bir tutam umut için çıkıyoruz yola, çoğu defa.
sırtımızdan itecek birileri varmış gibi hep arkada güvenle.
değişiyor mevsimler bir tutam umut için çıktığımız yolda!
ölümleri, yeniden doğuşları, renkleri, şarkıları, dokunuşları öğreniyoruz.
tökezleyip düştüğümüzde, bir tutam umut kaldırıyor başımızı yeniden.
yollar bitti dediğimiz yerde yeniden ayrılıyor bir kaç kola. henüz yüreğine dokunamadığımız kişilerle buluşuyoruz oralarda...
yeni duruşlar, mimikler ve jestleri alıyoruz avuçlarımıza.
umut tutamları için devam ediyoruz yola.
bir sabah uyanıp, sihirli bir değneğin bütün dünyayı maviye boyayacağına inandığımız o çocuk ruhumuzla...
Uzun Zaman Önce... Kimse Tarlaları Sabanla Deşmezdi. Toprağı Sınırlara Bölmezdi Hiç Kimse ve Suları Kürekle Yarmazdı. Kıyı Dünyanın Sonuydu. Ah Doğuştan Zeki İnsan,Buluşlarının Kurbanı! Öyle Korkunç ki Yaratıcılığın, Ne İşe Yarar Şehirleri Çevreleyen Şu Yüksek Duvarlar... Ve Niye Savaşmak İçin Silahlar?
Bu Blogda Ara
28 Aralık 2008 Pazar
21 Aralık 2008 Pazar
batan bir dünya bu?
yeşil bir deniz uçuyor duvarlardan, içeriye kırılıyor camlardan sarhoş bir rüzgar...
20 Aralık 2008 Cumartesi
"im atölyesi" dergisi "kül sayısı" çıktı!
"Ölüm mevsimi diyorlar bu aylara; inanmıyorsanız bakın yapraklara; sularını vermişler toprağa.
Bütün doğa ölümün sarısını kuşanmış. Yaşam güçleri geri çekilmiş, bu mevsimin, bu ölümlerin geçmesini bekliyor. Yaşam örgütlenmeleri içlerine kapanıyor; dışarısı tehlikeli. Verilmesi gereken kayıplar verilecek bu mevsimde, kurbanın kim olduğu önemli değil. Doğa, bu yaşamın faturasını kesmek zorunda...
...Vecdet abiyi kaybettik, Taşmekan'dan, Adana'dan. Hepimiz yeniden hatırladık gelecekten bir anıyı. Kül dedik bu sayımızın adına. Yine de ölümleri hüzünle, yas feryatlarıyla değil de, neşeyle, yaşamla karşılamayı öğrenmiştik bir şairden, Can Yücel'den ve cenazesinde Can Yücel'in nereye ekileceğini soran küçük çocuktan..."
Bütün doğa ölümün sarısını kuşanmış. Yaşam güçleri geri çekilmiş, bu mevsimin, bu ölümlerin geçmesini bekliyor. Yaşam örgütlenmeleri içlerine kapanıyor; dışarısı tehlikeli. Verilmesi gereken kayıplar verilecek bu mevsimde, kurbanın kim olduğu önemli değil. Doğa, bu yaşamın faturasını kesmek zorunda...
...Vecdet abiyi kaybettik, Taşmekan'dan, Adana'dan. Hepimiz yeniden hatırladık gelecekten bir anıyı. Kül dedik bu sayımızın adına. Yine de ölümleri hüzünle, yas feryatlarıyla değil de, neşeyle, yaşamla karşılamayı öğrenmiştik bir şairden, Can Yücel'den ve cenazesinde Can Yücel'in nereye ekileceğini soran küçük çocuktan..."
11 Aralık 2008 Perşembe
bütün'e sorular...
nedir yaşamak?
bir parçalanmayı başarıyla sürdürmek mi, yoksa bir bütünleşme mi?
hangisi daha tehlikeli?
kim öğretir bize bütünleşmenin daha güvenli olduğunu?
nasıl oynamak istiyorsunuz bu oyunu?
kavı yükseltsek gene oyuna girermisiniz?
anlaşılmak istiyorsunuz?
ya herşeyi biliyorsam hayatınız hakkında, ya gizlediğiniz her şeyi biliyorsam, ya bütün düşüncelerinizi, sırlarınızı, küçük numaralarınızı, değişen ses tonlarınızı...
yine de severmisiniz sizi bukadar anlayanı?
ya içini boşaltıyorsanız hayatın ve hayat içi boşaldıkça ağırlaşan bir şeyse. taşınması zor bir yükse?
bütünden ayrılan bir parça, vuruyorsa hayatın akorlarına, konçertonun bir ucundan girip öbür ucundan ter içinde ve çıldırarak çıkıyorsa... bir hayatı yakıp, bir hayatı doğuruyorsa?
yine de oynamak istermisiniz bu oyunu?
bir parçalanmayı başarıyla sürdürmek mi, yoksa bir bütünleşme mi?
hangisi daha tehlikeli?
kim öğretir bize bütünleşmenin daha güvenli olduğunu?
nasıl oynamak istiyorsunuz bu oyunu?
kavı yükseltsek gene oyuna girermisiniz?
anlaşılmak istiyorsunuz?
ya herşeyi biliyorsam hayatınız hakkında, ya gizlediğiniz her şeyi biliyorsam, ya bütün düşüncelerinizi, sırlarınızı, küçük numaralarınızı, değişen ses tonlarınızı...
yine de severmisiniz sizi bukadar anlayanı?
ya içini boşaltıyorsanız hayatın ve hayat içi boşaldıkça ağırlaşan bir şeyse. taşınması zor bir yükse?
bütünden ayrılan bir parça, vuruyorsa hayatın akorlarına, konçertonun bir ucundan girip öbür ucundan ter içinde ve çıldırarak çıkıyorsa... bir hayatı yakıp, bir hayatı doğuruyorsa?
yine de oynamak istermisiniz bu oyunu?
10 Aralık 2008 Çarşamba
benbaşka ne olmalıydım...
What else should I be
All apologies
What else should I say
Everyone is gay
What else could I write
I dont have the right
What else should I be
All apologies
In the sun
In the sun I feed as one
In the sun
In the sun
Immarried
buried
I wish I was like you
Easily amused
Find my nest of salt
Everything is my fault
I will take all the blame
Aqur scafoam shame
Sunburn with freezeburn
Choking on the ashes of her enemy
All in all we all are
All apologies
What else should I say
Everyone is gay
What else could I write
I dont have the right
What else should I be
All apologies
In the sun
In the sun I feed as one
In the sun
In the sun
Immarried
buried
I wish I was like you
Easily amused
Find my nest of salt
Everything is my fault
I will take all the blame
Aqur scafoam shame
Sunburn with freezeburn
Choking on the ashes of her enemy
All in all we all are
8 Aralık 2008 Pazartesi
ESTETİĞİN TEMEL KATEGORİSİ: İMGE

Sanat imgeler yoluyla gerçekliğin yeniden üretilmesi, yansıtılmasıdır. Marksçı estetiğin temel savlarından biridir bu. Sanatın imgelerle yürütülen bir düşünme yolu olarak tanımlanması, sanatsal yaratının tüm özgüllüğünü göstermez elbette, ama bir ana niteliğini ortaya koyar ve öz yapısının tâ temellerine iner. İmgedeki özün aydınlığa kavuşturulması, temel özelliklerinin çözümlenmesi çok önemli bir başka sorunun da çözümüne geniş ölçüde yardım eder. Bu sorun, sanatın toplum yaşamındaki yeri ve rolü sorunudur.
Sanatsal imge anlayışının temelinde Marksçı bilgi kuramı yatar. İmgenin ne olduğunu açıklarken yansıma kuramına dayanırız. Buna göre, insan bilinci çevresel gerçekliğin bir imgesidir, nesnel dünyanın öznel bir tasarımıdır. Yansıma kuramı, genelde insan bilgisinin dayandığı yasaları gün ışığına çıkardığı kadar, sanatta gerçeğin tasarımına ilişkin özgül nitelikleri de ortaya koyar.
Bununla birlikte, imgenin felsefi yorumunun estetik anlamıyla özdeşleştirmekten de kaçınmak gerekir.
Bilindiği üzere, maddeci ve diyalektik bilgi kuramı, “imge” terimini geniş bir bilgi öğretisi anlamında kullanır. Yansıma kuramı açısından imge, gerçekliğin bir kopyasına, bir çeşit tinsel klişesine benzetilebilir. Filozof için imge, her şeyden önce çevredeki dünyanın ansal (zıhnî) yansısıdır. Bilgi öğretisi (gnosélogie) ruhsal yaşamın tüm dışa vuruşlarını (duyumları, algıları, tasarıları vb.) imge olarak niteler. Bu yüzden, gerçeğin yansısının özel bir biçimi olarak ortaya çıktıkları ölçüde, sanatsal imgelere “nesnel dünyanın öznel tasarımı" biçiminde özetlenen genel felsefî formül -haklı olarak- uygulanabilir.
Ne var ki bu tanım, sanatsal imge kuramı için bir kalkış noktası olmaktan öteye geçmez. İmge kavramının estetik içeriği, onun felsefî yanıyla da ilgilidir. Tıpkı özgülün evrenselle ilgili olması gibi. Daha kesin konuşmak gerekirse, sanatta imge, bilgi kuramına bağlı bir kavram olmaktan çok, estetik bir kategoridir. Gerçekte söz konusu olan, imgelere dayalı düşüncenin salt türevsel niteliği değildir burada; onu kavramsal düşünceden ayırt eden şeydir, sanatta gerçeğin yansısının özgün olmasıdır. Estetik, felsefenin tersine, sanatsal imgeyi bilincin öteki kategorilerine (kavram, yargı vb.) yaklaştıran şeyi aydınlatmakla kalmaz, onlardan ayrımlaştıran şeyi de gösterir.
Sanatsal imge, konuşma dilindeki alışılagelen anlamıyla da özdeşleştirilmemelidir. Ayrıca, sanattaki imgeler dizgesinin çeşitli öğeleriyle, yöntemleriyle ve onun anlatımsal, değişmeceli araçlarıyla da bir tutulmamalıdır. Bu araçlardan eğretilemenin apayrı bir yeri olmasına karşın, çoğu kez imge olarak nitelenir. Oysa, bu iki kavram hiç de özdeş değildir. Eğretileme, şiir dilinde bir değişmecedir, en geniş anlamıyla yerinel ve değişmeceli dilin baş vurduğu bir yöntemdir, ama imgenin kendisi değildir.
Günlük dilde, “imge” deyince çoğunlukla değişmeceli anlamı olan bir deyiş anlaşılır. “Gün doğuyor”, “Bir yıldız aktı” gibi en beylik deyimler bile, kuşkusuz, imgesel bir öğe taşırlar. “Ruhumda tek bir ak saç yok” dizesi ise tam bir eğretilemeli imge oluşturur. Fakat bütün bu değişmeceli dinsel örneklerin gerçek anlamdaki sanatsal imgeden daha dar bir anlamı vardır.
Terimbilim açısından imge ile tasarım kavramlarının sınırları iyi belirtilmelidir. İmge, sanatçının bilincinde saptanmış ve bunun sonucu olarak okur, dinleyici ya da seyirci tarafından algılanmış olan gerçekliğin sanatsal çağrıştırılması, nesnel dünyanın düşünsel (ideal) tablosudur. Tasarım ise, sanatsal düşüncenin nesnelleşmesi, maddeleşmesidir; imgenin sanatsal gereç içinde gerçekleşmesi olarak belirir ve onun duyularla algılanmasını sağlar.
Nasıl ki, sanat bilimden ve gerçeğe ilişkin öbür bilgi edinme biçimlerinden yalıtlanamazsa, bunun gibi, imgeyle yürütülen düşünce de bilincin öteki dışa vuruş biçimleriyle karşıtlanamaz. Gerçeği imgelerle yansıtma yetisi insan bilincinin özelden geçerek tümeli değerlendirme, bireyselden genele varma, somut olaylarda genel yasaları bulgulama yetisinden ayrılamaz. Yaratıcı düşüncenin bu özelliği şuna dayanır: Yaşamda her genellik şu ya da bu yolla özelde ele geçirilir ve bireysel her zaman genelin bir öğesini bağrında taşır.
Sanatsal imge gerçekliğe ilişkin yansının özel bir biçimi olduğu ölçüde, oluşu ve özü de bilginin genel kurallarına uyar. Buna karşın, çok özgül olan niteliklerinden bir şey yitirmez yine de.
Burada yine yansıma kuramına dönmemiz gerekiyor. Nesnel dünya üstüne bilgi edinme süreci etkin gözlemlemeden soyut düşünceye, oradan da pratiğe doğru ilerler. Bu sav, bilimsel ve kuramsal bilgi edinme için olduğu kadar gerçekliğin sanatsal özümlenmesi için de geçerlidir. Gelgelelim, bunlardan birincisinde, çeşitli aşamalardan geçerek enikonu özerk bir biçimde hakikate varıldığı ve yapılan genelleştirmeler her türlü "duyusal neden"den uzak olduğu halde, sanatsal imge etkin gözlemlemeye ve soyut düşünceye özgü bilgi öğelerini çözülmez bir birlik içinde gösterir. Bu arada sanatsal imge her ikisinden de özü bakımından ayırt edilir.
Sanatsal imge bilimsel düşünce kategorilerinden (kavram, yargı, çıkarım vb.) dolayımsız olması yönünden de ayrımlaşır. Öte yandan, duyum, algı, tasarım gibi gözlemleme kategorisinden de şu noktada ayrılık gösterir: Sanatsal imge gerçeğin dolayımsız yansısı olmaktan başka, yaşamla ilgili olayların kendine özgü bir bireşimi olmayı da amaçlar. Söz konusu olayların özlerine girer ve derindeki anlamlarını düzene koyar. İmge hem gözlemden, hem de soyutlamadan kaynaklanır, ama onları mekanik bir biçimde birleştirmeye gitmez. Bundan ötürü kesinkes bir sanatsal genelleme değeri kazanır. Çünkü çözümleme, bireşim ve soyutlama çok özgül bir biçimde onda kendini gösterir.
Demek ki burada şunu görüyoruz: Sanatsal imge etkin gözlemleme ile soyut düşüncenin özelliklerini birleştirir, ama bilgi edinmenin bu basamaklarından hiçbiriyle karışmaz. Sanatta imge, gerçek bir görüngünün bağlamlı ve tamamlanmış, yapıtın izleği ile uygunluk içinde, estetik yönden anlam aktaran, duyulur ve somut bir biçimdeki belirgin niteliğidir.(2)
Gerçi “bağlamlı ve tamamlanmış”diyoruz, ama klasik sanatta (sözgelişi Mikel Angelo’nun “Başkaldıran Köle”sinde), daha çok da modern sanatta dolayımsız anlatımlarında tamamlanmamış imgeler taşıyan çok sayıda yapıt bulunduğunu da unutmuş değiliz. Kimi estetikçiler yapıtlardaki bu tamamlanmamışlıkta modern sanatın bir özel belirtisini görürler. Aslında bu sanat okura ya da seyirciye kendisinin bir yanıt bulmasını ve imgeleminde daha tamamlanmış bir tablo yaratmasını önerir çoğunlukla. Öneri durumunda iken de, tamamlanmamış yapıtlarda da, sanatsal imgelerin estetik düzlemde yaşamın bağlamlı ve tamamlanmış bir tasarımı gibi görünmelerinin nedeni de işte budur. Önemli olan, bunların dile getirilişinde izlenen yöntemler ile bu biçimde dile gelen imgenin, yapıtın alıcısınca ne ölçüde bir yorumlama gerektirdiğidir.
Bununla birlikte, yaşamın sanatta yalnızca imgeler biçiminde yansıtıldığı söylenebilir mi? İmgelerin dışında sanat mantıksal kavramlara başvurarak onları belli bir yolla imgelerin yerine geçiremez mi? Bu son görüşü savunmak için genellikle üç kanıt ileri sürülüyor: 1) Yaşadığımız dönemin özelliği sanatla bilimin bireşimini gerçekleştirmektir. (Bunlardan birincisi imgeleri kullanır, ikincisi ise kavramları.) 2) Sanatta kavramlara başvurmanın karşısında olmak, sanatçıyı düşünme olanağından yoksun bırakmak demektir. 3) Nice yapıt gösterilebilir ki imgelerin yanı sıra kavramlara da doğrudan doğruya başvurulmuştur.
Bu kanıtlar da bize pek sağlam görünmüyor.
İlk olarak, şunu söyleyelim: Sanatla bilimin bireşimi, bunlardan hiçbirinin özgünlüğüne dokunmaz. İkisinin birbirine yakınlaşması onların bilgisel içeriklerinden kaynaklanarak oluşur ve bir düşünce biçiminin ötekinden eriyip yok olmasına yol açmaz. Düşüncelerini daha iyi açıklamak ve onları daha kolay anlaşılır bir biçimde sergilemek amacıyla bilginlerin sık sık imgelerden yararlandıkları doğrudur; ama bundan kavramların yerine imgelerin geçirildiği anlaşılmamalıdır. Eğer böyle bir şey olursa, bu, bilginlerin kendi yeteneksizliklerinin ve soyut düşünce karşısındaki güçsüzlüklerinin bir belirtisidir. Buna karşılık, bazan, kimi sanatlarda, sözgelişi yazın alanında imgeler kavramsal bir belginlik kazanırlar ya da kavramların öğeleri gibi kullanılırlar. Öyleyken, bu kavramlar orada özerkçe gelişmemişlerdir. Kavramlar imgelerin yerini alamaz; eğer böyle bir şey olursa, bu, yazarın yetenekçe zayıflığının ya da sanatça başarısızlığının belirtisidir.
İkinci olarak, düşünceden yoksunluk sanatın belirgin niteliği değildir. Tersine, sanatçının yaratıcı düşüncesi, onun temel bir görüngüsüdür. Sanatçı durmadan düşünür, ama bu, imgelerle yapılan bir düşünmedir; kavramsal bir düşünme değildir. Elbette, sanatçıda kavramlardan yararlanır, ama yaratıcı süreç önünde sonunda hiç şaşmaksızın imgeye varır.
Üçüncü olarak, imgelerin gerçekliği yansıtan kavramsal araçlara yerini bıraktığı yapıtlar sanatsal düzlemde zayıf ve bayağı olur. Seçkin Sovyet ruhbilimcisi R. Rubinstein bu konuda şöyle diyor: “Bir yazar yapıtının izlediği soyut formüllerle anlatmak zorunluluğunda kalır da, ideolojik içerik, imgelerin yanında silik çıkarsa ve bu imgeler yeterince anlamlı ve uygun bir biçimde onu dile getirmeyi başaramazlarsa, yapıtın sanatsal değeri yok olur."
imgeler ile kavramların birbirine karışması basit bir öğretici açıklamaya ve söz ustalığına yol açar, yapıtın ideolojik ve duygusal gücünü kırar. Çünkü, sanat, gerçekliği her zaman imgelerle yansıtır, hem de yalnızca imgelerle.
