun eğmemişti. sol omuzumuzda yer alırdı, sağda ise beyaz melek vardı. sol elle ekmek tutulmazdı, çünkü sol tarafta şeytan vardı ve sol elle ancak şeyimizi yıkıyabilirdik. yani sol yanımızı ona tahsil etmiştik, üstelik hiç bir kira talep etmeden. sağ tarafımız ise gayet kutsaldı... tekrar kırmızı meleğe döner isek kırmızılığı ateşten geliyordu. peki iyi olan neden bizi kötüye şutlamıştı? madem bu kadar iyiydi neden yaptı bunu bize?

nese tamam bende sıkıldım bundan.

ben kötü çocuk oldum anne. büyüdüm. bir önemi var mı anne? evet bencede artık yoktu, duyuyor musun beni?

bu pis şehirde, bu kadar kötünün arasında iyi kalmam sencede biraz saçma olmaz mıydı? temiz kalamadık, hiç bir boka bulaşmadan / iyi-kötü boka. söylesene; insanoğlu bu denli temiz/masum kalabilr miydi? hayatın kaçınılmaz nimetleri değil miydi bizi dibe iten?..

çizgi filmlerde öğretiliyordu bize vahşilik, kavga, kovalamaca, aşk vs. tek tesellimiz paslanmadık biz, hala işliyorduk. hiç bir önemi olmasada daha pes etmemiştik en azından. elbette bu demek olmadı ki kabullendik, döngüye ayak uydurup parçası haline gelicez, eşleşicez.. biz sadece kirlendik, bu da hala işlediğimizi gösteriyordu.

ama gerçek değişmiyecek;

hayat bi kumar gibidir, zarları atarsın ve oynarsın. zardaki hile şeytana yöneliktir, bu oyundan daha çok karlı çıkan şeytan oldugu için...

11 Kasım 2007 Pazar

susmaya devam ederken


geliyorum aydınlığa.
gelirken tökezliyorum,kırılıyor ayaklarım,yaralanıyorum.
karşıya bakıyorum:
kocaman güneş,ve yanı başımda çırpınan insanlar.
gücü farkediyorum beraberinde dalgasızlığı.
fizik kurallarına inanarak sürdüğümüz yaşamı paralel evrenle bütünleştirdiğimizi farkediyorum.kurallara aykırı yaşamanın faturaları kabarık geliyor.
sistemin kurallarını yıkmaya çalışırken oluşturduğumuz yapılar içinde, nekadar sıkıştığımızı görünce tutuyorum kalbimi acımasın diye.
(sahip çıkmak istiyorum da oraya yapamıyorum)
bir MERHABAyı esirgerken benden devrimci olduğuna nasıl inanayım-emir komuta zincirine girmek değilmidir bu-
karanlığı yarıyorum.
yazarak, çalarak.
-kötüsü yok yazmanın çalmanın-
zamanın birinde karşılaştığım bir arkadaşımın dediği gibi
"müzik beni seviyor ve hiç terketmiyor"
yazmakta öyle.
bozuyorum suskunluğumu.
ve hala sevdamı taşıyorum yüreğimde!

EKİNYAS

10 Kasım 2007 Cumartesi

çok konuşan'dan


“Bir halkın türkülerini yapanlar

yasalarını yapanlardan daha güçlüdür...”


“Sınamalı insan kendini, bağımsızlığa mı yazgılı, boyun eğmeye mi; bunu da tam zamanında yapmalı. Sınamalarını saptırmamalı yolundan. Oynanabilecek en tehlikeli bir oyun sonunda. Başka yargılayıcının değil de yalnız kendinizin tanık olduğu sınamalar bile olsa. Hiçbir kişiye bağlı olmadan: En sevilene bile.” (F. Nietzche - İyinin ve Kötünün Ötesinde)
Bir komünist için Nietzche’den yapılan her alıntı “tehlikeli bir oyun”dur aslında. Kayıtlar düşülmüş bir paragrafta kesişmek, farklı ütopyaların temsilcileri için başlıca bir güçlüktür. Hele de bu alıntılanmamışsa. (...)
Evet, “Sınamalı insan kendini” ve “bunu da tam zamanında yapmalı”; yoksa sadece toplumsal özgürlükleri ve işçi-emekçi katmanların seçimlerini değil, bireysel gelişimi ve bağımsızlığı da boğmaya programlanmış bir zor ve terör aygıtı olan kapitalist-burjuva sisteme (ya da onun herhengi bir parçasına) olan karşıtlık anlamsızlaşabilir. Zira karşıtlığı doğru yöne, doğru bir şekilde (ve bunu da tam zamanında) koyamamanın karşılığı karşıtına dönüşmektir. Burada “sınama” ise anlık bir soru ve tek boyutlu inançsal bir seçişi aşan bir oluş ve var etme kavgası haline getirilmelidir. “Sınamalı” insan kendini; kavga için cesareti var mı diye, sonra sınamalı insan kendini; cesaret kazanılabilir bir özellik mi kendince ve sınamalı insan kendini; bu kendini de boğan nesneleştirici sisteme karşı bir özne olarak boyun eğmeye ne kadar dayanabileceğini.
Şimdi tam şu an gidin açın pencerenizi ve uzaklara bakın. Yoo, gözlerinizle değil. Zira bir beton yığını hapishanesi olarak şehir, doğayı ve insanı ayrı ayrı yalnızlıklara hapsettiğinden beri görebileceğiniz yalnızca karşı apartmanın duvarı. Siz yüreğinizle görmeyi deneyin bir kez de. Belki de özneleşmiş çıkar ve nesneleşmiş insan temelinde para ile profesyonalize edilmiş bu aşağılık sistem henüz sizin duygularınızı (bağımsızlığınızı) programlayamamıştır. Evet, gören bir yürekle bakın şehre ki bugün yalanlar size ulaşmasın.
Bir kız yerde. Çamur ve kan içinde. Daha önce görmüş olsanız bile hatırlayamazsınız herhalde. Yüzü parçalanmış bir mermiyle ama onda bu haliyle bile fark edebileceğiniz bir tebessüm ifadesi. Boyun eğmemiş bu katiller sürüsüne, bağımsızlığına bağlı hem de ölümüne. Ne polislerin cellatlığı, ne ordunun papaz tavrı esir alamamış onu. Kız bu yanan-kurşunlanan emekçi semtinin ayaklanmasının bir temsilcisi olduğundan, kız sınıfsız-sömürüsüz-özgür bir dünya isteğinden ve en sonu deminki görüşmede korkak rütbeli soytarıların suratına direnişi haykırdığından yerde. Belki şimdi silahları sadece taşları olan koca bir semtin bu katiller sürüsünü göremiyor ama, o değil bu semti, şehri, ülkeyi, bütün dünyanın özgürleşmesini görmüş gibi gülümsüyor. Eminim dünyada hiçbir kız onun kadar güzel ve sevgiye layık değil.
Şimdi sınamalı insan kendini. Tam şu anda bir sevgiliyle yapılan gezinti ya da bir mağazada yapılan pahalı bir alışveriş unutturabilir mi bu görüntüleri diye. Ve sınamalı insan kendini, -hareket etmeye karar verirse- bağımsızlığına çoktan el koymuş olanları, ailesini, bencil hayallerini, sorgulamayışını, işini, okulunu vb. engelleri geçip geçemeyeceğini.Şimdi yüreğiniz yetiyorsa daha uzağa bakalım. Adının bile yasaklanmaya çalışıldığı bir ülkede, bir köyde emekçi Kürt köylüleri toplanmışlar köy meydanında. Sayıları köylülerden fazla askerler, namlular köylülere dönük, eller tetikte bekliyorlar zorunluymuş gibi. Binbaşı boşaltılmasını emrediyor köyün. “Yakarız” diyor, “yıkarız” diyor bir halkın yiğitliğini esir alabileceğini sanarak. Köylüler kıpırdamıyorlar bile yerlerinden. Binbaşı çıldırıyor bağımsızlıklarına bağlı köylülerin tavrına. Hep boyun eğmiş ve hep boyun eğmeyi emretmiş. Köylülerin içinden seçiliyor üçü; muhtar, köy imamı ve gençten biri. Üzerlerine benzin dökülüyor her birinin ve binbaşı elinde ateşli bir çaput sallıyor. Bir halka teslim olmasını söylüyor; “yakarız” diyor, “yıkarız” diyor. Köylüler sessiz ve boyun eğmemeye yeminli. Ateşli çaput binbaşının elinden çıkıyor. Komutan biliyor ki “Birini öldürürsen katil olursun, bir halkı öldürürsen fatih olursun”. Komutan fatih olmaya, köy halkı da onuru yaşatmaya yeminli. Komutan susuyor, yanan çaput köylülerin üzerinde ateş oluyor, ölüyor birkaç onurlu emekçi. Ama bu topraklarda ateş Newroz’dur. Newroz ise ayaklanma.
Ve siz şu an ne yapıyorsunuz?
Yoksa bunları sizin televizyon, gazete vs. kısaca yalan bilgisi medyanız yazmıyor, göstermiyor mu? Siz gene de televizyonunuzu açın, Somali’de halka işkence edip bunun fotoğrafını çekmeyi hatıra sayan Kanada işgal birliklerini hatırlayın; siz Filistin’de meclis kararıyla intifada çocuklarının kollarını taşla kıran İsrail askerlerini hatırlayın. Ölüm ve meta düzeninin taciriyle işgalcisi insansızlaşmış modern bir barbarlığın temsilcisi olduğu için her millette ortaktır. Tek sorun kendi iğrençliğini ancak bir diğerinin televizyonunda görebilirsiniz.
Ve siz şu anda sınamalısınız kendinizi. Bu ölüm ve meta düzenine boyun eğmeye mi yazgılısınız, yoksa bu düzeni delip geçecek bağımsızlığınıza mı? Yoksa gitmeli mi diyorsunuz, ya da sizin gözlem ufkunuza ulaşmadı mı bu savaş? “Başka bir ülke bulamazsın” kapitalist barbarlıktan öte ve “Gerçek hayatta seyircilere yer yoktur, herkes katılır yaşama.” Ama sınamayı da tam zamanında yapmazsan, belki yolun, yüreğin ve beynin bu ölüm ve meta düzenine çıkar. Zira artık devrimcileşmeyen her şey çürüyor ve nesneleşiyor. Süper ya da gross marketlerce, televizyon ya da bilimum diğer yalan bilgisiyle satılabilirleştirilen ve kırıntıları ile ulaşabileceğiniz sevgi, dostluk adalarıyla, bir araba ya da evle doldurulmuş hırsınız ve hayalinizle, bir annenin “sen karışma çocuğum”uyla, korku ve yalnızlıkla, baskı ve terörle, yetmedi mi işkence ve ölümle, ünlü olma ya da bireysel özgürlük şarlatanlığınca...
En sevilenin bile engel olmaması gereken bir sınama şimdi... Korku artık sadece dağlarda, varoşlarda değil bu ölüm ve meta düzeni için.
Ve bu satırların yazarı ilan ediyor ki size, kendi sınaması için yaşadığı her yılın, 12 Mart’ında Gazi’de ölümü bekleyecek defalarca...

