OYUN YAZMAK
Haluk Işık
Sunuş
Yirmi yıl öncesinden konuşuyordu, çok gençti ve oyun yazarlığını yaşamının odağına yerleştirmeye kararlıydı.
O günlerden bir "ilk oyun" getirmiş, paylaşmak istemişti. Bakışlarında, bu işi sürdürme isteğini gördüm. Oturduk, günler süren bir söyleşi yaptık.
Oyun yazmaya soyunanlara bu söyleşi, kendince ışıklar tutabilirdi. Konuyla ilgili belli başlı kaynakların yanında, bu söyleşiden de ipuçları çıkartırlarsa, harcadığımız zamanın ve emeğin boşa gitmeyeceğini, bunun ikimizi de mutlu edeceğini düşündüm.
Bu yazı dizisinde, bildiklerini ve deneyimlerini aktaran "ben"le, bilmediklerini öğrenmeye, öğrendiklerini sorgulamaya çalışan, yirmi yıl öncesindeki "ben" arasında, belki de hiç bitmeyecek bir arayışın ve düellonun ipuçlarını okuyacaksınız.
Unutmadan belirtmeliyim ki, bu söyleşiye dair önerileriniz, düşünceleriniz ve olası sorularınız; bana ve bu yazı dizisinden yararlanmak isteyeceklere, yadsınamaz bir katkı anlamına gelecektir. Düşüncelerinizi tartışır, yanıtları birlikte ararız.
İyi okumalar,izlemeler ve arayışlar dilerim. Çünkü,oyun yazmanın ve oyun yazarlığını sürdürmenin de ilk adımı bunlardır...
BİRİNCİ GÜN
"Oyunumu okudunuz mu?"
Okudum.
"Nasıl, güzel mi?"
Bakın, öncelikle bir konuda anlaşalım. Ben oyununuza güzel ya da çirkin gibi, herkese göre değişecek değer yargılarıyla değil, dramatik yazarlığın "olmazsa olmazları" açısından yaklaştım. İyi, kötü, çirkin, güzel tanımlamalarının, böyle bir yaklaşımda yeri yoktur.
"Dramatik yazarlığın olmazsa olmazları nedir?"
Yazdığınızın "oynanabilir, sahnelenebilir, izlenebilir" nitelikte olup olmadığını belirleyen etmenlerdir. Birincisi, oyuncu tarafından "taklit edilebilirliğini"; ikincisi, "tiyatral oluşuma uygunluğunu"; üçüncüsü de, "izleyicinin bu oluşumda yer alabilirliğini" değerlendirmemize yarar. Bir oyun metni, yazarın tiyatral oluşum için sunduğu ve bir bütünlüğü tanımlayan öngörüler toplamından başka bir şey değildir. Bu üç niteliğe de hizmet etmiyorsa, yazdıklarınız boşa gitmiş demektir.
"Oyunumda söylediklerinizi yapabilmiş miyim?"
Hayır. Oyununuz, olması gerekenleri sağlayamamış.
"Öyle mi?"
Üzüldünüz. Bu duyguyu iyi bilirim. Ama sizinle oyun yazarlığı üstüne konuşmayı, bu konuşmayı dostluğa ve üretime dönüştürmeyi kabul etmişsem ve şimdi buluşup konuşuyorsak, bir noktada anlaşmamız gerekiyor. Bu nokta, içtenlik ve bilimselliktir. Siz, yazmaya kalkışmanın bile medeni cesaret istediği bir coğrafyada, oyun yazarlığı gibi çok güç bir işe soyundunuz. Bir oyun yazdınız, okumamı ve düşüncelerimi söylememi istediniz. Okudum ve emeğinize saygım nedeniyle, sizinle görüşmeyi kabul ettim. Birinci adım sizden, ikinci adım benden. Bundan sonrasını birlikte yürüyeceksek, birbirimize yardımcı olmalıyız.
"İçtenlikle?"