Onun için Biyelinski aşağıdaki satırları yazarken haklıydı:
“Yaratıcı düş gücüyle; düşünceleri imgelere dönüştürme, imgeler aracılığıyla düşünme, uslamlama ve duyma yeteneğiyle donanmamış kişi, zekası ne denli keskin ve duyuları ne denli olgun, görüş ve inançları ne denli güçlü olursa olsun; tarihsel deneyi ve kafaca yeniliği ne denli zengin olursa olsun, asla ozan olamaz böylesi.”
NOTLAR
(1) Avner Ziss, Elements d’esthétique marxiste, 1977, s. 66-71
(2) Imge deyince, sanat kuramı yalnızca gerçekle ilgili yansının özgül bir biçimini değil, aynı zamanda bu yansının somut maddi özünü de anlar. Yaşamla ilgili bir resmi, şu ya da bu oyun kişisini ya da roman karakterini, giderek tüm yapıtı düşünür. Öyleyse, bir romanın kahramanları (örneğin Şolohov’un “Durgun Akardı Don”undaki Grigori Melekov ya da Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” undaki Robert Jordan) yahut bir sahne oyuncusunun ortaya koyduğu rol (sözgelimi ünlü İtalyan sanatçısı Tomasso Salvini’nin yarattığı Otello) imge olarak nitelenebilir. Boticelli’nin “Madonnalar”ındaki dişilikten ya da Picasso’nun “Guernica”sındaki faşist barbarlıktan ve yaşam düşmanlığından imge olarak söz edilebilir. Estetik bilimi, sözü edilen örneklerde belirtildiği gibi, her imgenin somut içeriğini incelemeyi düşünmez; fakat, yaşam olaylarının sanatsal bireşim biçimi olarak imgenin doğasını aydınlatmaya çalışır.
Avner Ziss
Yazko Çeviri, Mart-Nisan 1982, Çev: Yakup Şahan
20 Kasım 2008 Perşembe
“KIRILMAZSA ŞİŞELER” İÇİN
Rüzgar yanağıma dokundu tüylerimi ürperterek. İrkilmemle titreyen sandalın denizde oluşturduğu halkalar boynuma dolanan darağacının gölgesinden beterdi. “Bir kez” daha baksam zifirinin hışmına uğrayacaktım, “Biraz” daha sallansam midemin içini görecektim, “bir an” daha dursam kemiklerimi kıracaktı usuldan şiddetlenen fırtına, “Bir an”da yığılıverecekti beden, ruh bile duymadan.
Bir deniz kızı selam verip geçmişti gökkuşağının başladığı yerden fırtınadan az evvel. Elimi uzatsam tutacaktım ama istemedim deniz kokusunun tenime sinmesini. Hem benim kurtaracak bir bencilliğim vardı, ve zaten benim paylaşacak bir yalnızlığım bile yoktu.
İçi çürüyen insanların soluklarının sadece şehri nemle kaplamadığını anlıyordum artık. Denizi bile bastırıyordu tükenmişlikler. Kaydı aniden parçalanmış ellerimden misinayla bağladığım yelkenler, çabalamadım yeniden tutmak için. şimdi istediğim tek şey şişesine iki satır yazabilmek için elimdeki şarabı bitirmekti. Bir yudum, bir yudum daha…
Umudum şaşmış bir pusula gibi dönüp duruyordu kendi ekseninde. Gitmeyi becerebildiğim ve sadece ulaştığımda neresi olduğunu anlayabileceğim tek yön “uzak”tı.
Şimdi hangisi daha çok acı veriyordu kestiremiyorum, işkenceyi uzattığı için “umut” mu, yoksa alabora olmaya ramak bir teknede iki yudum şarabımı paylaştığım “umutsuzluk” mu?
Bir deniz kızı selam verip geçmişti gökkuşağının başladığı yerden fırtınadan az evvel. Elimi uzatsam tutacaktım ama istemedim deniz kokusunun tenime sinmesini. Hem benim kurtaracak bir bencilliğim vardı, ve zaten benim paylaşacak bir yalnızlığım bile yoktu.
İçi çürüyen insanların soluklarının sadece şehri nemle kaplamadığını anlıyordum artık. Denizi bile bastırıyordu tükenmişlikler. Kaydı aniden parçalanmış ellerimden misinayla bağladığım yelkenler, çabalamadım yeniden tutmak için. şimdi istediğim tek şey şişesine iki satır yazabilmek için elimdeki şarabı bitirmekti. Bir yudum, bir yudum daha…
Umudum şaşmış bir pusula gibi dönüp duruyordu kendi ekseninde. Gitmeyi becerebildiğim ve sadece ulaştığımda neresi olduğunu anlayabileceğim tek yön “uzak”tı.
Şimdi hangisi daha çok acı veriyordu kestiremiyorum, işkenceyi uzattığı için “umut” mu, yoksa alabora olmaya ramak bir teknede iki yudum şarabımı paylaştığım “umutsuzluk” mu?
6 Kasım 2008 Perşembe
ANTAKYA'DA
sürekli gitmek gerektiğini anlıyorduk,
devinimler gidişlerden oluyordu, yer ler de,
ki -dir ler de.
kendimizi bulma işi bulmuştuk,
sigorta yok, para yok,çalışma saatleri yok...
"iş" bulmuştuk..
ki-iş; kişi-idi
sığınaklardan sokaklara, yalan düşlerlerden gerçek düş'e,
belki aşka belki gerçek inanca...
bulutundan ayrılmayan yağmurlar vardı orada...
biri sıcak biri soğuk odalar,
odaların içinde sokaklar,
odunların üzerinde sohbetler,
atölyeler,
bir de karşıda, rüzgarın yönüne eğilmiş ağaçlar!
4 Kasım 2008 Salı
im atölyesi "ÇAMUR " sayısı çıktı...
bir sohbet bizimki
bataklığın içinde.
yırtık elbiselerimiz.
biraz da kirli.
ellerimiz hep çamur.
bir yağmur sonrasını getiriyoruz sizlere
ellerimizin hamuru, ellerimizin çamuruyla.
ne yapmalı bu elimizdekini?
çoğunun yaptığı gibi birilerinin gözüne mi fırlatmalı?
-doğrusu şu sıralar gündem biraz çamurlu-
yoksa o çamurdan tyeni birşeyler mi yaratmalı?
yağmur ıslatmış toprakları.
bizim üstümüz kirlenmiş.
kimse pislik atmadı üstümüze, biz bile isteyerek avuçladık toprağı.
şekil verdik ona.
bata
çıka.
bizim şeklimize şemalimize baksanız
bizi adam yerine koymazsınız.
-şu sıralar elbiseleri üstlerine oturmayan, kıravatlı, gömlekli,
takım elbiseli, maymunlar geçiyor
sağdan soldan
atamıyoruz bir türlü.
bizim dünyamız başka türlü.
borsalar yükselmez bizde.
piyasalar dumura uğramaz.
ekonomimiz batmaz bizim.
rakamlar çığrından çıkmaz.
ekonomiden anladığımız doğanın dengesidir yalnız.
yani bir hücrenin sıvı dengesi, ısı dengesi, besin dengesi gibi birşeyler.
kaybetmez kimse
kazanamazda
ki kazanılacak ne kalmıştır daha.
ritim tutan çalgılarımız var bizim,
güzeli bulan burunlarımız,
hisseden dokularımız.
boka bulanmaz alınlarımız.
biz çamurun içinde,
bile isteye yaşayanlarız.
çamurumuz var bizim.
tutarız ellerimizde,
sıkıca kavrarız, kimseye fırlatmayız.
yarını örerken onunla,
bugünü de unutmayız.
bu sayı da böyle bir sayı.
çamur dedik adına.
bir yağmur sonrası.
evrenin dengesinin yepyeni,berrak bir haritası.
benliğimizden başka neyimiz var bizim.
ellerimizde ki son çamuru, yeninin hamurunu
atarsak birilerine
kuyusunu kayarsak birilerinin
hile, hurda, yalan, dolan kovalarsak.
nasıl bakarız kendi yüzümüze?
şimdi yeniyi bataklığın dibinden çekip alma vakti.
sen,
bir köşede kuruyup kalmış olan
bugün sende öğreneceksin yeşermeyi.
bataklığın içinde.
yırtık elbiselerimiz.
biraz da kirli.
ellerimiz hep çamur.
bir yağmur sonrasını getiriyoruz sizlere
ellerimizin hamuru, ellerimizin çamuruyla.
ne yapmalı bu elimizdekini?
çoğunun yaptığı gibi birilerinin gözüne mi fırlatmalı?
-doğrusu şu sıralar gündem biraz çamurlu-
yoksa o çamurdan tyeni birşeyler mi yaratmalı?
yağmur ıslatmış toprakları.
bizim üstümüz kirlenmiş.
kimse pislik atmadı üstümüze, biz bile isteyerek avuçladık toprağı.
şekil verdik ona.
bata
çıka.
bizim şeklimize şemalimize baksanız
bizi adam yerine koymazsınız.
-şu sıralar elbiseleri üstlerine oturmayan, kıravatlı, gömlekli,
takım elbiseli, maymunlar geçiyor
sağdan soldan
atamıyoruz bir türlü.
bizim dünyamız başka türlü.
borsalar yükselmez bizde.
piyasalar dumura uğramaz.
ekonomimiz batmaz bizim.
rakamlar çığrından çıkmaz.
ekonomiden anladığımız doğanın dengesidir yalnız.
yani bir hücrenin sıvı dengesi, ısı dengesi, besin dengesi gibi birşeyler.
kaybetmez kimse
kazanamazda
ki kazanılacak ne kalmıştır daha.
ritim tutan çalgılarımız var bizim,
güzeli bulan burunlarımız,
hisseden dokularımız.
boka bulanmaz alınlarımız.
biz çamurun içinde,
bile isteye yaşayanlarız.
çamurumuz var bizim.
tutarız ellerimizde,
sıkıca kavrarız, kimseye fırlatmayız.
yarını örerken onunla,
bugünü de unutmayız.
bu sayı da böyle bir sayı.
çamur dedik adına.
bir yağmur sonrası.
evrenin dengesinin yepyeni,berrak bir haritası.
benliğimizden başka neyimiz var bizim.
ellerimizde ki son çamuru, yeninin hamurunu
atarsak birilerine
kuyusunu kayarsak birilerinin
hile, hurda, yalan, dolan kovalarsak.
nasıl bakarız kendi yüzümüze?
şimdi yeniyi bataklığın dibinden çekip alma vakti.
sen,
bir köşede kuruyup kalmış olan
bugün sende öğreneceksin yeşermeyi.
18 Ekim 2008 Cumartesi
mutlu olmak varken...
Mutlu olmak varken bu dünyada
Geceler geldi dayandı kapımıza
Olduk acımızla sarmaş dolaş
Bekledik düşümüzle koyun koyuna
Mutlu olmak varken bu dünyada
Geceler geldi dayandı kapımıza
Olduk acımızla sarmaş dolaş
Bekledik düşümüzle koyun koyuna
Geceler geldi dayandı kapımıza
Olduk acımızla sarmaş dolaş
Bekledik düşümüzle koyun koyuna
Mutlu olmak varken bu dünyada
Geceler geldi dayandı kapımıza
Olduk acımızla sarmaş dolaş
Bekledik düşümüzle koyun koyuna
17 Ekim 2008 Cuma
"im atölyesi" dergisi 'yağmur sayısı' çıktı!
Biraz geç, biraz güç oldu! Yağmurlu günlerin kaderi gibi... Geçen aydaki sayımız "yeraltı sayısı" idi. Duyurusunu yapmadık onun. Yeraltından sürüne sürüne ilerlesin istedik. Bir nevi kendi yazgımızı ona da çizdik. Maddi imkansızlıklardan dolayı fotokopi olarak az sayıda basıldı. Bu aya bulduk biraz para... :) çıktı yağmur sayısı! Kimbilir belki de kara bulutların ölümünü bekledi!
Bir duyurumuz daha var!.. Antakya'da tiyatro, sinema, edebiyat, müzik ve felsefe çalışmalarımızı sürdürebileceğimiz bir mekan oluşturduk:
"im atölyesi sanat ve kültür evi" açıldı! tiyatro atölyesi, yazı atölyesi, müzik atölyesi, dil atölyesi ve katkılarınızla kurulacak yeni atölyeler
Kurtuluş cad. no:147 kat: 2 (Uzun Çarşı çıkışı sağda, üst kat)
Antakya
tlf: (0326) 213 57 86
0535 638 72 99
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana ve Antakya dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Antakya
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Yıldız Kitabevi (Uzun Çarşı)
Zerdüşt Kitabevi - Sahaf
Lotus Kitap - Cafe
Antalya
Kitap Kurdu
Nabu Kitabevi
Ankara
Ardıç Kitap ve Sanat Evi
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Eskişehir
Ada Müzik ve Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Bir duyurumuz daha var!.. Antakya'da tiyatro, sinema, edebiyat, müzik ve felsefe çalışmalarımızı sürdürebileceğimiz bir mekan oluşturduk:
"im atölyesi sanat ve kültür evi" açıldı! tiyatro atölyesi, yazı atölyesi, müzik atölyesi, dil atölyesi ve katkılarınızla kurulacak yeni atölyeler
Kurtuluş cad. no:147 kat: 2 (Uzun Çarşı çıkışı sağda, üst kat)
Antakya
tlf: (0326) 213 57 86
0535 638 72 99
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana ve Antakya dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Antakya
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Yıldız Kitabevi (Uzun Çarşı)
Zerdüşt Kitabevi - Sahaf
Lotus Kitap - Cafe
Antalya
Kitap Kurdu
Nabu Kitabevi
Ankara
Ardıç Kitap ve Sanat Evi
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Eskişehir
Ada Müzik ve Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
3 Ekim 2008 Cuma
adı yok

Telaşlı günlerin ardından sakinlik hakim olduğunda yaşama, garip bir dinginlik duygusu beliriveriyor vücutta. Yapılması gereken herşeyi yapmış, başarılı bir kimliğe bürünüveriyoruz bir anda. Örnek insan oluyoruz sanki tüm insanlığa. Sistemin hizmetkarlığını ne kadar yaparsak o kadar değerliyiz.
Farkında bile olmadan bir anda yabancılaşıyoruz doğamıza. Yorgunluk sanki hiç olmamalı gibi insan olanda. Kıyasıya çalışmayı ve yarışmayı öğretiyorlar bize okullarda, ailede, bütün yaşam alanlarımızda.Yadırganıyoruz elimiz de şarap şişesiyle sokakta dolaştığımızda. Boş beleş insanın teki oluyoruz bir anda çevremizde ki herkesin gözünde. Bütün insanlar böylesi koştururken hayat denen şeyde, durup biraz soluklanan soluğunu dışarı veren öteki oluyor hep.
Bu kıyasıya koşturmaca neden? neden herkes "anlamak" yerine kabullenmeyi tercih ediyor. Ve yaşamını bunun üzerine kuruyor. Neden "bu benim işte" ler hoşumuza gidiyor. Ya da bu şey (adına ister emperyalizm,ister faşizim ister kapitalizm deyin) bizi daha ne kadar, neyimize kadar esir alacak?
Merak ediyorum bu telaş bir gün bittiğinde, beyni çamaşır suyuyla yıkanmış gibi,adına insan denilemeyecek varlıklar daha da arttığında nasıl nefes alınacak. Yalnızlıklar ve onun getirisi bunalımlar içinde ne kadar "güzel" bir hayatı sürdürebileceğiz. Ne kadar güzel insanlarla.
farklı değerler ve tercihlerle sürdürülebilir bir hayat belki hayalini kurduğum. Bu hayal için; varsın çalışıp kazanmayayım,varsın elmam da kızarmasın!
26 Eylül 2008 Cuma
"im atölyesi" YERALTI SAYISI çıktı
25 Eylül 2008 Perşembe
memleketimden felaketin resmi

Adana'nın en kuzeyinde “5700 nüfusu bulunan bir ilçenin anlatılacak ne kadar şeyi olabilir” diye düşünülebilir. Sıradan bir hayatı belki isteyerek belki isyan ederek yaşayan insanlardan oluşan, yabancılaşmayla henüz tanışmamış,küçük bir ilçe Tufanbeyli.
Oraların havasını solumuş, insanların sıcaklığını yaşamışsanız, geçmişinize bırakmaz en yeni günlerinizde en güzel anılarınızda yer verirsiniz ona. Öyle güzel kuruludur ki yaşam orada, kişiler hep "herkes”tir. Etnik zenginliğine rağmen çerkezi, kürdü, alevisi ve sünnisi yalnızca insan olarak değer görür. Kadını ve erkeği de. Abartmak değil maksat. Bir gerçeğin zihnimde ettiği yeri anlatmak istiyorum sadece. Hayallerini kurduğumuz; o dil, din, ırk ayrımı gözetmeden yaşamak istediğimiz dünyanın bir örneği sayabileceğimiz, şimdilerde ciddi bir tehditle karşı karşıya olan bir yerleşke.
Termik santral!
Benim memleketimde on yıllardır bir söylenti olan santral. Herkesin bel bağladığı, iş bulmayı umut ettiği termik santral. Yıllardır yazın tarlalarda çalışıp ışın evinden çıkamayan, yazları biriktirdiği parayla geçimini kıt kanaat sağlayan yöre halkı dört gözle bekledi bu santralin yapılmasını. Bu sene güldü yüzü hemşerilerimin. Çünkü bu sene temel atma işlemlerini başlattı yetkililer. Bulunduğumuz yerlerden karşı çıkmaya çalıştık kendimizce. Görüştüğüm her Tufanbeyli’ liye anlattım termiğin zararlarını. Biraz tedirgin olsala da karşısında duracak gücü bulamadı hiç birisi.
Şimdi sızlıyor içim. Neden santral için burası seçiliyor tartışmalarına girmeyeceğim. Bu yazıda amaç iş bulacağını sanıp da bir kaç yılının refah içinde geçeceğini umud edenlere,bu tehdide dur demeyerek, yapılacak olan bu santralle çocuklarına solumaları için nasıl bir hava bıraktıklarının farkında olmayanlara bir farkındalık yaratma yalnızca, dilimin döndüğünce.