21 Ekim 2007 Pazar

ANARŞİST TANGO

ANARŞİST TANGO

Kapısında dikildim
Gözüm gözüne nazır
25 sene olmuş
Buranın takvimiyle
Hala beklemekteyim

Onun üç başı var
Benim iki elim
Onları da birine verdim eylülün köründe
Hem zaten
Bu Cerberus dediğin
Ne kemikten anlar itoğlu
Ne uykudan
Ne düşten

Yok yok
Ezerdim 3 başını birden
Daha gençken ayaklarım
Velakin o zaman
İpini koparan gelirdi
Oysa bir ben yakışıyorum cehenneme
Bir de hayalim

Hayalim..
O çoktan geçti kapıdan
Kimbilir kaç vapurla
Ben hala
Beklemekteyim..

underconstruction

14 Ekim 2007 Pazar

protesto


"Tutunmak imkansız
Bıktım yamalı sevdalardan"
ilk duydugumda içimde ne kadar hissettiysem bu dizeleri şimdilerde o kadar içimi anlatır oldu.
Ve belkide bu yüzden....
Önce hayatı protesto ediyorum fazlaca hoyrat davrandığı için aciz bedenlerimize. Sonra daha bu ne deyip içimizden ömrümüzü çalanları.Konuştugumuzu duyupta sessiz kalanları.İçimizde boğulan çocuk kimliğimizi, daha kabuklaşmamış yaralarımızı, sığdıramadığımız gözyaşlarımızı,cümleleşmemiş çığlıklarımızı, beni işte...
en çok da bunları yaşamama sebep düzeni;kapitalizmi,emperyalizmi,neoliberalizmi"protesto ediyorum"
Yaman bir soru beliriyor aklımda?
Ve bir de dudağımda solmaya yüz tutmuş gülüşümü işte onuda protesto ediyorum.

EKİNYAS

tükettiklerim için bir daha

Söylenecek o kadar çok şey var ki hayata dair...
Derin soluk alışlarım hayat verişlerimden öteye gitti yaşamak. Avuçlarımdaki çizgilerdi beni anlatan şimdilerde tanımsız işaretlerden öteye gitmiyorlar. Yabancılaşmak bunun adı. Önce kendine yabancılaşmak sonra ne varsa... Koca bir zamansızlık hayatın gerisinde kalmak.
Yaşamak nefes almaktan öteye gitmiyor neye dair o zaman bu savaş? Hangi bilinmezligin dönemeci? Tüm savunmasız düşüncelerimin savrulduğu bir anda neye dairdi bu öfke? Yitirdiklerim, yaşananlar, belirsizlikte kalanlar hangisinindi suç? çatışmalara adadım tüm kararlarımı. Geçen gün batımlarının şerefine ve her an biraz daha tükettigim ömrümün şerefine...
Tüm yenmişliğime ragmen bir yenilgi daha hayattan, bir nefes daha tükettim yarından bir daha bir daha...

13 Ekim 2007 Cumartesi

TANGO


Tango

Bazı danslar bazı yaşları bekler.
'Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!'

Eskiden ağzının üzerine siyah bir martı konmuş gibi duran bıyıkları olan, sonra herkesi endişelendiren maceralarını yaşamak için, martıları kesip çok uzaklara giden bir adam bir gece böyle demişti. Ardından da eklemişti:

"Ayaklarıma bakma; tuzağa düşersin. Göğsümü izle! Göğsüm kuracağım tuzağı ele verecektir. Tangoda ayaklar bir ayrıntıdır! Bu, tuzakların dansıdır."

Sonra bir gece bütün kadınlarla dans edip, her birini tuzaklara düşürüp... Bununla yetinmeyip Tom Waits çalarken bir adamla gitgide daha çok erkekleşerek, sanki sonu ölümle bitecekmiş gibi tango yapıp... Martıları alıp sonra, yine çok uzaklara gitmişti.

Zaman geçti. Birbirlerini ayaklarına bakarak, etamin işler gibi tango yapanları gördüm. Tuzak kurmayı beceremeyen adamlar, kurulamayan tuzaklarla cebelleşen kadınlar gördüm. Evli çiftlerin ehlileştirilmiş tango dersleri için birbirlerini hırpaladığını, çoktan ele geçirilmiş, teslim olmuş kadınların, kurulmaktan çoktan vazgeçilmiş tuzaklaradüşmemeye çalışıyormuş gibi yaptığını gördüm. Bu "pis" dansı, "temizlemeye" çalıştıklarını seyrettim. Bütün bu ehlileştirme çabalarına rağmen her tango dersinin tekinsiz hikayelerle son bulduğunu duydum hep. Tangonun "bir -ki üç" diye öğrenilse, "temizlense" bile tekinsiz bir şey olduğunu...
Oysa bazı danslar, bazı yaşları bekler. Birine, hiç yüzüne bakmadan bir şey diyebilmek için biraz ihtiyarlamalıdır insan. Tuzaklar oyununu sürdürme sabrı için biraz yaş almalıdır. Ayaklar, birbirine dolanmadan bir sabır oyununu devam ettirmek için kimi yollardan geçmiş olmalıdır. Bu kadar efendice kederlenmek, bir keder dansı yapmak için çalçene acılardan geçilmiş olmalıdır. Bir şeyi çok isteyip de yapmamayı bilmek gerekir tangonun "olması" için. Tango istemek ve istediğini belli etmemek dansıdır biraz. İstemek ve istediğine yaklaşmamakla ilgili.