Evet. Ama içtenlik tek başına yetmez. Çünkü içtenlik, hele yazarlıkta, çabuk zedelenen ve gerekli donanımdan yoksun bırakıldığında, kof kabuklara dönüşüverecek bir tavırdır. Biz içtenliği, bilimsel ölçütler ve gerekçelerle donatmalıyız ki, duygusal tuhaflıklarda yitip gitmeyelim. Her yazar, yazdığına -acemiliğin hastalıklı özgüvenine ya da deneyimliliğin üçkağıdına sığınmamışsa- içtenlikle yaklaşır ve yazar. Hiç sevmediğim oyun yazarları, yazdığıyla kendisi arasında "jinekolojik bağ" kuranlardır. Bunların içinde, adını sıklıkla duyduğunuz oyun yazarları da vardır ve yazdıklarından "benim çocuğum, onu ben doğurdum, vb.." diye söz ederler. Böylelikle, oyun yazarak kendilerini, yaşamlarını sürdürmek için çaba gösteren herkesin üstünde sayıp, özel "muamele" görmek isterler. Bu acınası bir durumdur. Çünkü inancıma göre, hiçbir uğraş, yaşamın içindeki öteki uğraşlara göre daha "mühim" ya da "saygıdeğer" değildir. Bu sözlerimle emeğe saygısızlık ettiğimi düşünürseniz, söylediklerimi anlamadığınızı düşünürüm. Benimle, oyun yazarlığı üstüne konuşmayı hala istiyor musunuz?
"Elbette. Oyun yazmayı öğrenmek için buradayım. Ama merak ediyorum, onca işiniz arasında bana niye zaman ayıracaksınız?"
Sevgili dostum, öğretmek çok iddialı bir belirleme, bana ağır bir yükleme yapıyorsunuz. Ben sizinle, bana öğretilenleri ve 20 yıllık "hasbelkader" yazarlık deneyimlerimden çıkardıklarımı paylaşmak amacındayım. Üstelik, bütün bu çıkarımlar, her oyun yazmaya oturduğumda, bana düşünemeyeceğiniz kadar eksik geliyor. Ama sizinle paylaşmak istiyorum.
"Neden?"
Çünkü ben, bildiğini paylaşmanın erdemini bilen, bunun için emek ve ömür harcamaktan hiç çekinmeyen öğretmenler tarafından eğitildim. Bildiklerimi paylaşmak, aynı zamanda öğretmenlerime teşekkür anlamına geliyor.
"Merak ediyorum, oyun yazarlığı öğretilir mi?"
Kendi adıma konuşmak zorundayım, bana öğretmeye çalıştılar. Bilimsel anlamda öğretilebilir olduğu kanıtlandığı için, bugün "dramatik yazarlık" özel bir bölüm olarak, ilgili fakültelerin eğitim programındadır. Varolan eğitim sisteminin gereği olarak, genel üniversite sınavlarında belli bir puanı tutturur ve özel yetenek sınavlarını başarırsanız, öğrencisi olabilirsiniz. Asıl soru bence şu; öğretilenleri ürüne dönüştürebiliyor muyum? Bu soru, bütün eğitim alanlar için, sözcüğün tam anlamıyla "Demokles'in Kılıcı"dır. Sizin için de böyle olacak. Elbette ürün derken...
"Oynanabilir, sahnelenebilir, izlenebilir olanı kastediyorsunuz."
Evet, kesinlikle. Ama yineleyeyim, size bir şey öğretmek değil, oyun yazarlığı adına birkaç kapı açmak için buradayım.
"Her oyun yazarı, mutlaka dramatik yazarlık eğitimi almak zorunda mı? Örneğin William Shakespeare'in yaşamını okudum, oyun yazarlığı eğitimi almamış..."