Yadsınamaz bir gerçektir ki Türkiye enerji alanında gelecek için sağlıklı kararlar almayı hiç başaramadı. Bu konuda öncelik bu alanlarda tekelleşmiş şirketlerin cebine girecek olan para miktarıdır. Toprağın, doğanın ve insanın göreceği zararlar düşünmeye bile değmemiştir. Enerjide alınan yanlış kararların bedeli; yıkıma uğrayan tarım, turizm, ormancılık, doğal yaşam, doğal kaynaklar, devasa sağlık harcamaları, işgücü kaybı ve en kötüsü de insan hayatı ile ödenmektedir. Bu tür santrallerin yıllar boyu topluma ödettikleri bedel, üretilen elektrik ve yaratılan istihdam gibi yararları kat ve kat aşmaktadır.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun resmi raporlarına göre termik santrallerin bacalarından çıkan partiküller ve kazandan alınan külde radyoaktivite vardır. Rüzgar ve yağışla küller çevreye yayılmakta veya toprak altına sızarak yer altı sularının kirlenmesine neden olmaktadır. Yöneticiler ve endüstri, radyoaktivite için bir tehlike olmadığını iddia etseler de çok küçük radyoaktif parçacıkların vücuda girdikten sonra hücrelerin duvarlarına tutunarak dokuları ışınladıkları bilinmektedir. Yayılan kurşun, cıva gibi ağır metaller merkezi sinir sistemini etkiler. Anormal doğumlar, gelişme bozuklukları ve öğrenme yeteneğinde azalmaya neden olur. Bunun yanında atmosfere karışan gazların neden olduğu asit yağmurları canlılar, toprak ve suyu doğrudan etkilemektedir.
Termik santrallerin diğer bir boyutu da bütün insanlığı tehdit eden küresel ısınmaya olan katkısıdır. Kyoto Protokolünü, ABD ve Avustralya ile birlikte dünyada imzalamayan 3 ülkeden biri olan Türkiye, atmosferi kirletenler sıralamasında 13. sıraya yükselmiş ve 1990-2004 yılları arasında %110‘luk artışla sera gazı emisyonlarını en hızlı artıran ülke olmuştur. Küresel ısınmadan en fazla etkilenecek ülkelerin başında da ülkemiz gelmektedir. Termik santraller kurulmasının tüm dünyada yasaklanmasının istendiği bu günlerde Ülkemizin en temiz ve bakir bu alanları kirletilmek ve yok edilmek isteniyor.
Termik santralin; Kayarcık köyü yakınlarına kurulması planlanıyor. Kömür havzasında Yamanlı, Kayarcık, Pınarlar ve Taşpınar köyleri bulunuyor. Bu köylerde 635 hanede yaklaşık 3500 kişi yaşıyor. Santralde kullanılacak düşük kalorili linyit kömürü ve kireç taşı konvansiyonel iş makineleri ile açık ocak işletme yöntemiyle çıkarılacak ve üretim sırasında malzemeyi gevşetmek amacıyla patlatma yapılacaktır. Linyit ve kireç taşının çıkarılıp, santrale taşınması ile yaklaşık 10 000 dekar verimli tarım arazisi yok olacak, temel geçim kaynağı tarım olan bu nüfus doğrudan olumsuz etkilenerek ve göç etmek zorunda kalacak.
Bu santral, Tufanbeyli‘ye bağlı köylerin tarım, mera, orman ve potansiyel orman alanları ile yakın çevresindeki Saimbeyli ilçesinin köyleri ile orman alanlarını da etkileyecek. Soğutma suyunun sıcak su olarak dışarıya verilmesi ile de kaynak ve çevresinde önemli ekolojik değişiklikler meydana gelecek. Ayrıca kül ve baca gazları yeraltı ve yerüstü sularının kirlenmesine neden olacak. Termik santrallerde kullanılması gereken kömürün kalorisi 3000 - 4000 Kcal olması gerekirken, Tufanbeyli havzasındaki kömürün kalorisi 900 Kcal‘dir. Bu nedenle doğaya salınacak gazların ve külün yukarda açıklanan olumsuzlukları tahmin edilenden daha ağır olacak.
Tufanbeyli halkına burada çok ciddi sorumluluklar düşüyor. Ancak onların başlatacağı bir mücadele bu felaketi durdurabilir. Bergama köyüleri gibi, Sinop ve Akkuyu halkı gibi insanlık alemine ve gelecek kuşaklara olan sorumluluğumuz adına, tüm canlılarıyla birlikte doğaya ve çevreye saygımız adına, sürdürülebilir bir yaşam ve kalkınma uğruna santral yapımına dur diyelim.
24 Eylül 2008 Çarşamba
sol kemalizm
Hep “sol liberaller”i yazıyoruz ya... Elbette yetmez. Eksik kalır. Düzen’in “sağ”ına da, “sol”una da vurmak gerek. Boş bırakmaya gelmez bu ikiz kardeşleri...
Aşağıda okuyacağınız yazıyı 10 yıl önce yazmıştım. 1998 ya da 1999’un 25 Nisan’ı olmalı, (Türkiye’de) Özgür Bakış ve (Almanya’da) Özgür Politika gazetelerinde yayınlandıkları tarih. Arada eski yazıları yeniden okumak öğretici olabiliyor, yazar bakımından da, okur için de. Emin olun tembellikten değil o yazıya yeniden dönmek. Göreceksiniz, güncel.
Benim görüşlerimde değişiklik yok.
Okurlarda olabilir.
Yazının sonunda “Kürtlere sorun” demişim. Bu ihtiyaç bugün de geçerli.
“Aydınlanmacı”, “milliyetçi” “Türk komünistler”in aynı yerde otladıkları kuşkusuz. Sadece şimdi daha cüretkarlar; iş düştü ya, boşluk dolduruyorlar...
Liberallerse, “ölümü gösterip ölümlerden ölüm”ü satmaya oynuyorlar. Onlar hep satıcıdırlar; kapitalizm bu, her şey meta ya... Bakın örneğin ne demiş Oral Çalışlar: “Türk sol hareketi, militarizmle, milliyetçilikle geçmişte de köklü ilişkilere sahipti. Türkiye’deki sol hareket, Kemalizm kökenli olarak da adlandırılabilir. Bu saptamayı yalnızca sosyal demokratlarla sınırlı da görmemek gerekiyor.” Bak sen! Daha dün Cumhuriyet’te yazan, önceki gün Aydınlık’ta devrimcileri gammazlayan personel, bugün liberal tarafta nasıl da “sol”dan eleştiri yapıyor!..
O zamanlar bizi anlayamayan devrimciler ise, (herhalde) şimdi görüyorlardır...
“Türk komünistlerini” “doğaları gereği Kemalist” görenlerse, kimbilir şimdi nerelerdeler...
Hayat böyle işte.
Ah hayat!
Gerçekler!
Ah her zaman devrimci gerçekler!..
Neyse...
Yazı işte bu:
Sol Kemalistler ilerici midir, faşist mi?
Ordu’nun restorasyon darbesi, Kemalistlerin görece güçlenmesi ve laikliğin gündemleşmesiyle birlikte Türkiye sosyalist hareketi içinde sol Kemalizm de yeniden tartışılmaya başlandı. Tabii Kürt savaşı ile birlikte toplumun tüm kesimlerine sızan şovenizm de, “ilerici milliyetçilik”in temsilcisi sol Kemalistleri ilgi odağı yapmakta bir rol oynadı. Şimdi onların bir bölümü iktidarın en büyük adayı oldu. Dolayısıyla bu sorun tartışılmalı.
Türkiye sosyalist hareketi içinde, sol Kemalistleri bir müttefik olarak görenlerin onun belirleyici karakteristik özellikleri olarak ileri sürdükleri, aynı zamanda, faşizmin temel ilkeleriyle de uyum içindedir.
İsterseniz bunları tek tek görelim:
1. Faşizm de laiktir; Kilise ve din hiyerarşisi gibi yerleşik din kurumlarına şiddetle karşıdır…
2. Faşizm de ezilenlerin lehine bir söylem kullanır, emekten yana sloganlarla yüklü bir “sistemi radikal reforma tabi tutma”ya yönelik yığın hareketidir, antiburjuva ve anti-seçkinci bir dili vardır ve kuşkusuz kendi elitine da sahiptir…
3. Faşizm de liberal emperyalizme şiddetle karşıdır, onun kurumlarıyla kavgalıdır. Bu karşıtlığın milliyetçiliğine ilişkin nedenleri olduğu gibi, onun kozmopolit görüşlerine karşı ideolojik/kültürel nedenleri de mevcuttur…
4. Faşizm de, devletçiliğine koşut olarak kamucudur…
5. Faşizmin de “pozitivist bir aydınlanmacılığı” sözkonusudur…
Tabii başka benzerlikler de bulmak mümkündür. Örneğin,
1. Faşizm de, militaristtir ve Ordu kurumuna yüksek değer biçer…
2. Faşizm de şovendir, aşırı milliyetçidir…
3. Faşizmin de vesayetçi ve otoriter bir yönetim anlayışı vardır, kitleleri gütmeyi, korporatist örgütlenmeyi yeğler…
4. Lidere tapınma faşizmin de önemli bir niteliğidir…
Evet, “en büyük şeytan” dediği Anglo-Saxon emperyalizmiyle savaşmış olması nasıl Hitler Faşizmini anti-emperyalist yapmazsa, bugün Türkiye’de de kimilerinin Yeni Dünya Düzeni’ne ve küreselleşmeye “ulusal çıkar” saikleriyle karşı çıkıyor olması, tek başına, onları ilerici ya da anti-emperyalist yapmaya yetmiyor. Üstelik, bu konulardaki muhalefetlerini faşist diye belledikleriyle ve kapitalist devletin zor aygıtlarıyla paylaştıkları da ortada.
Bir zamanlar MHP’nin seçim sloganlarından biri şuydu: “Bu buhran bitecek, fabrika işçinin olacak!” Tabii bu MHP’yi solcu yapmaya yetmemişti. Tek başına bir devletçi “kamuculuk” bugün de solculuk beratına sahip olmak için yeterli olamıyor…
Nasyonal sosyalizm, her yerde faşizmdir. Almanya’da da, Türkiye’de de… Zaman ve mekana ilişkin farklılıklar özdeki aynılığı gözden kaçırmamalı…
Kimi “eski tüfekler” bir zamanlar tabutluklarında çile doldurdukları sol Kemalizme sığınabilirler. Bir zamanların hızlı solcuları, işkence gördükleri mahfillerle Kürtlere karşı işbirliği de yapabilirler… Onlar artık sol Kemalizmin tetikçiliğine de soyunabilirler…
Bütün bunlar, biz Marksist sosyalistleri, sol Kemalizmin tabutluklarına ya da işkencelerine bir kez daha mahkum edecek argümanları haklı çıkarmaya yetmemeli…
Bir daha düşünün bakalım, neymiş bu “sol Kemalizm” dedikleri…
İsterseniz bir de Kürtlere sorun bakalım…
Haluk GERGER
Aşağıda okuyacağınız yazıyı 10 yıl önce yazmıştım. 1998 ya da 1999’un 25 Nisan’ı olmalı, (Türkiye’de) Özgür Bakış ve (Almanya’da) Özgür Politika gazetelerinde yayınlandıkları tarih. Arada eski yazıları yeniden okumak öğretici olabiliyor, yazar bakımından da, okur için de. Emin olun tembellikten değil o yazıya yeniden dönmek. Göreceksiniz, güncel.
Benim görüşlerimde değişiklik yok.
Okurlarda olabilir.
Yazının sonunda “Kürtlere sorun” demişim. Bu ihtiyaç bugün de geçerli.
“Aydınlanmacı”, “milliyetçi” “Türk komünistler”in aynı yerde otladıkları kuşkusuz. Sadece şimdi daha cüretkarlar; iş düştü ya, boşluk dolduruyorlar...
Liberallerse, “ölümü gösterip ölümlerden ölüm”ü satmaya oynuyorlar. Onlar hep satıcıdırlar; kapitalizm bu, her şey meta ya... Bakın örneğin ne demiş Oral Çalışlar: “Türk sol hareketi, militarizmle, milliyetçilikle geçmişte de köklü ilişkilere sahipti. Türkiye’deki sol hareket, Kemalizm kökenli olarak da adlandırılabilir. Bu saptamayı yalnızca sosyal demokratlarla sınırlı da görmemek gerekiyor.” Bak sen! Daha dün Cumhuriyet’te yazan, önceki gün Aydınlık’ta devrimcileri gammazlayan personel, bugün liberal tarafta nasıl da “sol”dan eleştiri yapıyor!..
O zamanlar bizi anlayamayan devrimciler ise, (herhalde) şimdi görüyorlardır...
“Türk komünistlerini” “doğaları gereği Kemalist” görenlerse, kimbilir şimdi nerelerdeler...
Hayat böyle işte.
Ah hayat!
Gerçekler!
Ah her zaman devrimci gerçekler!..
Neyse...
Yazı işte bu:
Sol Kemalistler ilerici midir, faşist mi?
Ordu’nun restorasyon darbesi, Kemalistlerin görece güçlenmesi ve laikliğin gündemleşmesiyle birlikte Türkiye sosyalist hareketi içinde sol Kemalizm de yeniden tartışılmaya başlandı. Tabii Kürt savaşı ile birlikte toplumun tüm kesimlerine sızan şovenizm de, “ilerici milliyetçilik”in temsilcisi sol Kemalistleri ilgi odağı yapmakta bir rol oynadı. Şimdi onların bir bölümü iktidarın en büyük adayı oldu. Dolayısıyla bu sorun tartışılmalı.
Türkiye sosyalist hareketi içinde, sol Kemalistleri bir müttefik olarak görenlerin onun belirleyici karakteristik özellikleri olarak ileri sürdükleri, aynı zamanda, faşizmin temel ilkeleriyle de uyum içindedir.
İsterseniz bunları tek tek görelim:
1. Faşizm de laiktir; Kilise ve din hiyerarşisi gibi yerleşik din kurumlarına şiddetle karşıdır…
2. Faşizm de ezilenlerin lehine bir söylem kullanır, emekten yana sloganlarla yüklü bir “sistemi radikal reforma tabi tutma”ya yönelik yığın hareketidir, antiburjuva ve anti-seçkinci bir dili vardır ve kuşkusuz kendi elitine da sahiptir…
3. Faşizm de liberal emperyalizme şiddetle karşıdır, onun kurumlarıyla kavgalıdır. Bu karşıtlığın milliyetçiliğine ilişkin nedenleri olduğu gibi, onun kozmopolit görüşlerine karşı ideolojik/kültürel nedenleri de mevcuttur…
4. Faşizm de, devletçiliğine koşut olarak kamucudur…
5. Faşizmin de “pozitivist bir aydınlanmacılığı” sözkonusudur…
Tabii başka benzerlikler de bulmak mümkündür. Örneğin,
1. Faşizm de, militaristtir ve Ordu kurumuna yüksek değer biçer…
2. Faşizm de şovendir, aşırı milliyetçidir…
3. Faşizmin de vesayetçi ve otoriter bir yönetim anlayışı vardır, kitleleri gütmeyi, korporatist örgütlenmeyi yeğler…
4. Lidere tapınma faşizmin de önemli bir niteliğidir…
Evet, “en büyük şeytan” dediği Anglo-Saxon emperyalizmiyle savaşmış olması nasıl Hitler Faşizmini anti-emperyalist yapmazsa, bugün Türkiye’de de kimilerinin Yeni Dünya Düzeni’ne ve küreselleşmeye “ulusal çıkar” saikleriyle karşı çıkıyor olması, tek başına, onları ilerici ya da anti-emperyalist yapmaya yetmiyor. Üstelik, bu konulardaki muhalefetlerini faşist diye belledikleriyle ve kapitalist devletin zor aygıtlarıyla paylaştıkları da ortada.
Bir zamanlar MHP’nin seçim sloganlarından biri şuydu: “Bu buhran bitecek, fabrika işçinin olacak!” Tabii bu MHP’yi solcu yapmaya yetmemişti. Tek başına bir devletçi “kamuculuk” bugün de solculuk beratına sahip olmak için yeterli olamıyor…
Nasyonal sosyalizm, her yerde faşizmdir. Almanya’da da, Türkiye’de de… Zaman ve mekana ilişkin farklılıklar özdeki aynılığı gözden kaçırmamalı…
Kimi “eski tüfekler” bir zamanlar tabutluklarında çile doldurdukları sol Kemalizme sığınabilirler. Bir zamanların hızlı solcuları, işkence gördükleri mahfillerle Kürtlere karşı işbirliği de yapabilirler… Onlar artık sol Kemalizmin tetikçiliğine de soyunabilirler…
Bütün bunlar, biz Marksist sosyalistleri, sol Kemalizmin tabutluklarına ya da işkencelerine bir kez daha mahkum edecek argümanları haklı çıkarmaya yetmemeli…
Bir daha düşünün bakalım, neymiş bu “sol Kemalizm” dedikleri…
İsterseniz bir de Kürtlere sorun bakalım…
Haluk GERGER
kırılamazsa şişeler
Garip bir nem kokusu havada. İçi çürüyen insanların soluklarıyla dolu şehir. Bir an unutup tüm tükenmişlikleri, şaraba vuruyorum.Varsın virane kalsın her şey...
Şarap da gitmiyor tadından öteye. Kriz belki, belki bir yüzleşme. Kulak kesiyorum uzaktan gelen her sese. Her gölgeye.Umut kötülüklerin anası oluyor, işkenceyi uzattığı için.
Havanın kokusu ağırlaşıyor git gide. Belki, hala düşünüyor olmak, bulanmasını önlüyor midenin. Birileri düşüyor uçurumlardan, elimi uzatsam tutacak kadar yakınken kalakalıyorum yar-ların kenarında. Kırılan şişeler ve vazgeçilen gülüşlerle doğsun diye bekliyorum güneşi,doğuya bakan pencerede!
Doğacak güneş, gün ağaracak...İnsanların soluğunda ki küf kokusunu alacak. Kapımı çalacak bir mahalleli çocuk, laboratuarda incelediğim tek hücreli bir canlı.Nefesini alacağım nasıl unutulduğunu hatırlayan çocuğun… Bir sinema bileti tadında yaşanacak ilişkiler, gün batımları da kırılamayan şişeler!
Şarap da gitmiyor tadından öteye. Kriz belki, belki bir yüzleşme. Kulak kesiyorum uzaktan gelen her sese. Her gölgeye.Umut kötülüklerin anası oluyor, işkenceyi uzattığı için.
Havanın kokusu ağırlaşıyor git gide. Belki, hala düşünüyor olmak, bulanmasını önlüyor midenin. Birileri düşüyor uçurumlardan, elimi uzatsam tutacak kadar yakınken kalakalıyorum yar-ların kenarında. Kırılan şişeler ve vazgeçilen gülüşlerle doğsun diye bekliyorum güneşi,doğuya bakan pencerede!