Denizcilerin Arjantin meyhanelerinde "kötü" kadınlarla beraber yarattıkları bu dansın asıl hikayesi, gidecek olanı istemektir. Tango kalıcı olanların değil, hep gidecek olanlaryn dansıdır. Ele geçirilemeyenler arasında sessiz bir kavga... Beraber bir tuzağın koynuna düşmeyi çok isteyen ve bunu ilk kimin söyleyeceğini yoklayan bir kadınla bir adamın dansı... Çok korkan belli etmeyen iki kişinin birbirine meydan okuyuu... "Sevdim de vermediler" ağlaşması değil, "Ben seni hiç sevmedim" yalanı. Kim önce dökülecek, kim önce teslim olacak sınanması... Astor Piazzola çalıyor... Aklıma, giden denizcilerin tuzaklarına fena düşmüş, ama hiç düşmemiş gibi yapmış, iki memesinin arasından kan sızarken dönüp giden adama bir kere bile bakmamış kadınlar geliyor.

Zor. Tango yapmak için biraz daha büyümek gerekiyor.

Gündüz Yarasaları



GÜNDÜZ YARASALARI
I

Neyiz ki biz?
İlk ışınları görünüce güneşin, Kaparız tepenin gözkapaklarını-
Çam değiliz ki kollarımız açık,
Ürpererek karşılayalım donuk ışığı.
Gölgeler kısalınca çıkarız ortaya,
Açıklıktır, aydınlıktır aradıüımız,
Parlaklıkta bulur gücünü görşümüz.
Tanımayız alacakaranlığı delen,
Tepelerin arasından seçen bakışı.
Kör olmuş ışıktan gözlerimiz.
Gündüz yarasalarıyız biz

II

Geceyi düşleriz gündüzken,
Geceyken de gündüzü
Yitirebileceklerimiz yitiktir
Onlardan uzaktayken ama
Özleriz döneriz yeniden
Yitirmeden
Yitirebileceklerimizi
Yitiremediklerimize.
Yitirebilirdik, deriz;
Ama yalnızca bir fiil çekimi bu-
tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
Gündüz yarasalarıyız biz.

III

Sağlamdır düşünce temellerimiz,
Ama altlarında kist vardır, sonra kum-
Dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
Taştan duvarlarımızla dimdik
Ayakta; ama biraz su, biraz sızıntı
Kaydırır temellerimizi hemen.
Duyarız yerçekimini hemen,
Titreriz. Sımsıkı, gergin
Bağlar vardır
Düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
Ya temelsizse temeli
Bütün bu bağları
Bağlayan
Bağın
Bağlantısızca bağlarız bağlarımızı

ORUÇ ARUOBA

SİL BAŞTAN!


gücün var mı sevgilim
derin sularda inci tanesi aramaya
cesaretin kaldıysa
hala benle aşktan konuşmaya
söyle canım sevgilim
hayat bize oyun oynuyor olabilir mi
yorgun gibi bir halin var
duyguların karışık olabilir mi
sil baştan başlamak gerek bazen
hayatı sıfırlamak
sil baştan sevmek gerek bazen
herşeyi unutmak
sanki bugün son günmüş gibi
dolu dolu yaşamak istiyorum ben
her ne çıkarsa yoluma
selam verip yürümek istiyorum ben
sil baştan sevmek gerek bazen
hayatı sıfırlamak
sil baştan sevmek gerek bazen
herşeyi unutmak...

sözlerini yazıyor ve susuyorum.şarkı kendini anlatıyor zaten


GÖKHAN

12 Ekim 2007 Cuma

TANIR MISIN?


TİK TAK...
RAP RAP...
TIKIR TIKIR...
ÇIT ÇIT...

YÜZÜM AVUÇLARIMIN ARASINDA KAYBOLDUĞUNDA
ANLATAMAM Kİ ŞİMDİ NE HİSSETTİĞİMİ..

GEÇ KALIRIM SONRA,
DAYAK YERİM,KIRILIRIM,KARARIR BEDENİM,
KAPIMI ARALARIM,KAN AKAR...

KORK...korkun
İNANCIMI HİÇ YİTİRMEDİM Kİ.
KORK...korkum
gözlerini geçemiyorum ki..

"yetişmiyor sana sesim, bekliyorum gelmiyorsun."
"çok hızlı gidiyoruz,ruhlarımız kalıyor geride"
TIK TIK...
ÇIT ÇIT...

açar kapısını tozlu bir yıldız...

ELLERİM ÇENEMDE NE ANLATAYIM Kİ BEN SİZE
BOŞLUKLAR ÖYLE ÇABUK DOLDURULUYOR Kİ...


EKİNYAS

6 Ekim 2007 Cumartesi

DRAMATİK YAZARLIK...

OYUN YAZMAK
Haluk Işık



Sunuş

Yirmi yıl öncesinden konuşuyordu, çok gençti ve oyun yazarlığını yaşamının odağına yerleştirmeye kararlıydı.

O günlerden bir "ilk oyun" getirmiş, paylaşmak istemişti. Bakışlarında, bu işi sürdürme isteğini gördüm. Oturduk, günler süren bir söyleşi yaptık.

Oyun yazmaya soyunanlara bu söyleşi, kendince ışıklar tutabilirdi. Konuyla ilgili belli başlı kaynakların yanında, bu söyleşiden de ipuçları çıkartırlarsa, harcadığımız zamanın ve emeğin boşa gitmeyeceğini, bunun ikimizi de mutlu edeceğini düşündüm.

Bu yazı dizisinde, bildiklerini ve deneyimlerini aktaran "ben"le, bilmediklerini öğrenmeye, öğrendiklerini sorgulamaya çalışan, yirmi yıl öncesindeki "ben" arasında, belki de hiç bitmeyecek bir arayışın ve düellonun ipuçlarını okuyacaksınız.

Unutmadan belirtmeliyim ki, bu söyleşiye dair önerileriniz, düşünceleriniz ve olası sorularınız; bana ve bu yazı dizisinden yararlanmak isteyeceklere, yadsınamaz bir katkı anlamına gelecektir. Düşüncelerinizi tartışır, yanıtları birlikte ararız.

İyi okumalar,izlemeler ve arayışlar dilerim. Çünkü,oyun yazmanın ve oyun yazarlığını sürdürmenin de ilk adımı bunlardır...

BİRİNCİ GÜN

"Oyunumu okudunuz mu?"

Okudum.

"Nasıl, güzel mi?"

Bakın, öncelikle bir konuda anlaşalım. Ben oyununuza güzel ya da çirkin gibi, herkese göre değişecek değer yargılarıyla değil, dramatik yazarlığın "olmazsa olmazları" açısından yaklaştım. İyi, kötü, çirkin, güzel tanımlamalarının, böyle bir yaklaşımda yeri yoktur.

"Dramatik yazarlığın olmazsa olmazları nedir?"

Yazdığınızın "oynanabilir, sahnelenebilir, izlenebilir" nitelikte olup olmadığını belirleyen etmenlerdir. Birincisi, oyuncu tarafından "taklit edilebilirliğini"; ikincisi, "tiyatral oluşuma uygunluğunu"; üçüncüsü de, "izleyicinin bu oluşumda yer alabilirliğini" değerlendirmemize yarar. Bir oyun metni, yazarın tiyatral oluşum için sunduğu ve bir bütünlüğü tanımlayan öngörüler toplamından başka bir şey değildir. Bu üç niteliğe de hizmet etmiyorsa, yazdıklarınız boşa gitmiş demektir.

"Oyunumda söylediklerinizi yapabilmiş miyim?"

Hayır. Oyununuz, olması gerekenleri sağlayamamış.

"Öyle mi?"

Üzüldünüz. Bu duyguyu iyi bilirim. Ama sizinle oyun yazarlığı üstüne konuşmayı, bu konuşmayı dostluğa ve üretime dönüştürmeyi kabul etmişsem ve şimdi buluşup konuşuyorsak, bir noktada anlaşmamız gerekiyor. Bu nokta, içtenlik ve bilimselliktir. Siz, yazmaya kalkışmanın bile medeni cesaret istediği bir coğrafyada, oyun yazarlığı gibi çok güç bir işe soyundunuz. Bir oyun yazdınız, okumamı ve düşüncelerimi söylememi istediniz. Okudum ve emeğinize saygım nedeniyle, sizinle görüşmeyi kabul ettim. Birinci adım sizden, ikinci adım benden. Bundan sonrasını birlikte yürüyeceksek, birbirimize yardımcı olmalıyız.

"İçtenlikle?"