Doğru. Ötesi, yazdığı her oyun, bir eğitim gereci olarak okutulur ve incelenir. Shakespeare başta olmak üzere, böyle bir eğitim almamış yüzlerce oyun yazarı vardır ve dünya tiyatrosunun oyun dağarını ezici bir üstünlükle onlar belirler. "Dünya Tiyatrosu Tarihi", "Tiyatro Kuramları", "Oyun İncelemesi", "Dramaturgi", "Oyunculuk", "Sahne ve Giysi Tasarımı" gibi, çağdaş ve bilimsel tiyatro eğitiminin ana dersleri, o yazarların oyunlarındaki öngörülerden hareketle işlenir. Tiyatro akımları ve yönelişleri, genellikle o yazarların tuttuğu ışıklarla kendini tanımlar. Şimdilik konuyu dağıtmayalım. Elbette oyun yazmak için, ille de eğitim almak gerekmez. Bir topluluğa oyun gönderdiğinizde, onlar için önemli olan, aldığınız ya da almadığınız oyun yazarlığı eğitimi değil, yazdığınızın "oyun" olup olmadığıdır. Eğitim sonunda alacağınız herhangi bir belge, "Oyun Yazarı" olduğunuzun, sizin nitelikli oyunlar yazacağınızın, yazdıklarınızın mutlaka sahneleneceğinin garanti belgesi değildir. Bugün dramatik yazarlık eğitimi veren okullardan, her yıl onlarca öğrenci mezun oluyor. Eğer eğitim her şeye yetseydi, bugün Türk Tiyatrosunda, oyunları sahnelenen yüzlerce "diplomalı oyun yazarı" olurdu, değil mi? Oyun yazmak, yazınsal-düşünsel-estetik bir mühendislik işlemini göze almak ve bir öngörüler toplamı olarak, yazdığınızı tiyatroya ya da oyuna dönüştüreceklere sunabilmektir. Oyun Yazarlığı eğitimini, "dramatik yapı mühendislik eğitimi" olarak tanımlayabiliriz. Bu eğitim, oyun yazmak gibi çetrefilli bir serüvende, yolunuzu kısaltır. Akademik bir eğitim almadan da oyun yazabilirsiniz, ama bir iki denemeden sonra, kendinizi bir biçimde eğitme zorunluluğunu hissedersiniz. Usta yazarların yapıtlarını, "bu insan ne yazmış, nasıl yazmış?" diyerek incelemek bile, bu gereksinimin doğal ve olması gereken sonucudur. Yapacağınız inceleme, bilimsel bir yönteme sahipse yararlı olabilir. Tiyatro sonuç olarak elbette sanattır. Bunun böyle olmadığını kim savunabilir? Ama tiyatro, eğitim, yaratma koşulları/zorunlulukları, tiyatral oluşum sürecindeki uygulama ölçütleri ve ürünün tüm sonuçlarıyla irdelenmesinde kullanılan yöntemler açısından, aynı zamanda bilimdir. Tiyatro eğitiminin, akademik anlamda, "sanatbilimi" dallarından biri olarak tanımlanmasının gerekçesi de budur.
"Bana biraz karışık ya da yoğun bir tanım gibi geldi söyledikleriniz. Örneğin "tiyatroya ya da oyuna dönüştürmek" ne demek?"
Size kağıdın başına oturmaktan, yazdığınızın izleyiciye sunulmasına dek yaşananları bir süreç toplamı olarak özetlemeye çalıştım. Şimdi karışık gelebilir, ama bunları ayrıntılı olarak konuşacağız. "Tiyatro ya da oyun" derken, gündelik konuşmada sıklıkla birbirinin yerine kullanılan iki kavramı andım. "Oyun" yazılı metin ve o metnin sahnelenmiş ya da ete kemiğe bürünmüş halidir. Günümüzde bunun için yazılan ürüne "oyun", "oyun metni", "tekst" adı veriliyor. Kimileri "senaryo" dese de, bu adlandırmanın daha çok sinema ya da televizyon için yazılan ürünlerde geçerli olduğunu bilmek zorundayız. Ben kısaca "oyun" denmesini öneriyor ve tiyatro için yazılan metinleri, bundan sonra bu adlandırmayla anacağımı bilmenizi istiyorum. "Tiyatro" ise, oyunun izleyiciye ulaşma ortamıdır. Şimdilik bu genellemelerle yetinelim, ayrıntılarını sonra irdeleyeceğiz nasılsa. Şimdi bana söyleyin sevgili dostum, neden oyun yazıyorsunuz ya da yazmak istiyorsunuz?
"Yazmak hoşuma gidiyor."