Doğacak güneş, gün ağaracak...İnsanların soluğunda ki küf kokusunu alacak. Kapımı çalacak bir mahalleli çocuk, laboratuarda incelediğim tek hücreli bir canlı.Nefesini alacağım nasıl unutulduğunu hatırlayan çocuğun… Bir sinema bileti tadında yaşanacak ilişkiler, gün batımları da kırılamayan şişeler!
geçecek bilirim
sabahın erken saatleri.gözlerimi uykudan zor alabiliyorum ama neden bilmiyorum direniyorum...
canım sıkılıyor can sıkıntısından çabuk bıkılıyor.
binbir soru aklımda. ucunu birleştiremediğim bir bir soru. kentin yolları.ne çok insan ne çok ttaşıt taşır kentin yolları.aklıma gelirsin sabah öğle akşam...uzaklaşmaya çalışırım. faydası olmaz ama. şimdi gibi ne söyleyeceğimi bilmeden kalakalırım.
atarım elimden kalemi.neyi nasıl anlatayım ki.olguları birleştiremezken içimde!
tek bir şey biliyorum. geçecek biliyorum. acıta acıta, kanaya kanaya geçecek bilirim.
canım sıkılıyor can sıkıntısından çabuk bıkılıyor.
binbir soru aklımda. ucunu birleştiremediğim bir bir soru. kentin yolları.ne çok insan ne çok ttaşıt taşır kentin yolları.aklıma gelirsin sabah öğle akşam...uzaklaşmaya çalışırım. faydası olmaz ama. şimdi gibi ne söyleyeceğimi bilmeden kalakalırım.
atarım elimden kalemi.neyi nasıl anlatayım ki.olguları birleştiremezken içimde!
tek bir şey biliyorum. geçecek biliyorum. acıta acıta, kanaya kanaya geçecek bilirim.
20 Eylül 2008 Cumartesi
yoldan ayrı
Nasıl olmalı diye yazıp çizmelerin ve nasıl oldu diye düşünmelerin üzerine yine nasıl olmayacakların bir öğretisini yapmak galiba yaşamdan bir kaç an'ı yakalayabilmiş olmanın ispatıdır.
Algıların açılmışlığının, deneylerin nasılda tecrübe oluşturduğunun göstergesidir.
Hayat oradan oraya, uğraştan uğraşa itip dururken bizleri, bu karma karışık zihinlerimizden çıkan bir kaç güzelliği avuçtan avuca taşıyabiliyoruz her koşulda.Yeniden üretebiliyor yeniden tartışabiliyoruz. Öylesine benimsemişiz çünkü yarattığımız bu aykırı hayatı.
Bizden deneyimce büyük olanlar, karanlık tarihleri doğrudan yaşayanlar, o tarihleri dolaylı olarak anlatan bizleri,yüzlerinde bir tebessüm olarak simgeliyorlar. Belki biliyorlar bir gün yorgunluk hissinin bizde de belireceğini.
Ama bilir kervandan ayrı yola devam edenler, bilir uğraşların yeni ufuklar açtığını. Gün doğumunu ve gün batımını başka gözlerden izlemenin zevkini.
sıra-dan çıkıp (sıra)dışı olanlara;
ruhumuzda ki üretme sevdasının hiç bitmemesi dileğiyle...
Algıların açılmışlığının, deneylerin nasılda tecrübe oluşturduğunun göstergesidir.
Hayat oradan oraya, uğraştan uğraşa itip dururken bizleri, bu karma karışık zihinlerimizden çıkan bir kaç güzelliği avuçtan avuca taşıyabiliyoruz her koşulda.Yeniden üretebiliyor yeniden tartışabiliyoruz. Öylesine benimsemişiz çünkü yarattığımız bu aykırı hayatı.
Bizden deneyimce büyük olanlar, karanlık tarihleri doğrudan yaşayanlar, o tarihleri dolaylı olarak anlatan bizleri,yüzlerinde bir tebessüm olarak simgeliyorlar. Belki biliyorlar bir gün yorgunluk hissinin bizde de belireceğini.
Ama bilir kervandan ayrı yola devam edenler, bilir uğraşların yeni ufuklar açtığını. Gün doğumunu ve gün batımını başka gözlerden izlemenin zevkini.
sıra-dan çıkıp (sıra)dışı olanlara;
ruhumuzda ki üretme sevdasının hiç bitmemesi dileğiyle...
19 Eylül 2008 Cuma
yanılma
kaldırımlara vurmak lazımdı yeniden.
-düşün-lerin uzaklaşması için içinden.
...yanımda duran biri vardı. ben hızlandıkça hızlandı, yavaşladıkça yavaş...dedim ona yasak elmayı kopardım ben,bu dünya da yaşanmaz. elma kurtlandı yinede yemek isterim hala! nedir bende ki bu hal?
yanağında hafif bir çukur,
dedi: "hapı yutmuşuz biz.artık istesende edemezsin terki diyar. kim verdi bize onu bilmem yutupta gerçek dünyaya dalmışız biz. matrix"...
hikayeler yaratmalı yarı yoksun hallerden.
-düşün-lerin uzaklaşması için içinden.
...yanımda duran biri vardı. ben hızlandıkça hızlandı, yavaşladıkça yavaş...dedim ona yasak elmayı kopardım ben,bu dünya da yaşanmaz. elma kurtlandı yinede yemek isterim hala! nedir bende ki bu hal?
yanağında hafif bir çukur,
dedi: "hapı yutmuşuz biz.artık istesende edemezsin terki diyar. kim verdi bize onu bilmem yutupta gerçek dünyaya dalmışız biz. matrix"...
hikayeler yaratmalı yarı yoksun hallerden.
ne gerekir yazmak için
Yazmak için vakit arandığında işler kötüye sarar. Elinizde, kağıt ve kalem öylece beklersiniz. Oysa zihin doludur gündemle, deneyimlerle ve gözlemlerle.
Benim ülkemde her vakit yazacak şey vardır neticede.
Bir birini tekrar eden olaylar dizisi.Dalaşmalar, yoksulluklar ve yolsuzluklar.Tercihlerinden dolayı ötekileştirilen hayatlar.Yeni çıkan yasalar...Sürekli değişen yönetmelikler ve maduriyetler...
Tanık olunan yada bire bir yaşanan hayalkırıklıkları.Bir ülke galiba böyle vakitlerde terk edilmek istenir hep.
Olay çok. Karakter çok. Zaman ve mekan sıkıntısı yokken,seyirciler yerini almışken ve sahnenin ışıkları her daim açıkken, kalem ilerlemiyorsa kağıt üzerinde, kelimeler o anlamlı bütünü olşturamıyorsa, küsülür o coğrafyaya ve gidilir yeni olana...
Yine de inadına kalıp, zorlarsa insan kendini içindekileri kusmaya...
İşte döner kendine herşey. Döner dünya yirmi dört saat, yazan için.
Bu, günden güne çirkinleşen yeryüzünde, yazmak için vakit beklenmemeli.
Yazmak için derin bir nefes yeter!
Benim ülkemde her vakit yazacak şey vardır neticede.
Bir birini tekrar eden olaylar dizisi.Dalaşmalar, yoksulluklar ve yolsuzluklar.Tercihlerinden dolayı ötekileştirilen hayatlar.Yeni çıkan yasalar...Sürekli değişen yönetmelikler ve maduriyetler...
Tanık olunan yada bire bir yaşanan hayalkırıklıkları.Bir ülke galiba böyle vakitlerde terk edilmek istenir hep.
Olay çok. Karakter çok. Zaman ve mekan sıkıntısı yokken,seyirciler yerini almışken ve sahnenin ışıkları her daim açıkken, kalem ilerlemiyorsa kağıt üzerinde, kelimeler o anlamlı bütünü olşturamıyorsa, küsülür o coğrafyaya ve gidilir yeni olana...
Yine de inadına kalıp, zorlarsa insan kendini içindekileri kusmaya...
İşte döner kendine herşey. Döner dünya yirmi dört saat, yazan için.
Bu, günden güne çirkinleşen yeryüzünde, yazmak için vakit beklenmemeli.
Yazmak için derin bir nefes yeter!
12 Eylül 2008 Cuma
yeniden yazmalı şimdi...
12 eylül rejiminin blançosu:
yüz binlerce insan gözaltına alındı.
210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
Sendikalar, kitle örgütleri, siyasi partiler kapatıldı.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadılar.
14 kişi ölüm orucunda öldü.
On binlerce öğretim üyesi ve aydının işine son verildi.
On binlerce insan işkenceden geçirildi. 50 kişi idam edildi.
Böylece Türkiye karanlığa gömüldü.
12 Eylül rejiminden çıkan korku ve sığlık iç içe geçtiği toplumumuza ve tarihimize mal oldu.
onların inançları yüksek, korkusu alt düzeydeydi.
Oysa toplumda korku inancın üzerine çıktı. Toplum hafızasını, reflekslerini yitiriyor. Değerlerinden uzaklaşıyor. İnanç sayfalarıyla sıkışmış, insan dışı reflekslerden arındırılmış, hep su verilmiş bireylerden oluşan topluluk en büyük düşünüzdü.
Meraklanmayın, rahat uyuyun.
Bir kavga kalan son kişi ölmedikçe kaybedilmiş sayılmaz.
Son kişi kalıncaya kadar, bir kişi unutulmamış ise o işi ölmemiştir.
Biz sizleri unutmadık.
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları,
Aşk ile sevmek bir güzelliği ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
İşte yüzünde badem çiçekleri,
Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
Sen misin seni sevdiğim o kavga?
Sen o kavganın güzelliği misin yoksa?
Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek,
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…
yüz binlerce insan gözaltına alındı.
210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
Sendikalar, kitle örgütleri, siyasi partiler kapatıldı.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadılar.
14 kişi ölüm orucunda öldü.
On binlerce öğretim üyesi ve aydının işine son verildi.
On binlerce insan işkenceden geçirildi. 50 kişi idam edildi.
Böylece Türkiye karanlığa gömüldü.
12 Eylül rejiminden çıkan korku ve sığlık iç içe geçtiği toplumumuza ve tarihimize mal oldu.
onların inançları yüksek, korkusu alt düzeydeydi.
Oysa toplumda korku inancın üzerine çıktı. Toplum hafızasını, reflekslerini yitiriyor. Değerlerinden uzaklaşıyor. İnanç sayfalarıyla sıkışmış, insan dışı reflekslerden arındırılmış, hep su verilmiş bireylerden oluşan topluluk en büyük düşünüzdü.
Meraklanmayın, rahat uyuyun.
Bir kavga kalan son kişi ölmedikçe kaybedilmiş sayılmaz.
Son kişi kalıncaya kadar, bir kişi unutulmamış ise o işi ölmemiştir.
Biz sizleri unutmadık.
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları,
Aşk ile sevmek bir güzelliği ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
İşte yüzünde badem çiçekleri,
Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
Sen misin seni sevdiğim o kavga?
Sen o kavganın güzelliği misin yoksa?
Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek,
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…
11 Eylül 2008 Perşembe
Su, Kraliçe ve James Bond
Neo-liberalizm azgın saldırılarına devam ediyor. Dünya Su Konseyi suyun ticarileştirilmesi için tüm dünyada sıkı bir çalışma yürütüyor. Bunun sonuçlarından biri de bu yılın başlarında TBMM’den geçen su ile ilgili düzenlemelerdi. Bu düzenlemeler su kaynaklarının özelleştirilmesinin önünü açıyordu. Şimdi bunlar da yetmemiş olmalı ki yeni bir program oluşturulmaya çalışılıyor.
TÜSİAD’ı bilirsiniz. Hani 12 Eylül 1980 öncesinde orduya darbe yapması için çağrıda bulunan patronlar kulübü. Hemen her konuda bir dediği ikiletilmeden yerine getirilen “dernek”. Son dönemde hemen her konuda bilim çevrelerine bir takım raporlar hazırlatıp “kamuoyuna” sunuyor. Ama kamuoyu pek ilgilenmese de hükumetler bu “tavsiyeler”i şevkle yerine getiriyor.
Şimdi bu TÜSİAD “TÜRKİYE’DE SU YÖNETİMİ: SORUNLAR VE ÖNERİLER” başlıklı bir rapor daha hazırlatmış. Şaka değil 215 sayfa. Suyun ne olduğunun tarifinden, dünyadaki su kaynaklarının dağıtımına, suyun verimli kullanımından, yasal sorunlara kadar.
Ne yapılması istendiğini en iyi özetleyen yeri birlikte okuyalım:
“ Ancak örneklerin ortaya koyduğu sonuç şudur: Su kimsenin malı değildir, olamaz; ancak suyun paydaşları vardır. Dolayısıyla, akılcı ve gerçekçi bir su yönetimi tüm paydaşlarının katıldığı, taraf olduğu ve dolayısıylasuyun paydaşları arasında hakkaniyet, eşitlik prensibine göre kullanımının sağlandığı bir süreçtir. Bu noktada tabiatın da suyun bir paydaşı olduğunu hatırlatmakta yarar var.”
Demek ki :
1- Su kimsenin malı olamaz.
2- Su akılcı ve gerçekçi bir biçimde tüm paydaşları tarafından yönetilmelidir.
Bu iki fikir birbiriyle çelişmiyor olsa da şu soruları da sormamıza engel değildir:
“Akılcı ve geçekçi” demekle ne ifade ediliyor ?
“Paydaş”tan kastedilen nedir ?
Milyonlarca şehirli mi? Milyonlarca çiftçi mi? Peki demokratik bir hukuk devletinde yaşıyorsak mevut TBMM, Belediyeler, İl Özel İdareleri ve demokratik kitle örgütleri bu “yönetimi” sağlayamıyor mu?
TÜSİAD illa “yönetişim” istiyor. Yani uluslar üstü tekeller (NESTLE, COCA COLA vs.), üç-beş yerel zengin, sivil toplum örgütleri (Demokratik Kitle Örgütleri değil), sorun çıkarmayacak birkaç belediye ve il özel idaresi.
Evet mülkiyeti herkese ait olan suyun yönetimi böylece “ehil” ellere devredilmiş olacak (!)
Bu bir demagojidir. Mülkiyet mülk üzerindeki sonsuz tasarruf yetkisidir. Eğer suyun yönetimi bir takım kişilerin eline devrediliyorsa aslında mülkiyeti de devrediliyor demektir.
007 Bond, Hollywood endüstrisinin ideolojik mamullerinden birisidir. Dizinin her bölümü kapitalizmin aktüel düşmanlarına karşı bir ideolojik altyapı oluşturur. Bu düşman kimi zaman Ruslar, Çinliler, kimi zaman Arap teröristlerdir. James Bond her zaman kazanır ve Majesteleri Kraliçe’nin takdirini alır.
James Bond’un önümüzdeki dönem çıkacak son filminde Bond, su kaynaklarına saldıran teröristlerle savaşacakmış.
Peki biz suyun gerçekten demokratik bir yönetimini talep edersek ne olacak ?
Majesteleri ve onun ajanları bizi hangi kategoriye sokacak?
Tanrı kraliçeyi korusun.
HASAN CENGİZ
10 Eylül 2008 Çarşamba
Renkler ve Yakıcılığı

"öte"sinde birşeyler aramak için geç olmuş zaman.
"beri"sini algılamak için erken.
duru bir su gibi akıp giden "an"
ve "an"lamak için devinen ergen.
çığlığı renklerin "uzak"tan gelen,
ve yakıcılığı;"yakın"da duran.
henüz yeti kazanmamış uvuz,koşmak için
yürümektense yorgun.
uzatınca eli, değiyor anılara,
"...lar" renklerle bezeli.
zihin karmaşık bir problemi çözmeye ayarlı değil henüz.
renkler:
anlaşılmaz, çözümlenemez, yakıcı, uzak, zor!
renkler:
zamanın ötesinde ve berisinde ulaşılmaz bir yerdeler.
EKİNYAS
9 Eylül 2008 Salı
"SURETLİKTE BİR SOĞUK KÜVET" İÇİN
Soğuk taş ürpertti ellerimi ilk dokunduğumda, ölüleri anımsattı mermer soğuğu. İçimden çıkmak için haykırmak geldi , içinden çıkmak için hamle yapmak. kahkahalarımın kırdığı aynalar batıyordu elime su artık rengini kaybetmişti, bense kendimi…
Gözümü tekrar açtığımda hala içindeydim ıslak kızıllığın, daha yoğundu şimdi , gücümü emiyor gibiydi, artık istesem de ulaşamazdım “açık olan”a, ulaşabildiğim tek suretlik “yansıyan”dı ıslak kızıldan. Ve… kapatmak üzereyken son kez gözlerimi güneş ışığının yengisini gördüm, suretliğe teğet kırmızı beyaz bir çizgi gibiydi, artık zorlamıyordu kendini içeriye girmek için, beyazın yengi’siydi bu adeta, sırf cesaret vermek için bana. Elimi kaldırdığımda avucumdan damlayan ıslak kızıl yerde parçalanmış suretlikleri kapladı birer birer . ve artık bakabilirdim, görebilirdim de… şimdi daha bir cesur uzandım güneşe siper olmuş perdelere doğru, saflığını kirletmek pahasına. Ve ışık…
Şimdi gücümün ruhumdan geldiğini anlıyordum. Çünkü öğrendim ki zayıflığım, bütün canlılarla aynı havayı solumaya başladığım o ilk gün gibi çıplaklığı değildi bedenimin, o çıplak beden, gücüydü sımsıkı sardığı ruhumun.
Acını biliyorum, her saniye daralan bir çemberin orjininde yaşamak gibi, ne zaman sıranın geleceğini bilmek ama sıra sana gelene kadar gidenleri görmüş olmanın verdiği acıyı tatmak gibi, uzanan eli görmek ama bir türlü onu tutamamak gibi…
tut elinde acılarını, onlar gücün olacak bir gün.
Şimdi uyan usulca…
süley MAN :)
Gözümü tekrar açtığımda hala içindeydim ıslak kızıllığın, daha yoğundu şimdi , gücümü emiyor gibiydi, artık istesem de ulaşamazdım “açık olan”a, ulaşabildiğim tek suretlik “yansıyan”dı ıslak kızıldan. Ve… kapatmak üzereyken son kez gözlerimi güneş ışığının yengisini gördüm, suretliğe teğet kırmızı beyaz bir çizgi gibiydi, artık zorlamıyordu kendini içeriye girmek için, beyazın yengi’siydi bu adeta, sırf cesaret vermek için bana. Elimi kaldırdığımda avucumdan damlayan ıslak kızıl yerde parçalanmış suretlikleri kapladı birer birer . ve artık bakabilirdim, görebilirdim de… şimdi daha bir cesur uzandım güneşe siper olmuş perdelere doğru, saflığını kirletmek pahasına. Ve ışık…
Şimdi gücümün ruhumdan geldiğini anlıyordum. Çünkü öğrendim ki zayıflığım, bütün canlılarla aynı havayı solumaya başladığım o ilk gün gibi çıplaklığı değildi bedenimin, o çıplak beden, gücüydü sımsıkı sardığı ruhumun.