Evet. Ama içtenlik tek başına yetmez. Çünkü içtenlik, hele yazarlıkta, çabuk zedelenen ve gerekli donanımdan yoksun bırakıldığında, kof kabuklara dönüşüverecek bir tavırdır. Biz içtenliği, bilimsel ölçütler ve gerekçelerle donatmalıyız ki, duygusal tuhaflıklarda yitip gitmeyelim. Her yazar, yazdığına -acemiliğin hastalıklı özgüvenine ya da deneyimliliğin üçkağıdına sığınmamışsa- içtenlikle yaklaşır ve yazar. Hiç sevmediğim oyun yazarları, yazdığıyla kendisi arasında "jinekolojik bağ" kuranlardır. Bunların içinde, adını sıklıkla duyduğunuz oyun yazarları da vardır ve yazdıklarından "benim çocuğum, onu ben doğurdum, vb.." diye söz ederler. Böylelikle, oyun yazarak kendilerini, yaşamlarını sürdürmek için çaba gösteren herkesin üstünde sayıp, özel "muamele" görmek isterler. Bu acınası bir durumdur. Çünkü inancıma göre, hiçbir uğraş, yaşamın içindeki öteki uğraşlara göre daha "mühim" ya da "saygıdeğer" değildir. Bu sözlerimle emeğe saygısızlık ettiğimi düşünürseniz, söylediklerimi anlamadığınızı düşünürüm. Benimle, oyun yazarlığı üstüne konuşmayı hala istiyor musunuz?

"Elbette. Oyun yazmayı öğrenmek için buradayım. Ama merak ediyorum, onca işiniz arasında bana niye zaman ayıracaksınız?"

Sevgili dostum, öğretmek çok iddialı bir belirleme, bana ağır bir yükleme yapıyorsunuz. Ben sizinle, bana öğretilenleri ve 20 yıllık "hasbelkader" yazarlık deneyimlerimden çıkardıklarımı paylaşmak amacındayım. Üstelik, bütün bu çıkarımlar, her oyun yazmaya oturduğumda, bana düşünemeyeceğiniz kadar eksik geliyor. Ama sizinle paylaşmak istiyorum.

"Neden?"

Çünkü ben, bildiğini paylaşmanın erdemini bilen, bunun için emek ve ömür harcamaktan hiç çekinmeyen öğretmenler tarafından eğitildim. Bildiklerimi paylaşmak, aynı zamanda öğretmenlerime teşekkür anlamına geliyor.

"Merak ediyorum, oyun yazarlığı öğretilir mi?"

Kendi adıma konuşmak zorundayım, bana öğretmeye çalıştılar. Bilimsel anlamda öğretilebilir olduğu kanıtlandığı için, bugün "dramatik yazarlık" özel bir bölüm olarak, ilgili fakültelerin eğitim programındadır. Varolan eğitim sisteminin gereği olarak, genel üniversite sınavlarında belli bir puanı tutturur ve özel yetenek sınavlarını başarırsanız, öğrencisi olabilirsiniz. Asıl soru bence şu; öğretilenleri ürüne dönüştürebiliyor muyum? Bu soru, bütün eğitim alanlar için, sözcüğün tam anlamıyla "Demokles'in Kılıcı"dır. Sizin için de böyle olacak. Elbette ürün derken...

"Oynanabilir, sahnelenebilir, izlenebilir olanı kastediyorsunuz."

Evet, kesinlikle. Ama yineleyeyim, size bir şey öğretmek değil, oyun yazarlığı adına birkaç kapı açmak için buradayım.

"Her oyun yazarı, mutlaka dramatik yazarlık eğitimi almak zorunda mı? Örneğin William Shakespeare'in yaşamını okudum, oyun yazarlığı eğitimi almamış..."

Doğru. Ötesi, yazdığı her oyun, bir eğitim gereci olarak okutulur ve incelenir. Shakespeare başta olmak üzere, böyle bir eğitim almamış yüzlerce oyun yazarı vardır ve dünya tiyatrosunun oyun dağarını ezici bir üstünlükle onlar belirler. "Dünya Tiyatrosu Tarihi", "Tiyatro Kuramları", "Oyun İncelemesi", "Dramaturgi", "Oyunculuk", "Sahne ve Giysi Tasarımı" gibi, çağdaş ve bilimsel tiyatro eğitiminin ana dersleri, o yazarların oyunlarındaki öngörülerden hareketle işlenir. Tiyatro akımları ve yönelişleri, genellikle o yazarların tuttuğu ışıklarla kendini tanımlar. Şimdilik konuyu dağıtmayalım. Elbette oyun yazmak için, ille de eğitim almak gerekmez. Bir topluluğa oyun gönderdiğinizde, onlar için önemli olan, aldığınız ya da almadığınız oyun yazarlığı eğitimi değil, yazdığınızın "oyun" olup olmadığıdır. Eğitim sonunda alacağınız herhangi bir belge, "Oyun Yazarı" olduğunuzun, sizin nitelikli oyunlar yazacağınızın, yazdıklarınızın mutlaka sahneleneceğinin garanti belgesi değildir. Bugün dramatik yazarlık eğitimi veren okullardan, her yıl onlarca öğrenci mezun oluyor. Eğer eğitim her şeye yetseydi, bugün Türk Tiyatrosunda, oyunları sahnelenen yüzlerce "diplomalı oyun yazarı" olurdu, değil mi? Oyun yazmak, yazınsal-düşünsel-estetik bir mühendislik işlemini göze almak ve bir öngörüler toplamı olarak, yazdığınızı tiyatroya ya da oyuna dönüştüreceklere sunabilmektir. Oyun Yazarlığı eğitimini, "dramatik yapı mühendislik eğitimi" olarak tanımlayabiliriz. Bu eğitim, oyun yazmak gibi çetrefilli bir serüvende, yolunuzu kısaltır. Akademik bir eğitim almadan da oyun yazabilirsiniz, ama bir iki denemeden sonra, kendinizi bir biçimde eğitme zorunluluğunu hissedersiniz. Usta yazarların yapıtlarını, "bu insan ne yazmış, nasıl yazmış?" diyerek incelemek bile, bu gereksinimin doğal ve olması gereken sonucudur. Yapacağınız inceleme, bilimsel bir yönteme sahipse yararlı olabilir. Tiyatro sonuç olarak elbette sanattır. Bunun böyle olmadığını kim savunabilir? Ama tiyatro, eğitim, yaratma koşulları/zorunlulukları, tiyatral oluşum sürecindeki uygulama ölçütleri ve ürünün tüm sonuçlarıyla irdelenmesinde kullanılan yöntemler açısından, aynı zamanda bilimdir. Tiyatro eğitiminin, akademik anlamda, "sanatbilimi" dallarından biri olarak tanımlanmasının gerekçesi de budur.

"Bana biraz karışık ya da yoğun bir tanım gibi geldi söyledikleriniz. Örneğin "tiyatroya ya da oyuna dönüştürmek" ne demek?"

Size kağıdın başına oturmaktan, yazdığınızın izleyiciye sunulmasına dek yaşananları bir süreç toplamı olarak özetlemeye çalıştım. Şimdi karışık gelebilir, ama bunları ayrıntılı olarak konuşacağız. "Tiyatro ya da oyun" derken, gündelik konuşmada sıklıkla birbirinin yerine kullanılan iki kavramı andım. "Oyun" yazılı metin ve o metnin sahnelenmiş ya da ete kemiğe bürünmüş halidir. Günümüzde bunun için yazılan ürüne "oyun", "oyun metni", "tekst" adı veriliyor. Kimileri "senaryo" dese de, bu adlandırmanın daha çok sinema ya da televizyon için yazılan ürünlerde geçerli olduğunu bilmek zorundayız. Ben kısaca "oyun" denmesini öneriyor ve tiyatro için yazılan metinleri, bundan sonra bu adlandırmayla anacağımı bilmenizi istiyorum. "Tiyatro" ise, oyunun izleyiciye ulaşma ortamıdır. Şimdilik bu genellemelerle yetinelim, ayrıntılarını sonra irdeleyeceğiz nasılsa. Şimdi bana söyleyin sevgili dostum, neden oyun yazıyorsunuz ya da yazmak istiyorsunuz?

"Yazmak hoşuma gidiyor."

Fena bir başlangıç değil. İnsanın hoşuna gitmeyen bir şeyi yapması, söz konusu olamaz. Zorlama ile yapıyorsa, vahim sonuç şimdiden bellidir: başarısızlık. Başka?

"Kendimi yazarak "tarif etmek" istiyorum desem?"

Sorulara soru ile yanıt vermekten kaçının derim. Çünkü bu tür yanıtlar, genellikle sorunun içeriğine dair bir hazırlıksızlığın ya da kararsızlığın belirtisidir. Unutmayın, siz bir oyun yazarak, rahatlıkla "tanrısal" olarak nitelenebilecek iradenizle, bir dünya yaratacak ve o dünyanın içinde yer alacak insanların yazgısını belirleyeceksiniz. Böyle bir işe neden kalkışacaksınız ki?