Fena bir başlangıç değil. İnsanın hoşuna gitmeyen bir şeyi yapması, söz konusu olamaz. Zorlama ile yapıyorsa, vahim sonuç şimdiden bellidir: başarısızlık. Başka?
"Kendimi yazarak "tarif etmek" istiyorum desem?"
Sorulara soru ile yanıt vermekten kaçının derim. Çünkü bu tür yanıtlar, genellikle sorunun içeriğine dair bir hazırlıksızlığın ya da kararsızlığın belirtisidir. Unutmayın, siz bir oyun yazarak, rahatlıkla "tanrısal" olarak nitelenebilecek iradenizle, bir dünya yaratacak ve o dünyanın içinde yer alacak insanların yazgısını belirleyeceksiniz. Böyle bir işe neden kalkışacaksınız ki?
"Çünkü anlatacak çok şeyim olduğuna inanıyorum."
Tanrısallık dedim, bu noktadan sürdüreyim o zaman. Sizce tanrı, kendini anlatmak için mi dünyayı ve insanları yarattı? Hatta yaratmakla kalmayıp, değiştirilemez yazgılarla onları donatması, onların buna "rağmen" davranmaları, tanrının anlatmak istediği çok şeyi olduğunu mu kanıtlıyor? Durun, yanıt vermekte acele etmeyin. Burada elbette teolojik bir tartışma çıkarma peşinde değilim. Söylemek istediğimi biraz açayım. Siz milyonlarca yıldır varolan ve üstünde yaşayanlarla birlikte daha ne kadar varolacağı kestirilemeyen dünyada "ömür" dediğimiz süreci, belirli bir zaman diliminde yaşayacak ve ölecek bir insansınız. Sizden önce birçok şey yaşandı, sizin tanıklığınızda birçok şey yaşanıyor ve kim bilir sizden sonra neler yaşanacak.. Sizden önce yaşananlar, sizi ilgilendiriyor mu?
"Hem de nasıl! Öğrenmek için elimden geleni yapıyor, okuyor, araştırıyorum."
Geçmişe dair merak. Bu iyi. Merak, yazarlığın en önemli ateşleyicisidir, bu duygunuzu hiç yitirmemelisiniz sevgili dostum. Peki bugün yaşadıklarınız, dünyanın bugünkü hali?
"Dünyanın hali beni ilgilendirmez mi hiç?"
Yine soruya soruyla yanıt veriyorsunuz.
"Nereye varmak istediğinizi tam olarak anlamadığımdan olsa gerek..."
Oraya birlikte varacağız. Dünyanın bugünkü haliyle niye ilgileniyorsunuz? Sizi zorladığımı biliyorum. Bu bir sınav değil, içinizden geleni söyleyin. Çünkü içinizden gelen, içtenliğin ve size ait olanın yansımasıdır. Alıntılara, kaynaklara gerek duymadan konuşun. Onlar genellikle, içimizden gelen değil, içimizde yer almasını ve bizi, bizim yerimize anlatmasını istediklerimizdir. İçselleştirilmedikleri zaman, insanı sıkıcı bir ukalaya, işlevsiz bir bilgi yığınına dönüştürüverir. Benim istediğim, en azından şimdilik, kendinizi neden "tarif" etmek istediğinizi öğrenmek. Haydi söyleyin, dünya sizi niye ilgilendiriyor?
"Çünkü ben bu dünyada yaşıyorum. Yaşadıklarım, tanıklıklarım, öğrendiklerim beni ilgilendiriyor. Beni etkiliyorlar, biçimlendiriyorlar, yaşamımı belirliyorlar."
Siz de bunları yazmak istiyorsunuz?
"Evet. Demiştim, kendimi tarif etmek istiyorum."
Kendinizi " tarif" etmeniz, başkalarını niye ilgilendirsin? Yalnızca kendinizi "tarif" etmenizin, başkalarını ya da dünyayı ilgilendirecek kadar derin-yüksek-geniş olacağını nereden biliyorsunuz?
"Ama ben bu dünyadayım, olup biten her şey ve herkes beni ne kadar ilgilendiriyorsa, ben de herkesi o kadar ilgilendirmeliyim. İşte o yüzden yazmak istiyorum."