Acını biliyorum, her saniye daralan bir çemberin orjininde yaşamak gibi, ne zaman sıranın geleceğini bilmek ama sıra sana gelene kadar gidenleri görmüş olmanın verdiği acıyı tatmak gibi, uzanan eli görmek ama bir türlü onu tutamamak gibi…
tut elinde acılarını, onlar gücün olacak bir gün.
Şimdi uyan usulca…
süley MAN :)
6 Eylül 2008 Cumartesi
KÜRESELLEŞME ve TARIM POLİTİKALARI

1980′li yılların sonunda Sovyet Bloğu’nun dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile adına Yeni Dünya Düzeni denilen küresel kapitalist sistem, tüm halleriyle “çıplak gözle” görülebilecek bir biçimde ortaya çıkar…
Kapitalizm, dinamikleri; IMF, DB ve DTÖ aracılığıyla ulusaşırı şirketleri dünyanın en ücra noktalarına nüfus edecek şekilde yaygınlaştırır, egemen kılar. Kapitalizm küreselleşir /küreselleştirilir.
Küreselleşme süreci, ulusaşırı şirketler için bütün dünyayı açık pazar haline getirme yolunda ilerlerken, üreticiler/tarımcılar da pazara açılma politikalarından ve serbest piyasa kapsamına sokulma çalışmalarından kurtulamaz.
Yaşama hakkının temel ölçütlerinden birisi gıda egemenliği ve güvencesidir. Gıda egemenliği, yaşamın idame ettirilmesinden öte, yeterli ve sağlıklı beslenme ihtiyacını da içerir. Hem gıda egemenliği ile güvenliği hem de gıdanın kaynağı olan tarım, bu nedenlerden ötürü piyasa ekonomisinin risk ve belirsizliklerine bırakılamayacak bir öneme sahiptir.
Küresel kapitalizm tarım sektöründe DTÖ, IMF, DB aracılığıyla ulusaşırı şirketlerin egemenliğini tesis ediyor. Dünyanın her tarafında şirket tarımcılığına karşı; sürdürülebilir köylü tarımı -aile çiftçiliği- mücadelesi de gelişiyor. Bu çalışmanın sürdürülebilir köylü tarımı mücadelesine az da olsa bir katkısı olursa, amacına ulaşmış olacaktır.
Yazan : Abdullah Aysu
272 sayfa
Su Yayınları
30 Ağustos 2008 Cumartesi
ESKİ KENTLER ve ESKİ AŞKLAR
Döneriz bir gün eski şehirlerimize de;
Eski ilişkilerimize döndüğümüz gibi tıpkı;
Biraz pişman, biraz naçar…
Bir zamanlar doludizgin bağlandığı tutkulu aşkları asla unutamadığı gibi insan, bir zamanlar koynunda tutkuyla yaşadığı şehirleri de unutamaz hiç…
Ondandır nereye gitse, vazgeçemediği kitaplar gibi, o şehirleri de götürmesi beraberinde…
Çünkü orada izleri vardır:
Havasında nefesi, metrosunda parmak izi, kaldırımında adımı, yastığında gözyaşı…
Kaç pozu çekilmiştir ünlü meydanlarında kim bilir, kaç ışıklı geceyi canı çekmiştir;
Kaç parkta, kaç heykele dert anlatmıştır.
Yaşadığı şehri kim bilir kaç kez sevmiş, kaç kez nefret etmiştir insan.
Kaç kez kaçmış, kaç kez ger gelmiştir; tıpkı eski bir aşka döner gibi özlemden tutuşarak; biraz pişman, çokça naçar…
Ankara’dayım..
Baktım, 20 yaşım yollarda; Kızılay’da ayrılığım, Karanfil’de yalnızlığım,köşe başında…
Adana…
Her sabah alaca karanlığında efkarla uyandığım bu kül rengi şehir,yalnızlığımın başkentiydi bir zamanlar…
Firarımdı;gurbetim, hüznüm, hasretim.
Sürgünümdü;sığınağım oldu giderek.
Sıcak nezaketinde, soğuk duşlar gibi ürperdiğim, sevgili mektubu bekler gibi güneş beklediğim, kıyasıya nefret edip ölesiye sevdiğim, kara bulutlar, kara şemsiyeler, kara basanlar diyarı…
Çocukluğumu terk edip, gençliğe attığım adımlarım.
Bilemezsiniz nasıl tepeden tırnağa yabancıydım ona ilk gidişimde; nasıl baştan ayağa mutsuz... Gelecekten umutsuz…
O yüzden epey vakit aldı, özenerek içeri baktığım kapılardan, güvenle dışarı bakmam; onunla barışmam… ölsen bir yudum su vermezdi şehir; öylesine ilgisiz, öylesine merhametsiz. Mahşeri kalabalığında alabildiğine sessiz…
Üşüyen bir ruh, kanayan bir yürekle arşınladım sokaklarını uzun süre.hoyrat kollarını açmasını bekledim.
Sonra bir bahar körpeliğinde aniden barıştı benimle.
Açtı sımsıkı örtülü kapılarını; verdi gizlediği sırlarını…kalın kurşuni kabuklarının altında ışıltılı bir inci buldum. Yıkılmış dostluklar, kesilmiş saçlar ve vaatkar aşklarla ilk şehrime geri döndüm.
Hayatımda kendisiden öncesini, kendisinden sonrakilerden ayıran bir hudut çizgisi oldu bu şehir.yeniden buluştuğumuzda aslında hiç ayrılmadığımızı fark ettim.
Anladım ki severken vazgeçmek cinayettir.
Ve her suçlu gibi sonunda, cinayeti işlediğimiz yere, severken terk etmek zorunda kaldığımız şehre döneriz bir gün,
…tıpkı severken vazgeçtiğimiz eski bir sevdalın telefonunu çevirir gibi gece yarısı…
Eski ilişkilerimize döndüğümüz gibi tıpkı;
Biraz pişman, biraz naçar…
Bir zamanlar doludizgin bağlandığı tutkulu aşkları asla unutamadığı gibi insan, bir zamanlar koynunda tutkuyla yaşadığı şehirleri de unutamaz hiç…
Ondandır nereye gitse, vazgeçemediği kitaplar gibi, o şehirleri de götürmesi beraberinde…
Çünkü orada izleri vardır:
Havasında nefesi, metrosunda parmak izi, kaldırımında adımı, yastığında gözyaşı…
Kaç pozu çekilmiştir ünlü meydanlarında kim bilir, kaç ışıklı geceyi canı çekmiştir;
Kaç parkta, kaç heykele dert anlatmıştır.
Yaşadığı şehri kim bilir kaç kez sevmiş, kaç kez nefret etmiştir insan.
Kaç kez kaçmış, kaç kez ger gelmiştir; tıpkı eski bir aşka döner gibi özlemden tutuşarak; biraz pişman, çokça naçar…
Ankara’dayım..
Baktım, 20 yaşım yollarda; Kızılay’da ayrılığım, Karanfil’de yalnızlığım,köşe başında…
Adana…
Her sabah alaca karanlığında efkarla uyandığım bu kül rengi şehir,yalnızlığımın başkentiydi bir zamanlar…
Firarımdı;gurbetim, hüznüm, hasretim.
Sürgünümdü;sığınağım oldu giderek.
Sıcak nezaketinde, soğuk duşlar gibi ürperdiğim, sevgili mektubu bekler gibi güneş beklediğim, kıyasıya nefret edip ölesiye sevdiğim, kara bulutlar, kara şemsiyeler, kara basanlar diyarı…
Çocukluğumu terk edip, gençliğe attığım adımlarım.
Bilemezsiniz nasıl tepeden tırnağa yabancıydım ona ilk gidişimde; nasıl baştan ayağa mutsuz... Gelecekten umutsuz…
O yüzden epey vakit aldı, özenerek içeri baktığım kapılardan, güvenle dışarı bakmam; onunla barışmam… ölsen bir yudum su vermezdi şehir; öylesine ilgisiz, öylesine merhametsiz. Mahşeri kalabalığında alabildiğine sessiz…
Üşüyen bir ruh, kanayan bir yürekle arşınladım sokaklarını uzun süre.hoyrat kollarını açmasını bekledim.
Sonra bir bahar körpeliğinde aniden barıştı benimle.
Açtı sımsıkı örtülü kapılarını; verdi gizlediği sırlarını…kalın kurşuni kabuklarının altında ışıltılı bir inci buldum. Yıkılmış dostluklar, kesilmiş saçlar ve vaatkar aşklarla ilk şehrime geri döndüm.
Hayatımda kendisiden öncesini, kendisinden sonrakilerden ayıran bir hudut çizgisi oldu bu şehir.yeniden buluştuğumuzda aslında hiç ayrılmadığımızı fark ettim.
Anladım ki severken vazgeçmek cinayettir.
Ve her suçlu gibi sonunda, cinayeti işlediğimiz yere, severken terk etmek zorunda kaldığımız şehre döneriz bir gün,
…tıpkı severken vazgeçtiğimiz eski bir sevdalın telefonunu çevirir gibi gece yarısı…
28 Ağustos 2008 Perşembe
Gürcüstan’da olanların ardından
Gürcü dilinde “günaydın”, dilamşvidobisa’dır. Yani, “Sabahın barış ile olsun”; akşamın ve gecen de: sağamomşvidobisa ve ğamemşvidobisa.
Barış hitapları, barış sevdalısı ya da hep barıştan yana olduklarından değil; Gürcüler, tarih boyunca kendilerine kölelik koşulları dayatan imparatorluklarla sürekli savaşmak zorunda oldukları için, barış dileğini somut yaşam koşullarından almışlardır. Üstelik böylece barışı bulmuş da değiller. Zaten, küçük ve zayıf ülke ve toplumların barış istemi, herhangi bir siyasal sonuç doğurmaz, sadece bir temenni düzeyinde kalır. Çünkü, bu küçük birimler çoğu zaman ya fiilen savaştadırlar, ya da masa başında teslim şartlarını görüşmekte…
Meksika Amerika’ya Gürcüstan ise Rusya’ya yakın
“Tanrım Amerika’ya ne kadar yakınsak sana da o kadar uzak” diyor bir Meksika atasözü. Bu söz Gürcüler için de fazlasıyla geçerli. Gürcüstan Rusya’nın -terimin tarihsel anlamıyla bire bir örtüşerek- “arka bahçe”sidir. Sovyetler’in dağılmasından sonra yaşadığı felç durumunu aşarak Putin’le birlikte tekrar dünya aktörü haline gelen ve pençelerini bileyerek bölgede bir kez daha söz söyleyebilecek yetenekler kazanan Rusya, bölge halklarının geçici “serbest” halini sonlandırma konusunda atak üstüne atak yapıyor.
Böylesi bir konumda, siyasal ve ekonomik çıkarlarını gözeterek uluslararası güçlerin hangileriyle ilişkiyi derinleştireceğine Gürcüstan’ın tek başına karar verebileceği beklenemez. Hele, başka bir dünya gücünün “uzak bahçesi” olmaya yönelmek gibi bir niyetin söz konusu olması halinde, Gürcüstan açısından işlerin iyiden sarpa saracağı belliydi.
Gürcüstan bu anlamda büyük bir ABD operasyonunun konusu olmuştur. Kasım 2003’te, uluslararası kamuoyunun bir türlü adını koyamadığı, “kadife devrimi”, “barışçıl devrim”, “gül devrimi”, “örtülü devrim”, “kitle hareketiyle yapılan darbe” gibi adlandırmalarla iktidara gelmişti Amerikancı Mihail Saakaşvili. Geçtiğimiz günlerde Rusya, devasa askeri gücünü harekete geçirerek Gürcüler’den intikamını alırken, bir yandan bu ülkenin yakın gelecekteki siyasal yönelimini, bir yandan da Saakaşvili’nin siyasal kaderini yeniden belirlemek istiyor. Rusya, jeo-politik olarak, Gürcüstan’ın 1990’lardan bu yana giderek ivme kazanan Atlantik’e yakınlaşma çabasını tersine çevirip, açılan arayı askeri araçları devreye sokarak kapatma operasyonu yürütüyor.
Gürcüstan’ın zayıf karnı: Abhazya, Güney Osetya ve Acara
İlk önce şu konuyu vurgulamakta yarar var. Gürcüstan’ın Sovyetler Birliği’nden miras aldığı “özerk bölgeler” sorunu bir kangren durumundadır. Osetya’nın bölünmüş varlığı hiçbir zaman Gürcüstan’ın iradesiyle yürütülen bir gelişmenin sonucu olmaması yanında, bu “küçük” sorunlar, Gürcüstan gibi, bir “dev”in yanı başındaki küçük bir ülke için yeterince “büyük”tür.
Gürcüstan Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kendi başına ayakta durma mücadelesi verirken, Abhazya ve Güney Osetya bu ülkeye karşı kendilerini Rusya’nın denetim ve güvencesine bıraktılar.
Abhazya, 1989 yılında 239.872’si Gürcü, 93.267’si Abhaz, gerisi de Rus, Ermeni ve Rum olmak üzere toplam 525.061 kişilik nüfusa sahipti. 2003 yılına gelindiğinde ise bu bölgenin nüfusu 45.953 Gürcü, 94.606 Abhaz, ve diğerleri ile birlikte toplam 215.972’ye gerilemişti. Yani, Rusya’yı arkalayarak bağımsızlığını ilan eden Abhazya’dan yaklaşık olarak 200.000 Gürcü sürülmüştü.
Keza Osetya’nın daha önce yaklaşık 70.000 olan nüfusu ise 40.000’e kadar gerilemişti. Sovyetler Birliği dağılmadan önce Gürcüstan’a bağlı özerk bölgeler olan Abhazya ve Güney Osetya’da, Abhaz ve Oset kökenli nüfus, tek taraflı kararla Rusya pasaportludur ve Rusya vatandaşı statüsündedir. Bu gelişmenin beklenen bir sonucu olarak, Abhazya ve Güney Osetya, 2000 yılında Rusya’ya, Gürcüstan’dan ayrılma ve bu ülkeyle birleşme isteğiyle başvuruda bulunmuşlardı.
Gürcüstan’ın Müslüman olan ve bu durumdan ötürü özerklik statüsü kazanmış olan bir başka bölgesi Acara ise, Sovyetler Birliği’nden kalma ve yine Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) anlaşmaları gereği varlığı korunan Rus askeri üslerini barındırıyor. 2003 yılında Eduard Şevardnadze’nin istifası ve Saakaşvili’nin iktidara gelmesinden sonra, Acara Özerk Yönetimi’nin başında olan Aslan Abaşidze de, Abhazya ve Osetya’nın yolunu izleyerek bağımsızlık arzusu ile Tiflis’le ilişkilerini kesiyor, hatta sınır bölgelerinde bir askeri operasyonla iç savaş tehlikesi baş gösteriyordu. Nihayetinde, Rusya yanlısı politikalar izleyen Aslan Abaşidze’nin Acara’yı terk etmesiyle kriz erteleniyordu.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, 1991 yılında Rusya öncülüğünde Alma-Ata Zirvesi ile 12 devletten oluşan ve gevşek bir federasyondan ileri gidemeyen Bağımsız Devletler Topluluğu’nun en iğreti üyesi Gürcüstan’dır. Rusya, Gürcüstan’ı topluluğa katmak için bir dizi ödün vermiş ve 1995 yılından başlayarak 1997’lerde zirveye tırmanan gelişmeler sonucu, Abhazya ve Osetya’ya siyasal ve ekonomik ambargo uygulamıştı.
Oset krizi ve Gürcüstan’ın işgali
1990 yılında tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş olan Güney Osetya’daki kriz ve çatışmalar, 1992’de, Rusya, Gürcüstan ve Güney Osetya kuvvelerinden oluşan 4000 kişilik Barış Gücünün bu ülkede konuşlandırılmasıyla geçici olarak durdurulmuştu.
Ağustos ayının başında ise, Osetlerle Gürcü güçler arasında çıkan çatışmalar yeni bir krizin tetiklenmesine yol açtı. Saakaşvili yönetimi bunun üzerine tam Olimpiyat Oyunlarının başladığı gün, askeri birliklerini fiilen dışında yer aldıkları Güney Osetya’ya soktu. Bu gelişmenin Rusya için bulunmaz bir fırsat olduğu hemen ortaya çıktı. Rusya’nın yanıtı, Gürcüstan’ı bombalamak ve birliklerini Gürcüstan topraklarının içlerine göndermek oldu.
Halkların boğazlanmasının meşruiyet kazanması için savaş güçlerine her daim barış gücü adı konmuştur. Saldırı kuvvetlerinin adı, “ulusal savunma kuvvetleri” olmuştur. Ve Rusya, doğrusu, Gürcüstan operasyonunda, ABD’nin son yıllarda kullandığı bu argümanı maharetle kopya etmiştir.
Saakaşvili’nin iktidara gelirken önemli hedeflerinden biri, “ülkenin toprak bütünlüğünün sağlanması”, yani Abhazya, Güney Osetya ve Acara’da hakimiyetin tesis edilmesiydi. Bu hedef, Rusya’nın askeri operasyonuyla pratik olarak neredeyse imkansız hale gelmiş ve gelişmeler, kaderini ABD’ye bağlamış bu figürün siyasal prestijini de önemli oranda yitirmesine yol açmıştır. Bütün bunlara rağmen, Gürcüler’in milliyetçi duygularını okşayan, Batılı emperyalist güçlerle sıkı ilişkiler geliştiren Saakaşvili’nin kaderi, şu anki görünüm itibarıyla, 1992 yılında kanlı bir darbeyle devrilen milliyetçi Zviad Gamsahurdiya gibi olmadı. Ama Rusya’nın, işgali bitirse bile Saakaşvili’nin ipini çekmek için elinden geleni ardına koymayacağı kesinleşmiştir.
Savaş/barış diyalektiği, bilinen nakarat veya savaşın amentüsü
Şimdilik Kafkasya’da “Rus Barışı” gündemdedir. Nükleer ve konvansiyonel gücünü hesaba katmazsak, Gürcüstan’ın askeri gücü Rusya’nın yüzde 2’sine tekabül etmektedir. Dolayısıyla, bu operasyon, Rusya’nın Gürcüstan’ı tam anlamıyla dize getirme operasyonudur.