"Çünkü anlatacak çok şeyim olduğuna inanıyorum."

Tanrısallık dedim, bu noktadan sürdüreyim o zaman. Sizce tanrı, kendini anlatmak için mi dünyayı ve insanları yarattı? Hatta yaratmakla kalmayıp, değiştirilemez yazgılarla onları donatması, onların buna "rağmen" davranmaları, tanrının anlatmak istediği çok şeyi olduğunu mu kanıtlıyor? Durun, yanıt vermekte acele etmeyin. Burada elbette teolojik bir tartışma çıkarma peşinde değilim. Söylemek istediğimi biraz açayım. Siz milyonlarca yıldır varolan ve üstünde yaşayanlarla birlikte daha ne kadar varolacağı kestirilemeyen dünyada "ömür" dediğimiz süreci, belirli bir zaman diliminde yaşayacak ve ölecek bir insansınız. Sizden önce birçok şey yaşandı, sizin tanıklığınızda birçok şey yaşanıyor ve kim bilir sizden sonra neler yaşanacak.. Sizden önce yaşananlar, sizi ilgilendiriyor mu?

"Hem de nasıl! Öğrenmek için elimden geleni yapıyor, okuyor, araştırıyorum."

Geçmişe dair merak. Bu iyi. Merak, yazarlığın en önemli ateşleyicisidir, bu duygunuzu hiç yitirmemelisiniz sevgili dostum. Peki bugün yaşadıklarınız, dünyanın bugünkü hali?

"Dünyanın hali beni ilgilendirmez mi hiç?"

Yine soruya soruyla yanıt veriyorsunuz.

"Nereye varmak istediğinizi tam olarak anlamadığımdan olsa gerek..."

Oraya birlikte varacağız. Dünyanın bugünkü haliyle niye ilgileniyorsunuz? Sizi zorladığımı biliyorum. Bu bir sınav değil, içinizden geleni söyleyin. Çünkü içinizden gelen, içtenliğin ve size ait olanın yansımasıdır. Alıntılara, kaynaklara gerek duymadan konuşun. Onlar genellikle, içimizden gelen değil, içimizde yer almasını ve bizi, bizim yerimize anlatmasını istediklerimizdir. İçselleştirilmedikleri zaman, insanı sıkıcı bir ukalaya, işlevsiz bir bilgi yığınına dönüştürüverir. Benim istediğim, en azından şimdilik, kendinizi neden "tarif" etmek istediğinizi öğrenmek. Haydi söyleyin, dünya sizi niye ilgilendiriyor?

"Çünkü ben bu dünyada yaşıyorum. Yaşadıklarım, tanıklıklarım, öğrendiklerim beni ilgilendiriyor. Beni etkiliyorlar, biçimlendiriyorlar, yaşamımı belirliyorlar."

Siz de bunları yazmak istiyorsunuz?

"Evet. Demiştim, kendimi tarif etmek istiyorum."

Kendinizi " tarif" etmeniz, başkalarını niye ilgilendirsin? Yalnızca kendinizi "tarif" etmenizin, başkalarını ya da dünyayı ilgilendirecek kadar derin-yüksek-geniş olacağını nereden biliyorsunuz?

"Ama ben bu dünyadayım, olup biten her şey ve herkes beni ne kadar ilgilendiriyorsa, ben de herkesi o kadar ilgilendirmeliyim. İşte o yüzden yazmak istiyorum."

İlgilenilmesi gereken neyiniz var?

"Umudumu kırmak ister gibisiniz.."

Hiç olur mu? Ben yalnızca, kendini "yazmayı seviyorum" biçiminde tanımlayan ve sıklıkla karşılaşılan bir yazar tavrının ötesine geçmeye çalışıyorum. Oyun yazmak gibi, sizi bekleyen bir çok sorundan mürekkep bir sürece hazır olup olmadığınızı, öncelikle kendinize sormanızı istiyorum.

"Oyun yazarı olmak için ne gerekir?"

Oyun yazmak. Yazmıyorsanız, oyun yazarı değilsiniz. Oyun yazmak ise, öncelikle düşüncede başlayan bir eylem olarak, sizin buna hazır olup olmamanıza bağlıdır. Yazdığınız ya da yazacağınız oyunun, tiyatro olarak belli bir kitleye seslenecek olması, bunu kaçınılmaz biçimde size dayatır. Hep kendinizi anlatarak oyun yazamazsınız. Hep siz konuşarak, sayfaları ve zamanı dolduramazsınız. Hep kendi dünyanız içinde kalarak, başka dünyaları tanıyamaz, anlayamaz ve anlatamazsınız. Soruları sürekli kendi pencerenizden soramaz, yanıtlarını kendi yararınıza denk düştüğü biçimde veremezsiniz. Buna benzer birçok olumsuzluğu sayabilirim. Bütün bunlardan söz etmemin nedenini merak ediyor musunuz?

"Ediyorum. Her sözünüz başka soruları merak ettiriyor bana. Bu soruları ilerledikçe soracağım."

Ben de, bildiğimce yanıtlamaya, açıklamaya çalışacağım. Size şunu söylemeye çalışıyorum sevgili dostum; birçok oyun yazarı adayı, aklına geleni, aklına gelen ilk anlatım biçimiyle yazmaya kalkışır. Yeryüzünde böyle başlanıp da, üç sayfa sonra lastiği patlayıp yarı yolda kalmış kim bilir ne çok oyun metni vardır. Bunun bana göre ilk ve kaçınılmaz nedeni, yazar adayımızdaki yaşama ve sanata karşı tavır eksikliği ile işin mühendisliğine dair bilgi yoksunluğudur. Tavır eksikse, mühendislik yetkinliği işe yaramaz. Mühendislik açıdan eksikseniz, tavrınız ne kadar saygın ve inandırıcı olursa olsun, sonuç yine aynıdır: işe yaramaz.

"Tavır eksikliği derken, ne söylemek istiyorsunuz?"

Tavır, düşünsel donanımın ve yaşamsal deneyimlerin belirlediği, düşünme yöntemi-tutum alma kararlılığı ve davranma gücüyle beslenen, bu gücü sürdürülebilir kılacak soluğu ve niteliği tanımlayan bir kavramdır. Bir başka deyişle, yaşamın içindeki tüm tutum ve davranışlarımızın niteliği, bizim düşünsel zenginliğimizle, kişiliğimizle ve tercihlerimizle doğru orantılıdır. Bir olay, olgu ve kavram, işte bu nedenle her insanda farklı tavırlara yol açar. Sanatsal seçimler, üretimler ve tüketimler de, bu açıdan birer "tavır" göstergesidir.

"Sanatçı duruşu!"

Sanatçılığı da içinde barındıran, "insan" tavrı! "İnsan olmak", yaşamda da sanatta da, en iyi tavırdır sevgili dostum. Söylediğiniz gibi, "duruş" da diyebiliriz. Ama günümüzde, pek çok kavram gibi, bunu da eskittiler, içini boşalttılar, haydi söyleyeyim popüler saçmalıklara kurban ettiler. İşe en vahim yerden başlayıp, sanatı medya malzemesine dönüştürdüler ve bizi buna inandırmak için "teşkilatlandılar". Sözgelimi, günümüz medyasına baktığımızda, bu durumun önlenemez denilecek kadar çılgınlaştığını, "pop kültürün" "popo kültürü" ile yer değiştirdiğini görmekteyiz. Acıdır ki, bu saçmalık ateşine odun taşıyanlar, popüler olmayan ortamlarda "anlamlı" konuşmayı bizden daha iyi becerip, hem nalına hem mıhına yaşayan sanat ve yaşam rantiyeleri ile onların alkışçılarıdır. Ekranda gördüklerimizi, gazeteye resimleri basılanları söylemiyorum. Benim kastettiklerim, televizyonların, gazetelerin, ajansların yönetim odalarında oturanlarla, onların pastasından bir lokma almak için salta durup kalem oynatanlardır.. Birden çok dil bilirler, hepsi sırası geldiği zaman kişisel tarihlerinin onurlu sayfaları ile övünürler ve onları ne zaman eleştirseniz, insan olmanın erdemleriyle alay etme zavallılığına sığınarak saldırırlar. Siz bu kadar "teşkilatlı bir yozluğun" kolaylıkla mı yerleştiğini düşünüyorsunuz? Elbette hayır. Çünkü, bir düşünürümüzün söylediği gibi, " bu kadar cehalet, ancak bu kadar tahsille mümkün olabilir". Siz cehalet yerine "ihanet"i de kullanabilirsiniz. Vicdanlarını yitirmiş, çek defteri suratlı birer insanlık erozyonudurlar. Hiçbir ölçütleri yoktur. Neyse. Ben bunları, şimdilik bir kenara koymak istiyorum. Yoksa şikayetimiz, amacımızın önüne geçecek. Biz oyun yazarının tavrına geri dönelim..