İlgilenilmesi gereken neyiniz var?
"Umudumu kırmak ister gibisiniz.."
Hiç olur mu? Ben yalnızca, kendini "yazmayı seviyorum" biçiminde tanımlayan ve sıklıkla karşılaşılan bir yazar tavrının ötesine geçmeye çalışıyorum. Oyun yazmak gibi, sizi bekleyen bir çok sorundan mürekkep bir sürece hazır olup olmadığınızı, öncelikle kendinize sormanızı istiyorum.
"Oyun yazarı olmak için ne gerekir?"
Oyun yazmak. Yazmıyorsanız, oyun yazarı değilsiniz. Oyun yazmak ise, öncelikle düşüncede başlayan bir eylem olarak, sizin buna hazır olup olmamanıza bağlıdır. Yazdığınız ya da yazacağınız oyunun, tiyatro olarak belli bir kitleye seslenecek olması, bunu kaçınılmaz biçimde size dayatır. Hep kendinizi anlatarak oyun yazamazsınız. Hep siz konuşarak, sayfaları ve zamanı dolduramazsınız. Hep kendi dünyanız içinde kalarak, başka dünyaları tanıyamaz, anlayamaz ve anlatamazsınız. Soruları sürekli kendi pencerenizden soramaz, yanıtlarını kendi yararınıza denk düştüğü biçimde veremezsiniz. Buna benzer birçok olumsuzluğu sayabilirim. Bütün bunlardan söz etmemin nedenini merak ediyor musunuz?
"Ediyorum. Her sözünüz başka soruları merak ettiriyor bana. Bu soruları ilerledikçe soracağım."
Ben de, bildiğimce yanıtlamaya, açıklamaya çalışacağım. Size şunu söylemeye çalışıyorum sevgili dostum; birçok oyun yazarı adayı, aklına geleni, aklına gelen ilk anlatım biçimiyle yazmaya kalkışır. Yeryüzünde böyle başlanıp da, üç sayfa sonra lastiği patlayıp yarı yolda kalmış kim bilir ne çok oyun metni vardır. Bunun bana göre ilk ve kaçınılmaz nedeni, yazar adayımızdaki yaşama ve sanata karşı tavır eksikliği ile işin mühendisliğine dair bilgi yoksunluğudur. Tavır eksikse, mühendislik yetkinliği işe yaramaz. Mühendislik açıdan eksikseniz, tavrınız ne kadar saygın ve inandırıcı olursa olsun, sonuç yine aynıdır: işe yaramaz.
"Tavır eksikliği derken, ne söylemek istiyorsunuz?"
Tavır, düşünsel donanımın ve yaşamsal deneyimlerin belirlediği, düşünme yöntemi-tutum alma kararlılığı ve davranma gücüyle beslenen, bu gücü sürdürülebilir kılacak soluğu ve niteliği tanımlayan bir kavramdır. Bir başka deyişle, yaşamın içindeki tüm tutum ve davranışlarımızın niteliği, bizim düşünsel zenginliğimizle, kişiliğimizle ve tercihlerimizle doğru orantılıdır. Bir olay, olgu ve kavram, işte bu nedenle her insanda farklı tavırlara yol açar. Sanatsal seçimler, üretimler ve tüketimler de, bu açıdan birer "tavır" göstergesidir.
"Sanatçı duruşu!"