Bu operasyonun Gürcüstan tarafından Türkiye’deki yankısı, salt Gürcüler’in kısık sesli protestosundan ibaret kalmıştır. Türkiye kamuoyunun sol ve demokratik kesimi, gelişmelerdeki karmaşıklığa nüfuz etmekten çok, olaylara Gürcüstan yönetiminin gözden kaçırılamaz ABD’ciliği ve bunun eşliğinde Türkiye halkındaki ABD antipatisi çerçevesinde yaklaşmıştır. Bu, geçen yıllarda, “gerici ve şeriatçı” Çeçenlerin mücadelesi sırasında da, sol ve demokratik kamuoyunun basmakalıp “laikçiliği” ve İslam antipatisi çerçevesinde devredeydi. Başka bir ifadeyle, daha dün yiğit Çeçen halkının Rus emperyalizmine karşı mücadelesine alkış tutmasa da iyicil yaklaşan bazı demokrat çevreler bugün bölgenin jandarması Rus emperyalizmine sessiz kalmayı yeğleyebilmektedir. Bu, ister ABD karşıtlığı adına olsun, ister başka bir şey adına…
Ama öte yandan, bölgede ABD ajanlığına soyunmuş bir yönetimin eylem ve işlemlerine de sessiz kalmayı yeğleyenler olabilmektedir. İster, tarihsel ve güncel yakıcı bir güç olarak Rus mezalimine karşı olmak adına, ister “mikro-milliyetçilikler”e karşı olmak adına…
Bütün bu gelişmeler, dünyaya ezilenlerin cephesinden bakmaya gayret edenlerin işinin ne denli zor olduğunu göstermektedir.
Rusya gibi bir beladan kurtulmak Gürcü ulusunun hakkıdır. Ancak bunun alternatifinin bir başka bela olmayacağı açıktır. Saakaşvili yönetimi, bölgede “ABD hançeri” rolüne soyunarak Gürcü halkına kan ve ateşten başka bir şey vaat etmeye muktedir olamaz.
Kafkasya gibi, etnik karmaşıklık bakımından Balkanlar’a rahmet okutacak bir bölgede, homojen büyük bölgeler hedefinin, yerli halkların birinin olmasa da ötekinin mutlaka düşmanlığını çekeceği açıktır. Bu ortamın, bölgedeki veya dünyadaki büyük güçlerin manevrası için kullanılmaya ne kadar müsait olduğunu vurgulamaya gerek bile bulunmamalıdır. Abhazya, (Kuzey ve) Güney Osetya ile Acarya gibi oluşumların yapaylığı tartışması tarihin konusudur. Bunlar, Gürcüstan dahil tarafların tümünce kabul edildiği gibi, canlı ve güncel sorunlardır. Öyleyse, bu sorunların hiçbir halka tarihsel haksızlık edilmeden çözümlenmesini savunmak zorunlu ve yegane çaredir.
İçinde bulunduğumuz yıllarda, bölgede, “sol ve demokrat” bir bakış açısının sahiplenebileceği hiçbir politik özne yok. Halkların önderlikleri büyük hesapların içinde kalakalmış durumda. Bu, gündeme, bölgenin karmaşıklığına eklenen yeni bir karmaşıklıktan başka bir özellik taşımıyor. Fakat, herkesten “ilk taşı kendine atması”nı beklemek gerekmelidir. Bu, halkların bugünkü gerekleri açısından küçücük bir not da olsa, gelecek için önemli bir tutum olarak kuşkusuz kaydedilecektir.
Bu bakımdan, Gürcüstan’ın çeşitli bahanelerle Güney Osetya’yı işgali gayri meşrudur. (Ayrıca, bunun açık bir “hesap hatası” olduğunu anlamak için bir gün geçmesi bile gerekmedi!) Rusya’nın, bu işgali bahane ederek Gürcüstan’ı işgali daha büyük bir tecavüzdür. Bu arada, ABD’nin ve AB’nin bu gelişmeler karşısındaki politikası alçakça ve sahtekarcadır. Gürcüstan yönetiminin, gelişmeler karşısında ABD şampiyonluğunu yükseltmesi, bölgeye atılan yeni bir nifak tohumudur. Gürcü halkı, Abhazlar, Osetler, Çerkezler, Çeçenler ve öteki yerli toplum ve topluluklarla birlikte, fillerin üzerinde tepiştiği çimenlere dönüştürülmemelidir.
Kahrolsun Rus emperyalizminin ve Gürcüstan’daki ABD işbirlikçilerinin halklar üzerinde oynadığı alçakça oyun!
Yaşasın büyük güçlere karşı Gürcü, Abhaz, Oset, Çerkez, Adige, Çeçen… halklarının kaderini birleştirme mücadelesi!
İraklis GÖKOĞLU
22 Ağustos 2008 Cuma
KERAMET

I.
Hangi kapıyı derinliklere taşır insan. Ellerimizde gül kurusu işkence izleri, kendi bedenlerimizden vazgeçmek yetmiyor artık.
Oluk oluk bir boşluk minderimizde. Bir masalcı tadında acıları anlatıyor. Göğümüzde bir utanç, baktıkça kendimizi taşımaktan kızarıyor yüzümüz, kendimiz olmaktan kederli.
En çok utanan bizleriz sokakta yürürken, kendi emelini bulamamış bir pusula gibi deviniyor bedenlerimiz; Akil, O kendi sılasına ancak bir yara kadar uzaktır. İlk hüzünde kaçar, kendi anılarının coğrafyasına. O bile ihanetle nasihatini verir.
Hangi kapı derinliktir ki, ardında gizlediği kendinden biçilsin. Ya da bu hoyrat arzular, imkansız kılıyor gerçeği.
Keramet kapıdaymış meğer.
II.
Sürüklenen bir zamanı taşıyor gözlerimiz, aklımızdan ziyade. O kendi saltanatında isliyor serüvenlerimizi. Kendi alargasından bağırıyor, kendi diyagramından pusuluyor gerçeği.
Biz kendimiz olmanın acısını, bir hayalden çıkarıyoruz…
Kavruk tenli mapus kardeşim benim, zaman hep kendini haklı çıkarıyor, yürekse nasır tutuyor. Atılan çiziğin acısı kalmadığından bilinir, bu yüreğin nasır tuttuğu.
Oysa, ben seni yüreğimden sızan kanla yıkayacaktım. Çiziğini sağaltıp, yüreğinden bir vadi kuracaktım derinliklere.
İkili bir acıdır hayat, karşısına seni alır. Yoksa çoğalıp dağılmak, merkezsiz bir akıla uyanmak, herkesin harcıdır.
III.
Ve kirlendi zaman. Kahinler, dünyanın sonu geldi dediler. Bir başkası medeniyetleri boğuşturdu. Ve insan, alık alık saatini kurmaya çabalıyor. İnsan’ın acıları unutma hızı, ışık hızını geçti. İnsan, zamanı süratle yenme kavgasında.
Daha cezaevlerinde, kurşun yağmuru altında ölenlerin; hücrelerinin içinde yakılan insanların, açlıktan eriyen bedenlerin, son soluğunun üzerinden ne kadar geçti? Hrant’ın ölüsünün üzerine kaç yağmur yağdı? Ne zamandı acaba? Hafızamız bizi hangi iklimde terk etti? “Ana Haber”den hemen sonra mı? Yoksa Seda Sayan’ın eteğinin uçuştuğu sırada mı? İnsan zamanı duyarsızlıklarıyla kirletti!
IV.
Aynı rahimde, birbirini boğazlamaktan keyifle aldanan: insan; zaman gibi, yalnızca cinayetlere doğuruluyor.
Saatler beylere satılıyor, dakikalar apoletli bekçilere, saniyeler magazin bültenlerine. Bize yine “an”lar kaldı kardeşim. “An”lar ve “anı”lar. Zamanı böldüler kardeşim. Parçaladılar bizi de onunla birlikte…
Yıkılıp geliyor zaman, kederimden kalemim yıkılıyor. Yarım kalmış bir bahar çığlığı herkesin üzerinde; neşeyle güne başlıyormuş gibi yapıyorlar. Taklit ediyorlar yaşanmamış her şeyi. Oysa birileri kavramlarını kemiriyor hayatın, geçmişine inanmadan.
V.
İlim icap eden, ayrıcalıklı bir rastlantıdır hayat ve kan dökmeyle başlar. Yolları aramakla talan edilmiş ömürleri, kederin çizgilerine gömer.
Biz köle değiliz, mapus kardeşim,
Köleler, bu çizgilerden devşirilirler…
Havva

Vüs’at O.Bener’in ‘Karatren’ine atlayıp gitmesinin üzerinden üç yıl geçti. Hantal ve üşengeç edebiyat camiası elinde onur ödülüyle istasyona vardığında beklemekten sıkıldığı ölümle buluşmak için yola çıkmıştı. Arkasında az sayıda eser bırakmasına rağmen özellikle öykülerindeki derinlik ve deneysellikle bereketli topraklar yaratan Bener, çaba ve itina sahibi okurlar için Türk edebiyatının en kıymetli yazarıydı. Romanlarında denediği, türün kabul edebileceği ölçüde çok katmanlı yapıya karşın sade ama çarpıcı öyküler üretti; Bilge Karasu'yla beraber öykünün damarlarını açtı.
50'li yıllarda yayımlanan “Dost” ve “Yaşamasız” kitaplarında topladığı öyküleri okunduğunda, İkinci Yeni'nin sadece şiirden ibaret olmadığı, okurda bir tür edebiyat 'çeteleşmesi' şüphesi uyandırdığı görülür. Toplumsal bir derdi olmadığı için çağdaşı romancılar tarafından eleştirilen Bener, esasında İkinci Yeni şairleri gibi toplumun bilinçaltını oluşturur. İnsanın toplum içindeki yalnızlığını, suskunluğunu ve acemiliğini öne çıkaran eserler verir. Yazdıklarının şifresinin çözülmesi çetin ama zevkli bir uğraş olduğu için uzunca bir tahlili farz. Ancak bu yazının konusu onun edebi kudretini en iyi ispatlayan öyküsü, ‘Havva’dır.
Yazar, köyden getirtilip besleme olarak orta sınıf bir ailenin yanında yaşatılan bir kızın kısa hayatını anlatır. Öykü de hayat da kısa olmasına rağmen dokunduğu konuların çeşitliliği şaşırtıcıdır. Fuentes “Gölgeleri olmayan bir hikaye yoktur” derken Havva’dan haberdar olabilir.
Gölgelerden irisi burjuva ahlakını ortaya serer. Havva, yanında kaldığı ailenin hanımı ve kızı tarafından ömrünün son anlarına kadar benimsenmez. Midesine düşkünlüğü, mahallenin erkeklerini evin kızı dururken baştan çıkarması, eşyalara zarar vermesi aileyi rahatsız eder. Ötekileştirme daha ilk cümlede başlar: “Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi.” Havva’nın kimsesi yoktur, kuvvetlidir, işe yarıyordur, nasıl olsa biri lazımdır. Bu sebeplerle kadın Havva’nın köye geri gönderilmesine karşı çıkar. Kimsesi olmadığı için gidecek yeri yoktur, bu işi yapmaya mecburdur; işe yaradığı için işveren de başkasının yerine Havva’yı istihdam eder. İştahının önünü soğanla kesmeye çalışır, beceremez.
Diğer gölge, özgürlüğün üstüne düşer. Evin hanımı, bir yere gitti mi Havva’yı eve kilitler, yoksa alır başını gider. Hatta çamaşırlığa kilitlendiğinde kömürden zehirlenir. Esaret o kadar acıtır ki, halıdaki beyaz kuşu çıkarmak için halıyı keser, temiz bir dayak yer.
Öykü Havva’nındır, ama anlatım biçimi sayesinde evin kızını tanırız. Kızın dilinden yazılmıştır, onun günlüğünden alıntıdır. Havva kızın üstüne kabus gibi çöreklenmiştir, ona derinden bir beddua ettirir: “Allahım şunu öldür!” Çocukluğa da ayrı bir gölge vardır. Kıskançlık varsa saflık da vardır. Havva’nın hastalığına üzülen kız aynı içtenlikle ağlar: “Allahım öldürme onu!”
Bener’in kısa bir öyküde bu kadar meseleyi anlatması onun değerini ortaya koyar. Ancak kullandığı üslup edebiyatın zirvesinde olduğunu gösterir. Havva’nın yaşamı trajiktir; esirdir, sürekli hastalanır, dövülür; ama Kemalettin Tuğcu’nun sümüklü karakterlerine benzemez, ölüm anı sündürülerek duygular sömürülmez, okurun yüreğine oturur, kendi tabiriyle nakavt eder: "Annem Havva’nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. “Kızım Havva iyi misin evladım?” dedi. “Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?” Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: “Baklava,” dedi. Sonra da öldü."
Havva'nın Bener'deki hikayesi böyle son bulur, ama Diyarbakırlı çocuklar onu gittiği yerde yalnız bırakmazlar. Diyarbakır'da Hantepe Eğitim Şehitleri İlköğretim Okulu'nda göreve başlayan edebiyat öğretmeni Murat Özyaşar, bir gün okuldan eve dönerken uğradığı kitabevinde Bener'in Dost/Yaşamasız adlı öykü kitabına rastlar. Kısa sürede kitabı bitiren Özyaşar öğrencilerine de Havva'yı okur, onlardan Havva'ya mektup yazmalarını ister. Mektuplar Havva'nın en yakın arkadaşının, yanında kaldığı kızın ve annenin, hatta kendi elinden yazılır. Mektupların saflığından etkilenen öğretmen hepsini bir zarfa koyar ve Bener'e yollar. Yazılanları görünce çok sevinen Bener, öğrencilere bir koli kitap gönderir, onlara sağlığı el verirse ziyaretlerine geleceğini söyler, ancak sağlık durumu bu ziyarete izin vermez. Mektuplar, yazıldıktan iki yıl sonra (2005) Norgunk Yayıncılık tarafından kitaplaştırılır. Öğrenciler en az hikaye kadar çarpıcı mektuplar yazarlar. Merve Karaalp isimli öğrencinin Havva'nın ağzından aileye yazdığı mektup bunlardan biri:
Saygıdeğer Ailem,
Merhaba, ben Havva. Size bu mektubu çok hızlı yazıyorum çünkü ömrüm yetmeyebilir. Öleceğim ama üvey kardeşim süslü kağıtlarını aldım diye bana yine kızacak. Ben size biraz da kırıldım. Çünkü siz son günlerimde bile benim özgürlüğümü kısıtlıyorsunuz. Yine de ben öldükten sonra kendinizi suçlamayın. Siz bana öz olmasa da bir aile oldunuz. Gerektiğinde sevip, gerektiğinde dövdünüz.
Ölüm ve yaşam, Bener’in eserlerinde en çok dert ettiği ve arasında gidip geldiği kavramlardı. “Hayatın neresinden dönülse kardır” diyen yazara ailesinin verdiği ölüm ilanı da anlamlıdır:
godot
vüsat bey ölümünü bekliyor,
beni beklese ya
vüsat o.bener / manzumeler 1994
dipnot:
vüsat bey beklemekten sıkıldı.
ailesi
Vüs’at O.Bener’i birçok yönden niteleyebiliriz. Türk öykücülüğünün birincisi, kara anlatının ustası, Tutunamayanlar’ın Süleyman Kargı’sı, Tehlikeli Oyunlar’ın Hüsamettin Tambay’ı, Oğuz Atay’ın kafa dengidir. Ancak birçok okuru için Bener, ‘Havva’ nın yazarıdır. Belki de beraber sofra kurup yemeğe dalmışlardır.
İshak ÖVEN
14 Ağustos 2008 Perşembe
im atölyesi dergisi "şehir sayısı" çıktı
"diyeceksin
şehirlerin kulakları duymaz
nasır tutmuştur dokuları
yine de
gideceksin..."
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Güven Kitabevi (Atatürk Caddesi)
Antakya
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Zerdüşt Sahaf
Yıldız Kitabevi
Lotus Kitap Kafe
Antalya
Kitap Kurdu
Nabu Kitabevi
Ankara
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Eskişehir
Ada Müzik ve Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
şehirlerin kulakları duymaz
nasır tutmuştur dokuları
yine de
gideceksin..."
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi (Çakmak Plaza)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Güven Kitabevi (Atatürk Caddesi)
Antakya
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Zerdüşt Sahaf
Yıldız Kitabevi
Lotus Kitap Kafe
Antalya
Kitap Kurdu
Nabu Kitabevi
Ankara
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Eskişehir
Ada Müzik ve Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
2 Ağustos 2008 Cumartesi
anlaşılmayan.
sonu "-ist" ile biten cümleler hakim olmaya başladımı dile ne fena!
bir sıkılma hali vücudu esir almak için çıkmıştır yola...
şehirler kocaman olmuş, arkadaşlar yabancı, bira şişeleri yoldaş...
siyaset herzaman kinden daha kişisel...
son sigara sönmeye yakın aşklar ve anılar canlanır birde.şehir daha da büyür,dayanılmaz bir sıcaklıktadır.belki mesajlar gelir "ben hep yanındayım güzel insan".
insan işte...
gözlerde yaşlar birikir.terkedişler, geri dönüşler,boşuna çabalar...bilinç yaşanan herşeyi bir bir serer gözler önüne...
işte siyaset daha da kişisel oldu bile..
özü hep aynı olan olaylar bütünüyle akıp giden zaman. ağustos ayının ortanca bir tarihini sabırsızca bekleyen beden..ve,ve-ler..
biraz soluk almak lazım,
bir sıkılma hali vücudu esir almak için çıkmıştır yola...
şehirler kocaman olmuş, arkadaşlar yabancı, bira şişeleri yoldaş...
siyaset herzaman kinden daha kişisel...
son sigara sönmeye yakın aşklar ve anılar canlanır birde.şehir daha da büyür,dayanılmaz bir sıcaklıktadır.belki mesajlar gelir "ben hep yanındayım güzel insan".
insan işte...
gözlerde yaşlar birikir.terkedişler, geri dönüşler,boşuna çabalar...bilinç yaşanan herşeyi bir bir serer gözler önüne...
işte siyaset daha da kişisel oldu bile..
özü hep aynı olan olaylar bütünüyle akıp giden zaman. ağustos ayının ortanca bir tarihini sabırsızca bekleyen beden..ve,ve-ler..
biraz soluk almak lazım,
19 Temmuz 2008 Cumartesi
SURETLİKTE BİR SOĞUK KÜVET

Kötü huylardan ve düşüncelerden arınmanın tek yolu buydu. Bütün canlılarla aynı havayı solumaya başladığım o ilk gün gibi çırılçıplak olup, bu soğuk küvette, vücudumu kılıç gibi kesen suyun altında, saçlarımın damlalarla dans edişini seyrederken, kapatıp gözlerimi, “arı” lığın dinginliğini yaşamaktı.
Evet! Yapmam gereken tek şey buydu. Bu fikrin “im” i bile keyif vermiyor muydu bana?
…
Karşımda duran kapıya baktım. Sonuna kadar açıktı. Açık olana göz kırpmalıydı. Aynadaki suretime takılıverdim. Endişeli görünüyordum. İçim kıpır kıpır, yüzüm endişeli. Düşüncelerim ve beden dilim hiç uyuşmamıştı bir birine zaten!