"Peki sizin tavrınız ne?"

Tavır, insanın eylem alanına yönelik tutumunda kimlik kazanır ve ürünleriyle anlamlı hale gelir. Bana sorarsanız, şuna inanıyorum; sanat, yaşama müdahale etmektir. Siz sanatınızla, varolandan etkilenerek, olumlasanız da olumlamasanız da, yaşama dair bir şeyler söyleyeceksiniz, söylemelisiniz. Bunun olmazsa olmazı ise, yaşarken olup bitenin içinde kalmak, yazarken yaşamdan kopmamaktır. Bunlar çok iddialı ve yazdığınız her sözcüğü ipotek altına sokacak belirlemelerdir. Cesur, çevik ve ahlaklı bir yaşamı ve yazma eylemini dayatır. Sağlıklı bir dünya görüşünü, yürek ve beyin olarak "insandan yana" olmayı, müdahale aracı olarak seçilen sanat dalına dair donanımı ve üretimi anlatır. Bunları söylediğiniz an, yaşamınızı ve yazdıklarınızı, yapılacak eleştiriler karşısında çırılçıplak bıraktığınızı bilmelisiniz... Sevgili dostum, dilerseniz konuşmamıza, bir sonraki buluşmaya kadar virgül koyalım.

"Bir sonraki konuşmaya kadar ne yapacağım?"

Bugün, oyun yazmanın felsefesi üstüne bir pencere açmaya çalıştık. Bunu yapmadan oyun yazmaya başlanamayacağına inanıyorum. Siz, bir dahaki buluşmaya kadar, pencerenizi sonuna dek açmaya çalışın. İnanın, kendinizi sorgulayacak ve yazmaya hazır olup olmadığınıza karar vermeye başlayacaksınız. Düşünce kanallarınızı yoklamayı, sürekli olarak okumanızı ve şimdilik aklınıza gelen her şeyi yazmanızı, aklınıza gelen hiçbir şey yoksa, yazdıklarınızı temize çekmenizi öneririm. Yazmanın ilk adımlarından biri, harflerle sevişmeyi göze almaktır. Bunu göze alamayacaksanız gelmeyin. Tersi olursa, çok yorucu bir sürecin sizi beklediğini ise hiç unutmayın.

"Geleceğim."

Biliyorum, geleceksiniz...Sizi sevdiğim bir sözle uğurlayayım: En önemli sanat, yaşama sanatıdır. Bir oyun yazarının görevi de, buna katkı koymaktan başka bir şey değildir.

Haluk IŞIK

Oyun Yazarı/Dramaturg

haluk_isik@hotmail.com

30 Eylül 2007 Pazar

gerçek




GERÇEK

Uzun zaman olmuş. Ellerim bu teknoloji harikasın-ın- üzerinde gezmeyeli.
-bilinçli yapılan bir tercih-
Keskin bir u dönüşüydü yaptığım yapmakta olduğum.
Şimdi, tatmin etmiyor duruşlar, bakışlar, sohbetler, paylaşımlar…
Yeni bi dönem başlıyo bi arkadaşım yükseliş devrinde olduğumu söylüyor.
“yükseliş”

“sınıf” a giriyorum.
Oruç ARUOBA okuyorum.
Dramatik yazarlığa hazırlanıyorum.
Gitara başladım.
Dolu…
Do.
Lu.

Yazılanlar, çizilenler, -eskide olanlar-
Tatmin ediyor birileri entelektüel tartışmalarla kendini…
Bin yeni yüz. Kampus cıvıl cıvıl
Beyni çamaşır suyu ile yıkanmış, sancılı bi dönemin ergenleri…
Aklımdan geçen sorular, geçirmeye cesaret edemediğim cevaplar.
Bu kez oldu, sabahları gülerek uyanabiliyorum.
Sor.
Gu.
Lar.

Neden bu kadar sorgulayarak yaşıyoruz ilişkilerimizi?
Sorgulamak mutsuz mu eder insanı?
Karışık akıllar yüzlerden okunan bu.. bi zafer değil yaşananlar, ÜRETME isteği yalan, zorlama…
Samimi değil işte gördüklerim gösterilenler… Herkes haykırıyor içinden ama kusmaya cesareti yok kimsenin. Kimse istemiyor aykırı olanı yaşayarak rahatsız olmak, rahatsız etmek!
Alışkanlıklara devam edenler… Gece bunalımlarına devam edenler…
Çıktım artık ben oradan,
Gerçekler var şimdi yalnızca…
Kavga ederken kendimle, bana kızanlar, hep isyanlarda olduğumu söyleyenler.
Şimdi samimi değil duruşlarınız gerçek değil yazılarınız…

Kantinde oturuyor
Um,
Yeni insanlar tanıyor
Um
Bakıyor
Um
Okuyor
Um
Ve geliyor..konuşuyor…sızlıyor…
Um
Biliyor
Um
Ve bu sadece GERÇEK…
EKİNYAS

18 Eylül 2007 Salı

ben


" ben" yapıyorum birtane,
üstünde çalışıyorum diyelim veya...

insanlar elimin tersine tersine geliyorda
ben niye hepsinin avucuna düşüyorum...

kanat taktım.
ne mi yapıyorum,
uçmaya hazırlanıyorum..

"ben"yapıyorum da niye olmuyor!
birşeyler eksik galiba,
...
versene lan geri!
kime diyorum?

17 Eylül 2007 Pazartesi

UZAKLAR



UZAKLAR
Çok uzaklara gittim son zamanlarda.
İyice gelişmiş teknoloji altımda uçan hali sanki dünyanın her yanını, birçok insanın zihnini, birçok aşığın yarasını dolaştım.
Her girdiğim dünyada ayrı bir haz alıyorum. Her yerde senden bir parça arıyorum ve hiçbir yerden boş çıkmıyorum! Üstelik utanılası bir yara gibi gizlediğim aşkımı böyle belirsizliğe gizlenerek dile getirmek tatmin ediyor beni.
bazen birkaç soru oluyorsun,tuşlarda kendimi hissediyordum..
Soru ve cevap…
Nekadar rahat, Nekadar suni… Yinede orada bulmak istiyorum seni!

Sabah oluyor, güneş, kendimize çevrilmiş bir fenere dönüşüyor… Sonra, saçlarında alevler saçan o beyaz atlı prens, pelerinini savurarak karşı tuşların ardında kayboluyor… Ben ise, her an yüzünü güneşe dönük yaşayan ve güneş kaybolunca boynunu büken ay çiçekleri gibi içime kapanıyorum yeniden…
Politikadan, işten, okuldan, gündelik koşturmacalardan söz ediyorum gün boyu unutmak için çıplağımı kendimin.

Örttükçe tenimizi, yüreğimizi, omuzlarımız ağırlaşıyor! Maskelerimizi takıp sahne ciddiyetine gömülüyoruz hayatın…

Yeni bir tuş sesi içimde parıldayan ışığı bana yeniden hatırlatana kadar akşam oluyor… Bu kez uzun oluyor… Daha uzun daha keyifli…

Akşamları tuş arkasında olduğunu bilerek ya da öyle umarak baharın izini sürüyorum. Ertelenmiş coşkularımı bavuluma dolduruyorum. Virane ilişkileri geride bırakarak şişiriyorum yelkenlerimi. Martıların peşine düşüp, asfalt bilmez topraklarda koşuyorum.

Sevdiğim gökten yıldız yağıyordur şimdi oralarda; dallar hazdan kırılıyordur.
Tuşlarla oynamak Nekadar güzel olsa da
Şimdi bekliyor çok uzaklar…
Ben gidiyorum …
EKİNYAS

15 Eylül 2007 Cumartesi

anaaa! yasa değiştiriliyor!