Sanatçılığı da içinde barındıran, "insan" tavrı! "İnsan olmak", yaşamda da sanatta da, en iyi tavırdır sevgili dostum. Söylediğiniz gibi, "duruş" da diyebiliriz. Ama günümüzde, pek çok kavram gibi, bunu da eskittiler, içini boşalttılar, haydi söyleyeyim popüler saçmalıklara kurban ettiler. İşe en vahim yerden başlayıp, sanatı medya malzemesine dönüştürdüler ve bizi buna inandırmak için "teşkilatlandılar". Sözgelimi, günümüz medyasına baktığımızda, bu durumun önlenemez denilecek kadar çılgınlaştığını, "pop kültürün" "popo kültürü" ile yer değiştirdiğini görmekteyiz. Acıdır ki, bu saçmalık ateşine odun taşıyanlar, popüler olmayan ortamlarda "anlamlı" konuşmayı bizden daha iyi becerip, hem nalına hem mıhına yaşayan sanat ve yaşam rantiyeleri ile onların alkışçılarıdır. Ekranda gördüklerimizi, gazeteye resimleri basılanları söylemiyorum. Benim kastettiklerim, televizyonların, gazetelerin, ajansların yönetim odalarında oturanlarla, onların pastasından bir lokma almak için salta durup kalem oynatanlardır.. Birden çok dil bilirler, hepsi sırası geldiği zaman kişisel tarihlerinin onurlu sayfaları ile övünürler ve onları ne zaman eleştirseniz, insan olmanın erdemleriyle alay etme zavallılığına sığınarak saldırırlar. Siz bu kadar "teşkilatlı bir yozluğun" kolaylıkla mı yerleştiğini düşünüyorsunuz? Elbette hayır. Çünkü, bir düşünürümüzün söylediği gibi, " bu kadar cehalet, ancak bu kadar tahsille mümkün olabilir". Siz cehalet yerine "ihanet"i de kullanabilirsiniz. Vicdanlarını yitirmiş, çek defteri suratlı birer insanlık erozyonudurlar. Hiçbir ölçütleri yoktur. Neyse. Ben bunları, şimdilik bir kenara koymak istiyorum. Yoksa şikayetimiz, amacımızın önüne geçecek. Biz oyun yazarının tavrına geri dönelim..
"Peki sizin tavrınız ne?"
Tavır, insanın eylem alanına yönelik tutumunda kimlik kazanır ve ürünleriyle anlamlı hale gelir. Bana sorarsanız, şuna inanıyorum; sanat, yaşama müdahale etmektir. Siz sanatınızla, varolandan etkilenerek, olumlasanız da olumlamasanız da, yaşama dair bir şeyler söyleyeceksiniz, söylemelisiniz. Bunun olmazsa olmazı ise, yaşarken olup bitenin içinde kalmak, yazarken yaşamdan kopmamaktır. Bunlar çok iddialı ve yazdığınız her sözcüğü ipotek altına sokacak belirlemelerdir. Cesur, çevik ve ahlaklı bir yaşamı ve yazma eylemini dayatır. Sağlıklı bir dünya görüşünü, yürek ve beyin olarak "insandan yana" olmayı, müdahale aracı olarak seçilen sanat dalına dair donanımı ve üretimi anlatır. Bunları söylediğiniz an, yaşamınızı ve yazdıklarınızı, yapılacak eleştiriler karşısında çırılçıplak bıraktığınızı bilmelisiniz... Sevgili dostum, dilerseniz konuşmamıza, bir sonraki buluşmaya kadar virgül koyalım.
"Bir sonraki konuşmaya kadar ne yapacağım?"
Bugün, oyun yazmanın felsefesi üstüne bir pencere açmaya çalıştık. Bunu yapmadan oyun yazmaya başlanamayacağına inanıyorum. Siz, bir dahaki buluşmaya kadar, pencerenizi sonuna dek açmaya çalışın. İnanın, kendinizi sorgulayacak ve yazmaya hazır olup olmadığınıza karar vermeye başlayacaksınız. Düşünce kanallarınızı yoklamayı, sürekli olarak okumanızı ve şimdilik aklınıza gelen her şeyi yazmanızı, aklınıza gelen hiçbir şey yoksa, yazdıklarınızı temize çekmenizi öneririm. Yazmanın ilk adımlarından biri, harflerle sevişmeyi göze almaktır. Bunu göze alamayacaksanız gelmeyin. Tersi olursa, çok yorucu bir sürecin sizi beklediğini ise hiç unutmayın.
"Geleceğim."
Biliyorum, geleceksiniz...Sizi sevdiğim bir sözle uğurlayayım: En önemli sanat, yaşama sanatıdır. Bir oyun yazarının görevi de, buna katkı koymaktan başka bir şey değildir.
Haluk IŞIK
Oyun Yazarı/Dramaturg
haluk_isik@hotmail.com