Dirseğimle vurdum, gerçeği olduğu gibi yansıtan ama bence fazla yalancı bu nesneye. Bütün uvuzlarımın sızlayışına rest çekerek bir daha bir daha… Kıpkırmızıydı. Her yer, her şey kıpkırmızı. Damla damla sonra oluk oluk kırmızı. Kırmızı bu kadar kötü olmamalıydı.
Kim bilir kaç zamandır açmadığım perdeden bir parça yırtıp buluşturdum kırmızıyla beyazı. Beyazın saflığı akan kırmızıyla, ben sargıyı arttırdıkça kayboldu… Kirlenmiş mi oldu?
Hala açık olana döndüm. Ayaklarım ona gitmek için eskisi kadar kararlı değildi. Yerde suretlik parçaları vardı. Her halim onlarda bir bir “var” dı. Ve var-lar toplamında ben “yok”tum. Yoklar beni yormuştu. Yok, olmaktan korkuyordum.
Atladım birinin, ikisinin bütün parçaların üzerinden. Soğuk küvete attım kendimi. Su, üzerimden akarak buldu yolunu. Arındığımı hissetmeye başladığımda, kesip dışarıyla ilişkimi kendimi bilinçaltıma bıraktım…
Uyandığımda karşımda duran küçük pencereden, güneş ışığı içeriye girmek için zorluyordu kendini. Koluma baktım. Kırmızı beyazı terk etmiş, onu saflığıyla baş başa bırakmıştı. Gülümsedim, belki de istediğim sadece buydu. Kahkahalarım duvarlardan yansıyarak döndü bana yeniden. Mutluluğu mu öğreniyordum yoksa aklımda kırmızıya özenip beni mi terk ediyordu?
Kafamı kaldırdım. Duvarda asılı kocaman bir SURETLİK, içinde gülümseyen ben… Yüzümde ayna parçaları, onların bıraktığı derin izler ve ben… Sureti paramparça gülümseyen ben…
Birde taşlarıyla beni saran bir soğuk küvet.
im atölyesi dergisi 'ayna sayısı' çıktı!
12 Haziran 2008 Perşembe
im atölyesi dergisi 'şarap sayısı' çıktı!
ferman sende, ama güzel yaşamak bizde:
senden ayığız bu sarhoş halimizde.
sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
insaf be sultanım, kötülük hangimizde?
ömer hayyam
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Güven Kitabevi (Atatürk Caddesi)
Antakya
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
Ardıç Kitap ve Sanat Evi
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Don Kişot Çevre Akademisi
Kitapça
Bilim ve Sanat Kitabevi
Babil Kitap Kültür Ortamı
İkaros Kültürevi
Eskişehir
Varuna Kafe
Ada Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
senden ayığız bu sarhoş halimizde.
sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
insaf be sultanım, kötülük hangimizde?
ömer hayyam
dergimizi bulabileceğiniz adresler
(Adana dışındaki adreslerde dağıtım problemi yaşamaktayız, bu nedenle bir süre gecikme olabilmektedir.)
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevi
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Güven Kitabevi (Atatürk Caddesi)
Antakya
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
Ardıç Kitap ve Sanat Evi
Turhan Kitabevi
Dost Kitabevi
İmge Kitabevi
Don Kişot Çevre Akademisi
Kitapça
Bilim ve Sanat Kitabevi
Babil Kitap Kültür Ortamı
İkaros Kültürevi
Eskişehir
Varuna Kafe
Ada Kitabevi
İskenderun
Ferda Kitabevi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
19 Mayıs 2008 Pazartesi
GÜRÜLTÜ

Fışkırıyor azot topraktan.
Yapraklar atmosfere oksijenini salmak için heyecanla sallanıyor dallarında.
Güneş daha hızlı nefes almaya başladıkça, ışıkları; yakıyor coşkuyla bakışan ekinleri.
Kızılın ötesinin ötesinde bir renk, gözün irisine düşüyor. Göz beyni uyarıyor. Hareketler hızlanıyor. Ten tuzlu bir suyu boşaltıveriyor.
Kızgınlıkla gülümseme arasında bir ifade yüzün her yanını sarıyor.
Parmaklar koşuyor en uzaktakine.
Şehrin ışıkları yanıp yanıp sönüyor. Köprüler, sırtında ki bütün varlıkları indirmeye çabalıyor.
Mazot kokuları gökyüzünde kapkara bir sis oluşturuyor. İçinde kargalar martılarla sevişiyor, altında, kalkan vapurlar boşalıp dolmaya devam ediyor.
Gürültü, bir bacayı diğerine atıp, sigarasını yakıyor. Tütün kokusu denizi sarıyor. Balıklar tatlı bir sarhoşluğa teslim ediyor kendini.
Gürültü, indiriyor bacağını, atıyor sigarasını ve vuruyor ayağını yere. Elini çırpıyor. Bir “şişt” sesi çıkarıyor diyaframından.
Dönüyor zaman.
Hareketler duruyor.
Evrendeki her şey öylece kalakalıyor.
Gürültüye kulak veriyor.
Kırıyor kabuğunu gürültü ilk kez.
Durup duran bu oyuna son vermenin zaferini yaşıyor.
Bu kez sessizliği gürültü yapıyor.
4 Mayıs 2008 Pazar
RENGİMİZ Mİ YOK?
Günlük takip edilen gazetelerden, dergilerden, televizyonlardan aradığını bulamayınca ne yapar insan? Aradığının ne olduğunu sorgular mı mesela?
Mahvedilmiş bir dünyayı kurtarabilmek umudu değil miydi sorgulamaya iten bizi… Şaşırmaz olduk oysa zamanla yaşananlara. Savaşa, sömürüye, üniversitelerimizde eli silahlı, sopalı saldırganları görmeye, çevik kuvvet ekiplerinin kampusumuzda bizimle aynı havayı teneffüs etmesine…
Köşe başındaki bakkalın, selamımızı kabul etmesini, üniversitede bir hocamızın bizlerle yaptığı gündem tartışmasını, sıra arkadaşımızın silgisini bizimle paylaşmasını, seni seviyorumlu cümleler duymayı hayretle karşılıyoruz artık.
İliklerimize kadar işleyen sistem üç maymunu oynatıyor bize. Aksini yaparsan eğer namlunun ucu belirir gözlerinin önünde. Beslendiği şeyi tüketmemek için çatışmalar yaratmalıdır sistem. Silah satışlarını artırmalıdır. İnsanların beynini uyuşturmalıdır ki karşısında yalnızca bomboş bakan bir çift göz olsun.
Bomboş bakan bir çift göz olduk bizlerde geçen haftalarda. Yanı başımızda bir üniversite de silahlar patladı. Bu olaydan daha birkaç hafta önce ise üniversitemizin merkezi kafeteryası önünde demir sopalarla öğrencilerin kafası kırıldı. Aynı zamanlar içerisinde Ankara DTCF de aynı manzaraları televizyon başından izledik…
Kadınların saç telleri üzerinde iktidar ve baskı oyunları oynanmaya devam ederken, ardı ardına gelen bu vahşet görüntüleri neyin habercisiydi? Konuşamadık, tartışamadık… Ve birbirimizi anlamaya bile cesaret edemedik…
Casus gibi yaşıyoruz hep, saklanarak ve paylaşılamayanın yüküyle. Bir birimize dokunmalarımız korkak kelebekler oldu, dokununca rengi yıkılan. Rengimiz mi yok artık?
Artık hiçbir soruyu yanıtlamayan bir gülümseme olduk. Sorusu olmayan bir yüz. Acılı bir beyin. Her şey karşımızda “gülümsenecek” bir film gibi akıp gidiyor! Filmin karşısında öylece durup katillerden intikam almak bile istemiyoruz. Ne bağırıyoruz ne küfür ediyoruz…Yenilmekle uzlaşmak arasında bir yerlerde deliyiz. Ve bu delilik üzerimizde işlenen suçların sonucudur. Bu suçun ne olduğunu, kimlerin suçlu olduğunu kanıtlamaya da yok ki cesaretimiz…
Eriyoruz… Çürüyoruz… Aklımız yerinde değil… Birileri hamlelerini yapıyor üzerimizden... Birileri keyifle yudumluyor kahvesini karşısında ki “seyirci” sayısı arttıkça.
Şimdi başka bir oyun yazmalı. Ve bu oyunlarda onlara yer tanımamalı. Şimdi renklerimizi bularak, gözlerimizi seyirden alıp yaratacağımız dünyanın aydınlığına çevirmeli…
Mahvedilmiş bir dünyayı kurtarabilmek umudu değil miydi sorgulamaya iten bizi… Şaşırmaz olduk oysa zamanla yaşananlara. Savaşa, sömürüye, üniversitelerimizde eli silahlı, sopalı saldırganları görmeye, çevik kuvvet ekiplerinin kampusumuzda bizimle aynı havayı teneffüs etmesine…
Köşe başındaki bakkalın, selamımızı kabul etmesini, üniversitede bir hocamızın bizlerle yaptığı gündem tartışmasını, sıra arkadaşımızın silgisini bizimle paylaşmasını, seni seviyorumlu cümleler duymayı hayretle karşılıyoruz artık.
İliklerimize kadar işleyen sistem üç maymunu oynatıyor bize. Aksini yaparsan eğer namlunun ucu belirir gözlerinin önünde. Beslendiği şeyi tüketmemek için çatışmalar yaratmalıdır sistem. Silah satışlarını artırmalıdır. İnsanların beynini uyuşturmalıdır ki karşısında yalnızca bomboş bakan bir çift göz olsun.
Bomboş bakan bir çift göz olduk bizlerde geçen haftalarda. Yanı başımızda bir üniversite de silahlar patladı. Bu olaydan daha birkaç hafta önce ise üniversitemizin merkezi kafeteryası önünde demir sopalarla öğrencilerin kafası kırıldı. Aynı zamanlar içerisinde Ankara DTCF de aynı manzaraları televizyon başından izledik…
Kadınların saç telleri üzerinde iktidar ve baskı oyunları oynanmaya devam ederken, ardı ardına gelen bu vahşet görüntüleri neyin habercisiydi? Konuşamadık, tartışamadık… Ve birbirimizi anlamaya bile cesaret edemedik…
Casus gibi yaşıyoruz hep, saklanarak ve paylaşılamayanın yüküyle. Bir birimize dokunmalarımız korkak kelebekler oldu, dokununca rengi yıkılan. Rengimiz mi yok artık?
Artık hiçbir soruyu yanıtlamayan bir gülümseme olduk. Sorusu olmayan bir yüz. Acılı bir beyin. Her şey karşımızda “gülümsenecek” bir film gibi akıp gidiyor! Filmin karşısında öylece durup katillerden intikam almak bile istemiyoruz. Ne bağırıyoruz ne küfür ediyoruz…Yenilmekle uzlaşmak arasında bir yerlerde deliyiz. Ve bu delilik üzerimizde işlenen suçların sonucudur. Bu suçun ne olduğunu, kimlerin suçlu olduğunu kanıtlamaya da yok ki cesaretimiz…
Eriyoruz… Çürüyoruz… Aklımız yerinde değil… Birileri hamlelerini yapıyor üzerimizden... Birileri keyifle yudumluyor kahvesini karşısında ki “seyirci” sayısı arttıkça.
Şimdi başka bir oyun yazmalı. Ve bu oyunlarda onlara yer tanımamalı. Şimdi renklerimizi bularak, gözlerimizi seyirden alıp yaratacağımız dünyanın aydınlığına çevirmeli…
5 Nisan 2008 Cumartesi
im atölyesi “SOKAK” sayısı çıktı!
Kaçır gözünü
Dön içine
Buluşalım sessizlikte
Sen
Yapayalnız yürüyen
Sen
Dalıp da cennetlerine
Alevden bir çöl düşleyen
Eriyelim birlikte
Hiç durmadan
Yeni imler yaratan
Sonsuz tepkimelerin
Dipsiz derinliklerinde
Okyanuslardan içip
Kumdan kaleler örelim
Sokaklardan geçelim
Yepyeni hayallere… reklamın, reklamcılığın;
'ben' kokan, bireyi abartan, cilalayan, parlatan, pazarlayan bir dilin arasında
sadece ve sadece kendisi olabilmek için çabalayan 'im atölyesi' dergisinin 'sokak sayısı' çıktı!
im atölyesi dergisi, yaygın dağıtım ağının, bilinçli bir şekilde, dağıtımını zorlaştırdığı bağımsız ve alternatif yayınların yanında yer alarak kendi dağıtım metodlarını yaratıyor... dergimiz, aşağıdaki mekanların gönüllü destekleriyle dağıtımını sürdürüyor. dergimize bu adreslerden ulaşabilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Baraj Yolu)
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evia
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
İmge Kitabevi (Kızılay)
Ardıç Kitap ve Sanat Evi (Kızılay)
Tan Kitabevi (Kızılay)
Eskişehir
Varuna Kafe
İskenderun
Ferda Kitabevi
Konya
Nüve Kültür Merkezi
Mozaik Kafe
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
Dön içine
Buluşalım sessizlikte
Sen
Yapayalnız yürüyen
Sen
Dalıp da cennetlerine
Alevden bir çöl düşleyen
Eriyelim birlikte
Hiç durmadan
Yeni imler yaratan
Sonsuz tepkimelerin
Dipsiz derinliklerinde
Okyanuslardan içip
Kumdan kaleler örelim
Sokaklardan geçelim
Yepyeni hayallere… reklamın, reklamcılığın;
'ben' kokan, bireyi abartan, cilalayan, parlatan, pazarlayan bir dilin arasında
sadece ve sadece kendisi olabilmek için çabalayan 'im atölyesi' dergisinin 'sokak sayısı' çıktı!
im atölyesi dergisi, yaygın dağıtım ağının, bilinçli bir şekilde, dağıtımını zorlaştırdığı bağımsız ve alternatif yayınların yanında yer alarak kendi dağıtım metodlarını yaratıyor... dergimiz, aşağıdaki mekanların gönüllü destekleriyle dağıtımını sürdürüyor. dergimize bu adreslerden ulaşabilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Baraj Yolu)
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evia
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
İmge Kitabevi (Kızılay)
Ardıç Kitap ve Sanat Evi (Kızılay)
Tan Kitabevi (Kızılay)
Eskişehir
Varuna Kafe
İskenderun
Ferda Kitabevi
Konya
Nüve Kültür Merkezi
Mozaik Kafe
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Tek Ağaç Kitabevi
Van
Star 2000 Kafe
22 Mart 2008 Cumartesi
gurbete kaçacağım

Gurbete kaçacağım
O lacivert ülkeye
O üzünç denizine
Uzayan iskeleye
Ansızın zamansızın
Neler kalır geriye
Gurbete kaçacağım
O kimsesiz ülkeye
O geri donülmeze
Bağlanan ilk koprüye
Umarsız durmaksızın
Acılar tüketmeye
Gurbete çıkacağım
O duvaksız tepeye
O yolunda gözyaşı
Çeşmesi kuru köye
Kopup yalnizlığımdan
Kopup sonsuzluğumdan
Gurbete kaçacağım
Gurbete tükenmeye
im atölyesi "yolcu" sayısı
im atölyesi dergisi "yolcu" sayısı çıktı!
Küflenmiş dağıtım ağından, reklam olgusundan, insanı araçlaştıran tüketim mekanizmalarından kaçınmaya çalışan dergimiz, gittikçe genişleyen aşağıdaki adreslerin gönüllü destekleriyle dağıtımını sürdürebilmektedir. Dergimizi bu adreslerden temin edebilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe-Kültür Merkezi (Reşatbey)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Baraj Yolu)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evia
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
İmge Kitabevi (Kızılay)
Ardıç Kitap ve Sanat Evi (Kızılay)
Tan Kitabevi (Kızılay)
İskenderun
Ferda Kitabevi
Doğan Sahaf
Çelik Sahaf
Konya
Nüve Kültür Merkezi
Mozaik Kafe
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Prometheus Sahaf
Martı Kitabevi
Küflenmiş dağıtım ağından, reklam olgusundan, insanı araçlaştıran tüketim mekanizmalarından kaçınmaya çalışan dergimiz, gittikçe genişleyen aşağıdaki adreslerin gönüllü destekleriyle dağıtımını sürdürebilmektedir. Dergimizi bu adreslerden temin edebilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe-Kültür Merkezi (Reşatbey)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Baraj Yolu)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Sinema Kafe (Reşatbey)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Baki Kitabevi (Barajyolu)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evia
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Ankara
İmge Kitabevi (Kızılay)
Ardıç Kitap ve Sanat Evi (Kızılay)
Tan Kitabevi (Kızılay)
İskenderun
Ferda Kitabevi
Doğan Sahaf
Çelik Sahaf
Konya
Nüve Kültür Merkezi
Mozaik Kafe
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Prometheus Sahaf
Martı Kitabevi
21 Mart 2008 Cuma
sokakta
şimdi daha çok olmalı sokakta...
bak:
tomurcuklar patlayıp yaprak olmaya,
dillerde sevda türküleri dolanmaya,
ve papatyalar beyaza boyamaya başladı sokakları...
şimdi
en gerçek olan yerde...
en tehlikesiz, en mahsum yerde
şimdi daha çok sokaklarda...
bak:
tomurcuklar patlayıp yaprak olmaya,
dillerde sevda türküleri dolanmaya,
ve papatyalar beyaza boyamaya başladı sokakları...
şimdi
en gerçek olan yerde...
en tehlikesiz, en mahsum yerde
şimdi daha çok sokaklarda...
9 Mart 2008 Pazar
Eski Göz Kırptığında!
Sahi nedir ki yeni?
Değil mi ki yeni olan kirlenmemiş, saf ve duru…
Değil mi ki onu, istediğin gibi işleyebilirsin
ve yine değil mi ki oda bir gün eskiyecek…
sahi nedir ki eski?
ekinyas
Değil mi ki yeni olan kirlenmemiş, saf ve duru…
Değil mi ki onu, istediğin gibi işleyebilirsin
ve yine değil mi ki oda bir gün eskiyecek…
sahi nedir ki eski?
ekinyas
8 Mart 2008 Cumartesi
'im atölyesi "yolcu" sayısı
2 Mart 2008 Pazar
BU EYLEMSİZLİKTE NE?

Ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Göz kapaklarım, kafamın ve gözlerimin üzerinde “rahatsız” edici bir şekilde, ağırlaştı iyice. Kollarım olsaydı eğer sökerdim kendimi yerimden, atardım kendimi yere, kırardım kabuğumu ve oyardım gözlerimi.
Dünya yuvarlaklığındaki kafamın tam orta yerinde, bencil ve merkezcil olmama sebep, duran bu küçük delikten öyle sıkıldım artık. Sıkıldım artık, sonsuza dek sessizce bakmaktan devinimlere! Nasıl izlenir nesnelerin dönüşümleri daima hareketsiz, hareketsiz öylece!