AKP'nin 22 Temmuz seçim beyannamesinde ve 60. hükümet programında, sivil anayasa yapılması ağırlıklı yer tutuyor. Sivil anayasa yapma fikri toplumun geniş kesimlerde olumlu yankı buldu. Tartışma anayasa taslağının kamuoyuna duyurulmasıyla daha şiddetlenecek ve yaygınlaşacak. Şimdi Kenan Evren anayasasını tozlu raflara gönderme fırsatı doğuyor.
Sol, 25 yıldır her fırsatta ısrarla 12 Eylül anayasası varlığını sürdürdüğü müddetçe demokratikleşme doğrultusunda atılacak her adımın "alaturka çözüm" anlamına geleceğini savundu. Yeni anayasa yapma süreci sola, nasıl bir toplum ve ülke tahayyül ettiğini çok geniş kesimlerine aktarma fırsatı sunacak. Bunun doğru biçimde yapılması ve 12 Eylül anayasasının mağdurlarının bu süreçte etkin ve yaptırımcı güç olmaları, AKP'nin ufkuyla sınırlı bir anayasa yapılmasının önüne geçilmesine yol açacağı için de, daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın ortaya çıkması mümkün olabilir.
Anayasa platformu
Sivil anayasa çalışmasını başlatmak için hükümetin atacağı adımları beklemeye gerek yok. Ok yaydan çıktı. Toplumsal muhalefet hareketi tartışmaları, inisiyatifi kendi zeminine çekmeye çalışmalı. Bunun için 12 Eylül anayasası mağdurları, sendikalar, meslek örgütleri, sol siyasi partiler, bilim insanları, aydınlar, sanatçılar, sivil toplum örgütleri, Temmuz seçimlerinde ortaya çıkan dinamikler derhal demokratik ve sivil anayasa platformu oluşturmalı. Platform, bugüne kadar ayrı ayrı yapılan çalışmaları değerlendirmeli, parçalı çalışmaya son verilmeli, parlamentoya ve dar alana sıkıştırılmış bir anayasa tartışmasını, Radikal gazetesi yazarı Tarhan Erdem'in ifade ettiği gibi ülkenin dört bir yanında, mahallelere, kahvelere, üniversitelere taşımalı. Anayasa tartışmasını bir kampanyaya dönüştürerek, aşağıdakilerin, dışlananların, yok sayılanların iradesi açığa çıkarılmalı. Bu platformun yürüteceği kampanya, eylemlilik zemininde solun yeniden yapılanacağı veya başka bir solun mümkün olduğunu gösterecek süreç olarak yaşanabilir.
Önemli hususları
Parlamentonun anayasa yapma iradesi tek başına anayasayı sivil kılabilir ama demokratik kılmaz. Anayasayı demokratik kılacak olan içeriği ve ne derece toplumsal katılıma açık ve saydam bir süreçte yapıldığıdır. Bu açıdan yeni meclisin temsil gücünün yüksek olduğu yolundaki değerlendirmeler ve AKP'nin yüzde 50'lere yakın oy almış olması, tek başına yeterli değil. Yüzde 10 gibi yüksek seçim barajı ve milletvekillerini genel başkanların belirlediği sistemle oluşturulan parlamentonun belirleyiciliği altında yapılan anayasa, toplumun önemli bir kesiminin iradesini yansıtmayacaktır. Emek ve meslek odalarının, parlamento dışı muhalefetin, demokratik kitle örgütlerinin, yurttaş girişimlerinin ve bilim insanlarının katkısını alamamış bir anayasa hazırlık sürecinin eksik ve hatalı olacağı kesindir.
Bu nedenle platform, AKP'nin parlamentoyla ve belli akademik çevreyle sınırlı bir anayasa hazırlık sürecine itiraz etmelidir. Demokratik katılımcılığının önünün açılması ve bütün toplumsal kesimlerin tartışmasına fırsat verilmesi için mücadele etmelidir.
Rejimin demokratikleşmesi için ilk olarak anayasasının ırkçılıktan, militarizmden ve cinsiyet ayrımcılığından arındırılması gerekir. AKP'nin en zayıf noktaları ise tam da bu noktalar. AKP kadrolarının ezici çoğunluğun geldikleri siyasal geleneğin ideolojik mayasında hem ırkçılık hem de cinsiyet ayrımcılığı var. Yine siyasetin üzerindeki asker vesayetin kalması için MGK'nın lağvedilerek, ordunun devlet kurumları içerisindeki olağan yerine oturması gerekli. Güçlü bir toplumsal baskı oluşturulamazsa anayasada bu konularda fazla bir yol alınamaz.
Bunun için platform, CHP lideri Deniz Baykal'ın son yıllarda izlediği statükocu ideolojik çizgisiyle ayrışmalı ve onun etkisinden çıkan bir yol haritasına sahip olmalıdır. Baykal, eğer herkesi şaşırtan bir şey yapmazsa AKP'nin yeni anayasa yapma isteğini "ılımlı İslam" projesiyle ilişkilendirerek yeni anayasa yapımına karşı ayak diretecektir. Bu tutumun gölgesinde kalan hiçbir siyasal ve toplumsal odağın toplumu etkileme, dönüştürme şansı yoktur.
Sorun CHP'nin ayak diremesiyle sınırlı değil. Başta TSK, YÖK gibi birçok kurumu ve zinde güçler kendi statükolarının bozulmasına izin vermemeye çalışacak. Bu tutumun ortaya çıkaracağı gerilim sivil ve demokratik bir anayasa yapılmasında önemli tıkaç olacak.
Mevcut rejimin tehlike olarak gördüğü toplumsal dinamikleri yaratan sorunlarının çözümünü kapsamayan bir anayasanın demokratik olabilmesinin imkânı yok. Kronikleşmiş sorunların tedavisini sağlayamaz. Antilaik-laik kutuplaşmasının, çok kültürlü, çok kimlikli ve çok inançlı toplum gerçeğinin inkârının ve sosyal eşitsizliğin ve adaletsizliğin yarattığı sorunları çözme perspektifine sahip sivil ve demokratik bir anayasaya ihtiyaç var. Yeni anayasa, devletin ve piyasanın gücünü sınırlandırabildiği, egemenlik hakkının yasama, yürütme ve yargı eli ile kullanımını sağlayabildiği, insanı ve insan emeğini merkezine alabildiği, çok kültürlü, çok inançlı ve kimlikli bir ülke gerçeğini kapsadığı ölçüde, yurttaşlarına eşit, özgür ve demokratik bir ülkede birarada yaşamalarının zeminini oluşturabilir.
HAKAN TAHMAZ

tarım işçileri ve yaşam


BALIK İSTİFİ HAYAT YOLCULUĞU

Akşam olupta, günün yorgunluğunu üzerimizden atmak için kanepeye ayak uzatarak açtığımız televizyonda, hemen her gün bir trafik kazasıyla karşılaşıyoruz. Yollara serpilmiş cesetleri izlerken; dikkatsiz şoförlere kahrediyoruz.
Güneydoğudan çıkıp Türkiye’nin dört bir yanına çalışmaya giden tarım işçilerinin de ölümlerine rastladık son zamanlarda.
Çadırlarda, kamyon kasalarında süren yaşam mücadelesinde, son bir ay içinde 50’nin üzerinde işçi ölürken,200’ün üzerinde yaralı var. Trafik kazalarıyla gelen ölümlerin ardından “böyle insan taşınır mı dedik” ancak tarım işçileri nerede nasıl yaşarlar, gittikleri yerlerde kaç saat ne kadar ücretle çalışırlar, barınma koşulları nasıldır, sigortaları yapılır mı ve en önemlisi insan olarak görülürler mi gibi sorular çekmedi ilgimizi. Devlet ise “trafik önlemleri” alarak durumu idare ederken, güvencesizliğe ve sigortasızlığa karşı suskun kaldı.
Türkiye’de 200 bin civarında olan tarım işçilerinin sayısı, bahar ve yaz aylarıyla beraber 1 milyona ulaşıyor. Bu işçilerin çoğunluğunu toprağı kendisine yetmeyen topraksız köylüler ile kırdan göç etmiş kent yoksulları oluşturuyor. Çukurova’da baharda çapayla yapılan yolculukları, Karadeniz’de çay-fındık, Ege’de tütün-zeytin, İç Anadolu’da pancar-tahıl, en son yine Çukurova’da pamuk toplayarak sürüyor.
İşçiler, çalışacakları bölgelerde “elçi”,”dayı başı”, “çavuşlar” aracılığıyla iş buluyor. Buralara kamyon kasalarında veya en iyi ihtimalle minibüs-otobüslerde balık istifi taşınıyor. Çalışmaya gittikleri yerlerde derme çatma çadırlarda, oldukça sağlıksız koşullarda barınıyorlar. Tarıma bağlı ilaç zehirlenmesi ve iş makinelerine bağlı ölümlerde azımsanmayacak düzeyde.(en son Eskişehir’de tarım işçisi bir aile çadırında tüp zehirlenmesi sonucu ölü bulunmuştu.)
İşçilere verilen yevmiye, Güneydoğu ve çevresinde 5–10 YTL iken bu bölgenin dışındaki yerlerde kadınlarda 15 YTL, erkekler de 20 YTL civarında. Ayrıca aracılar ücretlerden 2 YTL komisyon alıyor.
İşverenin sigorta yapmak zorunda olmadığı bu sektörde, tarım işçileri isteğe bağlı sigorta yaptırabiliyor ancak bu ücretlerle sigorta yaptırılması imkânsız olduğu için emekçiler daha da güvencesiz kılınıyor.
Tarım işçilerinin ağırlığını kadın ve çocuklar oluşturuyor. Kadın emekçilerin yaş ortalaması 28. aileler yılın farklı zamanlarında farklı yerlerde olmalarından dolayı çocuklarını okula gönderemiyorlar. Devletin ”haydi kızlar okula!” kampanyası yürütülürken, bölgedeki tarım emekçilerinin yaşam koşullarını değiştirecek hiçbir adım atmaması tüm yapılanların aslında makyaj olduğunu gösteriyor.
Geçtiğimiz aylarda Karadeniz’e fındık toplamaya giden işçilerin geçirdikleri kaza sonucu ölümlerinin ardından cenazeleri Adıyaman’daki köylerine getirilmişti. Cenaze töreni sırasında gözyaşları beyazlamış sakalından aşağı süzülen ihtiyar, köy evinin duvarına çökmüş kendisine uzatılan mikrofona, “burada ekmeğimiz olsaydı, ne işimiz olurdu Karadeniz yollarında!” diye sitem ediyordu.
Devletin tüm vatandaşlarına insanca yaşayacakları bir ücretle ve iş güvencesiyle, yaşadıkları yerlerde istihdam yaratmaması, son günlerde yaşanan işçi ölümlerin ana sebebidir. Bu sebebe dokunmadan alınan tüm sahte önlemler sadece bir şov değil, bilerek ve isteyerek işlenmiş bir insanlık suçu olacaktır.

ÖZGE

ölüm ve...



ÖLÜM VE…


Bu kez güneş bulunduğum ülkeyi aydınlatmaya geliyor… Gözyaşlarımla selamlıyorum onu!

Ruh halinin bunalımlığının ötesinde özlemi yaşıyorum.

Bu sabah gün ağarırken; evimin balkonuna vuran aydınlık, özlemlere inat yazarak dindiriyor içimdeki hiçliği.

Hüzünler vardı, koşullar da… Karşı duruşlara alışmış iki yürek vardı, çırpınışlardan kendini çıkarmayı sorumlu bilen araçtı birbirleri için ya da yanılmışlık…

Tükendiğini hissettiğinde bir birine çarpan, birbirini zorlayan ama birlikte olmayı zorundalık sayan…

Değer neydi?

Kişilere verilen değerler bu kadar çabukta tükenmezdi… Zihni açan ve zihinlerimizi yoran ilişkiler yaşamak zor muydu?

Kaç gece geçecek daha uykusuz ve aç. Sorgulayarak hayatı ve içinde kendimi ve gözyaşlarımla…

Bilinmez..

Kirliyim… Beynim fahişeden farksız… Gözlerim ağrıyor, kan akıtıyor!

Aklımdasın…(bu kente geldiğimden beri öyle ya zaten neden şaşırıyorum ve vurguluyorum?)

Galiba istediğin gibi yaptım…

Bir kişiliğin ölümü bu…

Ölüm ve gece…
Ölüm ve kadın…
Ölüm ve gülüşüm…
Ölüm ve sen olmak isteyişim…


ÖZGE

anlar ve an-lar...



AN DA ASILI KALMAK

Koca bir göğün altında, bunca karmaşık yaşamlardan çıkıp, seni bulmak için, gitmiştim.
Neydin, kimdin, nasıl bir vücudun vardı.
Gözlerin… Ellerin… Dudakların… Öpülesi miydi?

“Anlar…”
“An”da kaybetmiştim kendimi… Peki, tekrar seni göreceğim o “an”ı neden arıyordum, bir otoyolun kenarında…

O garip gece!
Karakol amir ininin suratıma tükürdüğü, kadın olmaktan nefret ettirdiği, elimdeki çakının ucunu parmağıma dayadığı ve ölümlerden ölüm beğendirirken bana, tokat attığım doktorun şikâyetini geri almasıyla çıktığım hastaneden…
Bir otoyolun kenarına…


Hala ruhumda taşıdığım nefesinle yattım çimlere. Sabaha karşı beş… Şapkasıyla, elinde oltasıyla, kambur selam verir “günaydın gençler, keyifler iyi ola”
Anlar…
O adam anlar hali. Anlar vücudun bu saatte biraz cigaraya, biraz alkole, biraz sevişmeye ihtiyacı olduğunu!
Anlar anları…
Ve anladığı anlardan bir tebessüm eder…
Gerçek olandır an, aşılmazdır. Biraz yorar, biraz kırar, biraz eğlenirsin, biraz da çekersin ömrün boyu ondan… Anlamaksa biraz yalandır ve aslında bir teselli biçimidir.


Yıldızlar yavaştan kendini çekti işte… Eh gözler de kaydı… Artık bir şehri terk etmek için koşullar uygun. Kalkmalısın, eski sokaklardan git eve… Toplayacak anıların var orada…
Güneş doğuyor bak!
Gözyaşlarını bırakma onda… Yanı başındaki banka da uğra gülüşünü unutma…


Eve geldim işte… Oldukça diriyim… Topladım bu kentteki her şeyimi!
GİTMELİYİM!

Odama girdim, üç tombul şişe onları da almalı mıydım? BIRAKTIM!
Mutfağa sonra… Olamaz, anlardan kurtulamamışım daha…
Buzdolabının üzerinde küçük bir not: “ah eğleniyor kendi başına, umurunda mı sandın bu dünya neşesi yeter” bunu almalı. Almalı da ne yapmalı…

Yapamadım…
Aklımdan geçenlerin hiçbirisini yapamadım!
Yırtamadım, yakamadım, atamadım, sahibine yollayamadım…

Bak buraya onunla geldim.
Koca bir göğün altında, bunca karmaşık yaşamlardan çıkıp seni bulmak için geldim…
Ansın, anlarsın…
ANLARSIN…
Bir otoyolun kenarında…
Asılı boynumda öfkem, kavgam, hıncım…
Asılı boynumda sevdam, sevincim, bebeğim, geleceğim…
Asılı boynum anda, öleceğim!

duvarlar




“bir daha asla dokunmam tenine senin teninden önce duvarların var!”
duvar…
duvarlar…
beton duvarlar…
ağlama duvarı…
insan duvarı…
kör duvar…
duvar dibinde voltalar…
vız gelen duvarlar…
duvar dibinde dizilenler…
“duvarları maviye boyadım” yada duvarlar zaten umut doluydu…

Boş duvarlar görmeye dayanamıyorum şimdi!
Duvarlara yazılar yazılmalı,resimler yapılmalı,Orozco’nun,Rivera’nın, Siqueros’un duvar resimleri gibi…
Duvara ilk aşık olduğum o gün…
Şaşkınlığım hayranlığa dönüşmüştü!
Duvarlar canlı gibiydi…
Duvarlar,bağırıyor,soluk alıyor,coşuyor,gülüyor,ağlıyordu…

Babamın ellerini ilk kez duvar ardında gördüğüm gün…
Mersin garı duvarları…

Şimdi duvarların suskunluğuna gönlüm razı olmuyor.Boş duvarlar amansız hüzünler çöktürüyor gönlüme.
Duvarlar öfkenin çığlığı diyorum,sevinci,özlemin,umudun çığlığı!

Bir çığlıktı gar duvarları…
Bir haykırıştı Tufanbeyli E tipi Kapalı Cezaevi duvarları…

Yaşananlardan hoşnutsuzluk çığlık olmuştu duvarlarda.dahası kanatmıştı yüreğimi bu çığlık.


Ölümle doluydu.
Kavgayla…
Hınçla dolu!

Neden ölümü istiyordu insanlar.
Neden öfkeliydiler.
Neden kavga etmek istiyorlardı.
Neden…
Kendi kendime duvarları seyrederek neden? Diye sorarken özledim seni,istedim,anladım,ama yoktun…

Burkulmuştum!
Burkula burkula yaşıyoruz zaten. Yüreğimiz kanaya kanaya…
Susmuştum!
Hep susuyoruz zaten. Susa susa yaşıyoruz… susturula susturula…
Ama hep konuşa konuşa…
Devamı var, bağıra bağıra…

ÖZGE