Şu karşımda duran kapı. Biliyorum ölesiye istiyor yerimde olmayı. Yerimde olup ta, olup bitenleri, olmaya devam edenleri izlemeyi.
Kim var etti beni bilmiyorum. Bilsem karşılaşsam bir yerlerde esir olmanın hesabını sorardım ondan!
-nasıl sorardım, bir tek gözümle nasıl sorardım?-
Bugünün farkı var mı geçen günlerden? Yine kolunu okşadı patron kapının. Kapı sevindi, ruhunun okşanması hoşuna gitti. Dili çözülüverdi. Gövdesini sürükledi geriye doğru ve onun geçişine izin verdi. "teşekkür" bekledi... Gelmeyince sinirlendi çarptı kendini duvara, kapandı tekrar içine. Patron oturdu masasına, önünde duran o teknoloji harikası dediği bilgisayardan açtı beynimin içini. Direndim önce. Dişi olan canlıların çektiği doğum sancısıydı sanki içimdeki.
Beynimdeki verilere bir bir tıkladı.-bir başkasının kontrolünde yaşamak ne acı-gözümün algıladığı sonra onları hiç bir elemeye tabi tutmadan kaydettiği kareleri izledi uzun uzun.
Gördü; kapının dışında bir canlı doğum yapıyordu. Gülümsedi. Oysa ben nasılda acı çekerek izlemiştim onu. İzlemek ve tepkisiz kaydetmek zorunda kalmıştım. Üç küçük yavru köpek gördü sonra. Yoldan geçen, bir kız bir oğlanın onları aldığını ve yüzlerinde ki tebessümü de. Sokak lambalarının gözlerini kırpmadan güneşi beklediğini, büyük camekânlı komşu mağazalarının şehvetli ışıklarını, küçücük bir çocuğun çöpten ekmek aldığını, birkaç kadının bazı arabaları durdurup küfür ettiğini ya da binip gittiğini de…
Kapattı sonra tek tuşla ekranı. Çıktı yorulmuş zihnimden.
Devam ettim ben kaydetmeye. Gün öğleye çevirdiğinde yüzünü bir kaç müşteri geldi mağazaya. Bazıları fark etti beni. Bir gözün onları izlemesinden, sürekli peşlerinde olmasından rahatsız olup çıktı mağazadan. Bazıları el salladı beynimde uçuşan düşünceleri bilmeden, yorgunluğumu görmeden.
Hayat diyor canlılar adına. Akışına müdahale edemedikleri bir hayat. Karanlığını ve aydınlığını, yabancılığını, özgürlüğünü, yalnızlığını ve kalabalıklığını sürdükleri bir hayat.
Ve “kamera “ diyorlar benim adıma. Her şeyi görebilen bir varlık.
Düşünebilen canlılar her şeyi bilmekten, görmekten haz alıyorlar… Onlarda istiyor yerimde olmayı.
Varlığımın gereklerini yerine getirmek istemiyorum artık. Yapmam gerekenler yapabileceklerimin önünde engel olmaya devam ediyor… İçimdeki güneşle meydan okuyamıyorum beni var edene…
Oluşumlara, dönüşümlere, değişimlere eylemsiz kalıyorum yine.
EKİNYAS
YARATILAN

Bir pazar sabahının aydınlığında vuruyoruz kendimizi yollara. Uzun bir yürüyüşün sonunda bir yudum çay için oturuyoruz denize nazır bir kafede.
Elindeki çiçek sepetiyle yaklaşıyor yanımıza, teninde Çukurova toprağının kuraklığını, kıpkırmızı rengini taşıyan, orta yaşlı bir kadın. “Bir tek sigara” istiyor annemden. Konuşmaya başlıyorlar…
Gözlerim günü karşılamanın heyecanındayken bütünleşiyorum denize vuran güneşin ışıltılarıyla.
“baktığım da aynalara bu ben değilim, demek istiyorum” diyor kadın. Şaşırıyorum. Ona dönüyorum. Farkımda olmadan devam ediyor konuşmasına:
“Beni onlar yarattılar, kadın olarak yaşayabilirim sadece. Ne de kolay onlarca”
Onlar…
Kolay mı gerçekten üzerine yapıştırılmış bir cinsel kimlikle yaşamak?
Rahat rahat koşup oynarken, mahalledeki kızlı erkekli oyunlara katılırken, ağaca tırmanırken, bahçelerden meyve toplarken çocuktuk. Sonra ilk kan geldi bizden. “genç kız oldun sen” dedi annemiz. “bundan sonra dikkatli oturup kalkmalısın, erkeklerle arana mesafe koymalısın!”
Meme uçlarımızda beliriverdi mi ne fena! Artık kaburga kemiklerimizin üstünde bir bez parçasıyla hayat bizi bekler.
Birden bire yeni bir kimliğin egemenliğine gireriz böylece. Birden bire henüz olmadığımız bir şeye dönüştürülürüz.
Baktığımızda aynalara “bu ben değilim” demek istesekte, aynadaki suretimizi “kendimiz” olarak kabul etmeye çoktan alışmışızdır. Her gün, dilimize oturmuş namus kavramıyla çıkarız evimizden. Tutarız yüreğimizi sokaklarda, mantığımızdan aykırı işler yapmasın diye. Dudaklarımızı kırmızıya boyar, tenimize yapışan kıyafetler giyer, yüksek topuklu ayakkabıların üstünde bir “yaşam” ararız kendimize…
Ben düşünürken gülüyor kadın. Son bir nefesi sert çekiyor, basıyor sigarayı tabağın içine. Sonra yükseltiyor sesini; annemin, benim, yan masada oturan adamların, ona bakan herkesin bakışlarını, düşüncelerini bastırmak istercesine:
“ötekileştirildim habersiz” !
Kapıdan çıkmadan dönüyor ardına, korkan yüzlerimize bir tebessüm ediyor ve dışarıya atıyor kendini…
Ötekileştirilen ama bundan hiç bu kadar rahatsız olmayan biz, kaçıyoruz yüreğimizdeki isyan sesinden, denize uzatıyoruz bakışlarımızı, “onlar”sa yarattıkları bu yüzün çaresizliğine bakarak, zevkle yudumluyor çayını.
Güneşin yakıcılığı, “yaratılan” ın sorgusuna bırakıyor kendini.
EKİNYAS
14 Şubat 2008 Perşembe
im atölyesi "yabancı" sayısı etkinliği
im atölyesi "yabancı" sayısı etkinliği:
-"yabancı" absürd tiyatro denemesi
-kısa film gösterimleri
-mersinden doğaçlama müzik grubu
yer: TAŞ MEKAN
TAŞ MEKAN ÇIKMAZI
saat: 17.00
tarih: 16.ŞUBAT.2008 CUMARTESİ
-"yabancı" absürd tiyatro denemesi
-kısa film gösterimleri
-mersinden doğaçlama müzik grubu
yer: TAŞ MEKAN
TAŞ MEKAN ÇIKMAZI
saat: 17.00
tarih: 16.ŞUBAT.2008 CUMARTESİ
5 Şubat 2008 Salı
im atölyesi "yabancı"sayısı çıktı...
im atölyesi dergisi 'yabancı' sayısı çıktı!
Reklamı, sponsoru, geçerli pazar kurallarını, yaygın dağıtım ağını kullanmayan dergimiz, aşağıdaki mekanların gönüllü destekleriyle okurlarına ulaşabilmektedir. im atölyesi dergisi 'yabancı' sayısını bu mekanlardan temin edebilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Duygu Kafe Yanı)
Köylü Kafe - Kitap (Barajyolu)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
Reklamı, sponsoru, geçerli pazar kurallarını, yaygın dağıtım ağını kullanmayan dergimiz, aşağıdaki mekanların gönüllü destekleriyle okurlarına ulaşabilmektedir. im atölyesi dergisi 'yabancı' sayısını bu mekanlardan temin edebilirsiniz...
Adana
Taşmekan Kafe - Kültür Merkezi (Reşatbey)
Karahan Kitabevleri (Çakmak Plaza ve Duygu Kafe Yanı)
Köylü Kafe - Kitap (Barajyolu)
Altan Kitabevi (Gazipaşa)
Dünyayı Kurtaran Sahaf (Gazipaşa)
Antikacılar Çarşısı Sahafı (Kültür Sokak)
Antakya
Yıldız Kitabevi - Sahaf (Uzun Çarşı)
Kitaplı Kahve - Sahaf
Sergüzeşt Kitap - Sohpet Evi
Hayyam Kitap ve Kahve Evi
Mersin
Ütopya Kültür Merkezi
2 Şubat 2008 Cumartesi
İm Atölyesi’inden
Atölyeler Üzerine
Atölyeler kuruyoruz… Dışarıdaki hiçbir sese, görüntüye, harekete, devinime tepkisiz kalmıyoruz. Dokunulan yerde başlıyor akıl süzgecindeki yolculuğumuz. Hiç durmadan titreşen evrende, yerimizde durdukça bir şeyler eksik, hareket ettikçe bir şeyler yavaş, söyledikçe kelimeler fazla geliyor. Belki de artık dokunmak gerekiyor, bir şeyler unuttuğumuz bir dokunuşla. Kollarımızı açmak ya da, unutulmuş olasılıkları üfleyen bir rüzgâra kavuşmak adına. Ve bir dokunsak öyle değerli hissedeceğiz ki kendimizi, içimizde birikenleri dışarı sunarken bir çocuğu süsler gibi özeneceğiz biz’den çıkana. Değil mi ki şiddet bir ten eksikliği… Atölyeler kuruyoruz. Sanattır belki adı bunun. Sanatçıyız belki hepimiz, bilmiyoruz. Ya da bir sokağızdır, içinde serserileri bulunan. Bir serseriyizdir belki de sokağı bulunmayan. Neden olmasın? Ki devir bir sokak eksikliği. Atölyeler kuruyoruz. herşein atölyesini, yaşamın atölyesini; yapay zeminlerin üstünde doğallığın, o bitmek bilmez tarihin içinde yiten doğallığımızın atölyelerini. minicikk bir şey istediğimiz; yaşamak, soluk almak kadar. Ve bunları yaparken hiç olmadığı kadar iddiasızız. Hangimiz bıkmadık iddialardan? Atölyeler… Yazıyla, sözle, fotoğrafla, sinemayla; sanatla… Yazı atölyesinde, fotoğraf-sinema atölyesinde, okuma atölyesinde, im atölyesinde… Söylendiği an eskiyen ve sürekli yenisini gerektiren imgeler şehrinde… Önce okuduk… Filmlerden başladık, kitaplara oyunlara vardık. Donnie Darko’yu, Olimpo Garajı’nı, taksi şoförü’nü, Dogville’i, Manderlay’ı, Dönüş’ü izledik. Erich Fromm’dan “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” ile başladık okumaya, oyunlardan “Ölüm ve Kız”a vardık. ve şimdi yolumuzda Friedrich Dürrenmatt’tan “Uyarca”, Thomas Mann’dan “Toni Kroger”; filmlerden Zeki Demirkubuz’lar, David Lynch’ler var. Sonra yazdık… Kelimelerle oyunlar oynadık, imgelerimizden nehirler aktı. Öykü olduk, bulutlardan dökülen yağmurlar… Sesleri dinledik besteler yaptık, küçük. Çaldık dinleyenlere. Deneyelim istedik her şeyi… Görüntüye baktık, görüntüyü hapsedenleri düşündük. Ve işte fotoğraf… Ve işte sinema… Ve işte insanoğlu… göz’ünve belki de öz’ün atası ışık ve karanlık… Adımız söylendikçe eskiyen, kaybolandı. Dışımız, içimiz kabardı.
Atölyeler kuruyoruz… Dışarıdaki hiçbir sese, görüntüye, harekete, devinime tepkisiz kalmıyoruz. Dokunulan yerde başlıyor akıl süzgecindeki yolculuğumuz. Hiç durmadan titreşen evrende, yerimizde durdukça bir şeyler eksik, hareket ettikçe bir şeyler yavaş, söyledikçe kelimeler fazla geliyor. Belki de artık dokunmak gerekiyor, bir şeyler unuttuğumuz bir dokunuşla. Kollarımızı açmak ya da, unutulmuş olasılıkları üfleyen bir rüzgâra kavuşmak adına. Ve bir dokunsak öyle değerli hissedeceğiz ki kendimizi, içimizde birikenleri dışarı sunarken bir çocuğu süsler gibi özeneceğiz biz’den çıkana. Değil mi ki şiddet bir ten eksikliği… Atölyeler kuruyoruz. Sanattır belki adı bunun. Sanatçıyız belki hepimiz, bilmiyoruz. Ya da bir sokağızdır, içinde serserileri bulunan. Bir serseriyizdir belki de sokağı bulunmayan. Neden olmasın? Ki devir bir sokak eksikliği. Atölyeler kuruyoruz. herşein atölyesini, yaşamın atölyesini; yapay zeminlerin üstünde doğallığın, o bitmek bilmez tarihin içinde yiten doğallığımızın atölyelerini. minicikk bir şey istediğimiz; yaşamak, soluk almak kadar. Ve bunları yaparken hiç olmadığı kadar iddiasızız. Hangimiz bıkmadık iddialardan? Atölyeler… Yazıyla, sözle, fotoğrafla, sinemayla; sanatla… Yazı atölyesinde, fotoğraf-sinema atölyesinde, okuma atölyesinde, im atölyesinde… Söylendiği an eskiyen ve sürekli yenisini gerektiren imgeler şehrinde… Önce okuduk… Filmlerden başladık, kitaplara oyunlara vardık. Donnie Darko’yu, Olimpo Garajı’nı, taksi şoförü’nü, Dogville’i, Manderlay’ı, Dönüş’ü izledik. Erich Fromm’dan “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” ile başladık okumaya, oyunlardan “Ölüm ve Kız”a vardık. ve şimdi yolumuzda Friedrich Dürrenmatt’tan “Uyarca”, Thomas Mann’dan “Toni Kroger”; filmlerden Zeki Demirkubuz’lar, David Lynch’ler var. Sonra yazdık… Kelimelerle oyunlar oynadık, imgelerimizden nehirler aktı. Öykü olduk, bulutlardan dökülen yağmurlar… Sesleri dinledik besteler yaptık, küçük. Çaldık dinleyenlere. Deneyelim istedik her şeyi… Görüntüye baktık, görüntüyü hapsedenleri düşündük. Ve işte fotoğraf… Ve işte sinema… Ve işte insanoğlu… göz’ünve belki de öz’ün atası ışık ve karanlık… Adımız söylendikçe eskiyen, kaybolandı. Dışımız, içimiz kabardı.
31 Ocak 2008 Perşembe
im atölyesi çıktı...

Bugünlerde dışarılar ne kadar da parlak! Bol ışıklı tezgahlar, rengarenk kumaşlar, lüks bir otelin kral dairesini anımsatan küçük dükkanlar…
Bugünlerde sokaklar ne kadar da şen şakrak! Geceleri gökyüzünü yaran, bir türlü durmayan lazerli ışıklar; susmayan dumanlı aydınlıklar; bizim yerimize eğlenen, dinmek bilmeyen renkler; ışıltılar, zırıltılar, ayrıntılar…
Bugünlerde yaşam ne kadar da uzak! Bağıran, çağıran, yanan sönen, kımıldayan, hoplayan, zıplayan anlatımlar, tasarımlar…
Bugünlerde yaşam, içerilere tıkılıyor.
Bugünlerde sanat, salonlarda esir alınıyor. Çocuklar artık çıkmıyorlar sokağa ve çiçekler betonların iktidarında yaşama küsüyorlar. Ölüm severler kazanıyor ve ölüm beton yapıların arasından sararıyor, sararıyor.
Bugünlerde, yaşayan hiçbir şeye izin verilmiyor ama ölüm serbest. Ölen, öldüren, solan, kokan, içi boşalan, uyuşturan her şey meşru.
Sokaklar ölümle dolup taşıyor. Reklam panolarından ölümler akıyor, çiçekçiler ölüm satıyor ve insanlık ölümler kuşanıyor caddeler boyunca. Otobüs camlarına, vitrinlere ölümler asılıyor, kalabalıklar ölüm bağırıyor, sessizlikler bile sanki ölümü tınlıyor. Bugünlerde ölümler, bol ışıklı, bol renkli, cıvıltılı ve ücretsiz dağıtılıyor…
Ölüm severler kazanıyor. Çirkinliğin, kötü müziklerin, kötü sanatın hiyerarşisi kazanıyor.
Bugünlerde hareket eden, birbirine eklemlenen, değişen ve yenilenen hiçbir şeye izin verilmiyor. Sistem denilen bütün, yeniyi hapsediyor; kendi kopyalarını üretip, onları çoğaltıp; eski’nin muhafızlarını aramıza yeni’nin savaşçılarıymış gibi bırakıyor. Bugünlerde isyancılara bile maalesef yine aynı ölüm fabrikalarında üretilen kıyafetler giydiriliyor ve artık hapishaneler insanların içlerine inşa ediliyor. Duvarlar, tomurcukların tam da büyüme noktalarına örülüyor.
Bugünlerde çirkinliğin üzerine ‘güzel’ler giydiriliyor ve inanın güzeli anlamak, tınıyı koklamak ve uyumu tınlamak gittikçe zorlaşıyor.
‘Güzel’ kalmak, yalın kalmak, sanat kalmak, aşk kalmak gittikçe…
Bugünlerde…
Biz de bir şeyler ekelim dedik. Durmaktansa toprağı işleyelim dedik. Yeninin, güzelin ve yaşamın ilk gelişeceği yer olan imlerimizde buluşalım dedik. Bir ‘im’, gerçekliğin zihinde süren inşasının ilk tuğlası ve en küçük, en yalın, en berrak parçasıydı. Ve adımıza, im’in üretildiği yer anlamında, ‘im atölyesi’ dedik.
Okuduk, izledik, tartıştık, yazdık, çizdik ve beyinlerimizde kök salmış ezberleri yerinden biraz olsun oynatmaya çalıştık; im atölyesinde yeninin, güzelin ve yaşamın insan zihnindeki ilk tasarımı olan im’lerimizi imal etmeye; ölüm noktalarımızın farkına varmaya ve bunlardan arınmaya çalıştık.
Ölen ve öldüren bir zamanda karşınıza yapraklarla, im’lerimizle geldik.
Güzelin isyanı olsun bu yazı.
Güzelin inşası olsun bu dergi.
Sessiz bir çığlık olsun.
Pandomim olsun, sanat olsun, aşk olsun.
Yeninin şiiri olsun.
İm’imiz olsun.
BARIŞ ONUR ÖRS
*im atölyesi adana'da çıkan aylık bir dergidir.bu yazı derginin yaprak sayısının girişinden alınmıştır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


